Osmanlı Rönesans ve Reformu neden son bulmuştur?

Bu soru, muhtelif itirazlarla karşılaşabilir; birkaç örnek verelim:

“Rönesans ve Reform kelimeleri, XV. ve XVI. yüzyıllarda İtalya başta olmak üzere Hıristiyan âleminde yaşanan belirli gelişmeleri simgelemek için kullanılır… Bir İslâm İmparatorluğu olan Osmanlı Devleti’nde bu süreçlerden hiçbirine rastlanmaz ki böyle bir adlandırma yerinde olsun!”

“Bütün toplumlar aynı süreçlerden geçmek ve Rönesans ve Reform yaşamak mecburiyetinde değildirler; dolayısıyla böyle bir yaklaşım, Batı merkezcil (oryantalist) bir yaklaşımın eseridir.”

“Tarihsel olaylar, birkaç nedenle veya bu denemede olduğu üzere iktidar-epistemik cemaatler ilişkisine indirgenerek açıklanamaz; neredeyse sonsuz sayıda tarihsel koşul, neredeyse sonsuz sayıda gelişmeye yol açar.”

“Alt yapı, üst yapıyı belirler; XVI. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde üretim ilişkileri değişmemiştir ki Rönesans ve Reform için gerekli siyasî-iktisadî ortam oluşmuş olsun.”

Hiç şüphe yoktur ki bütün bu itirazlar (ve hatta burada anılmasına ihtiyaç duyulmayan diğer karşı çıkışlar), makul gerekçelere dayanmaktadır ve ciddiye alınarak tek tek yanıtlanmalıdır; ancak buna teşebbüs edildiğinde temel amaçtan uzaklaşma endişesi yaşadığım için şimdilik sadece metodoloji açısından önemli olduğuna inandığım şu hususa temas etmeyi yeterli buluyorum: Her tarihsel olayın biricikliğini savunmak ve dolayısıyla toplumlararası karşılaştırılabilirliği yadsımak, sonuç itibariyle bütün beşerî bilimlerin inkâr edilmesine ve iki asırlık teorik ve pratik birikimin küçümsenmesine kapı aralar ki bu durumda tartışmalar, bizleri postmodern eğilimlerde görüldüğü üzere, “bilimsel bilginin olanaklılığı” meselesine götürür ve insanlığın yaratabildiği en güvenilir bilgi biçiminden mahrum bırakır. Bu yüzden bilimsel soruşturmalar esnasında dengeli olmakta ve bütün eksiklerine karşın nesnel savların “tarihsel hakikat”in bilgisine ulaşmakta yardımcı olabileceği inancını korumakta yarar vardır.

Aşağıdaki deneme, daha önce dile getirdiğim türden bazı itirazî kayıtları göz önünde bulunduran bir ön çalışma veya bir başlangıç varsayımı olarak değerlendirilebilir.  

XVI. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde iki epistemik cemaatin, aşağı yukarı bütün bir episteme üzerinde hâkimiyet kurdukları anlaşılmaktadır: Âlimler Cemaati ve (Ortodoks) Dervişler Cemaati…
Âlimler Cemaati’nin paradigması, Sünnî-Hanefî-Eşarî bir çerçeveye; (Ortodoks) Dervişler Cemaati’nin paradigması ise mistik-şeyhçi-tekkeci bir çerçeveye oturmuş ve özellikle de İmam Gazzâlî öğretisi üzerinden birbirleriyle sağlam bir irtibat kurmuştu. Öyle ki bu birliktelik, XIX. yüzyıla kadar Osmanlı düşünürlerinin teorik ve pratik gereksinimlerini büyük ölçüde karşılayacaktı. Bunlar, “Muktedir Epistemik Cemaat”i teşkil ediyorlardı. Bir de münekkit ve müdekkik âlimlerden, filozoflardan, şairlerden ve ozanlardan, (Miletos Okulu’nun, Atomcuların, Diogenesçilerin, Stoacıların ardılları olarak görebileceğimiz) serbest mütefekkirlerden, (Hurûfîler, Kalenderîler, Işıklar, Bayramî Melâmîleri, Halvetîler ve Gülşenîler gibi) bir kısmı mehdîci heterodoks tarikatların dervişlerinden, Şiî eğilimli müminlerden ve Alevîlerden, dehrîlerden (materyalistler) ve natüralistlerden oluşan oldukça çeşitli bir “Muhalif Epistemik Cemaat” mevcuttu.
Benim temel iddiam şudur: İktidar; yani Osmanlı Hanedanı, siyasî, idarî ve içtimaî münasebetleri sebebiyle, XVI. yüzyılda “Muktedir Epistemik Cemaat”i desteklemiş ve bu cemaatin paradigmasını ideoloji olarak benimsemiştir; bunun dışında kalan her türlü düşünce ve inanç biçimini yasaklamış ve bu yasağa uymayanları “teftiş yolu”yla susturmuştur; böylece düşünce ve inanç özgürlüğü boğulmuş ve Osmanlı Rönesansı ve Reformu son bulmuştur.
 

Prof. Dr. Remzi DEMİR
Ankara Üniversitesi DTCF Bilim Tarihi ABD

Yazının tamamını Bilim ve Ütopya'nın haziran sayısında okuyabilirsiniz...

Bilim Tarihi