“Sabahın erken saatlerinde çalmaya başlayan sirenler daha sonra, hava saldırı tehlikesinin geçtiğini bildirerek sustular. Ufukta gözlenen iki Amerikan B-29 uçağı ciddi bir tehdit sayılmazdı, zira gerçek bir hava saldırısında gökyüzü uçaklarla kararırdı. Sabah güneşinin parlak ışıkları, şehrin park ve bahçelerinde söğüt ağaçlarını ısıtırken, babalar işlerine ve çocuklar okullarına doğru yola çıkıyor, ev kadınları da gündelik işlerine başlıyorlardı.
6 Ağustos 1945 günü Hiroşima'da yerel saat 8.14’ü gösteriyordu.
Birden - görgü tanıklarından birinin ifadesiyle - ‘gökyüzünde göz kamaştırıcı bir ışık çaktı… Derimin her tarafından yakıcı bir rüzgar geçtiğini hissettim... Kısa bir ölüm sessizliği oldu… Sonra, uzaktan gökgürültüsüne benzeyen kocaman bir boom!’
Bombanın açtığı kraterin yakın çevresinde 3000 °C sıcaklıkta binlerce insan hemen kömüre dönüştüler. Biraz daha uzağındakiler kah yıkılan binaların molozları altında, kah panik içinde atladıkları derelerin kaynar suları içinde can verdiler. Bombanın şok dalgasıyla oluşan kasırgada 60 000 bina yıkıldı. Kentin her köşesinde yangınlar başlarken, sağ kalanların soluduğu radyasyon, gizli zehriyle onları uzun ve acılı bir ölüme hazırlıyordu.
380 000 nüfuslu kentte o gün 200 000 insan öldü.”
***
Bu ay sizlere Goethe’nin Faust’unu çağrıştıran bir bilim adamının öyküsünü anlatacağım. Bu adam ruhunu şeytana değil de, Bilim’e satmış... Robert Oppenheimer’in fotoğrafına bir bakın: İnce uzun boylu, gözlerinde derin bir keder okunan bu narin yapılı adamın “Atom Bombasının Babası” olarak lanetle anılmak isteyeceğini düşünebilir miydiniz?
Bu adam, insanlığa neye malolursa olsun, bombanın yapılabileceğini görmek istiyordu. Bu, Pandora’nın kutusunu açıp kötülüğü yaydıktan sonra, yeniden kapayabilmek için nafile çabalayan bir adamm öyküsüdür. Bu öyküde ayrıca, Japonya’ya atom bombası atılışının perde arkasındaki ibret verici ayrıntılar da var: Politikacıların ve askerlerin hiçbir inşancıl düşünceyi akıllarına getirmeden nasıl karar alabildikleri… Bilim adamlarını nasıl kullanıp atabildikleri…
Bu öykü 20. yüzyılın başında New York’ta doğan bir çocukla başlar…
Bir bilim adamı yetişiyor
Amerikan biliminin 1930’lardan başlayarak gelişmesinde en büyük katkısı olduğu kabul edilen J. Robert Oppenheimer 1904 yılında New York’ta zengin bir Alman yahudisi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçük kardeşi Frank’la birlikte Manhattan’da, duvarları Van Gogh tablolarıyla süslü bir evde ve özel kolejlerde büyüdüler; genç yaşta bilim, sanat ve entelektüel uğraşlarla tanıştılar. Robert daha küçük yaşta meraklı bir çocuk olarak öne çıktı. Örneğin, 6 yaşında başladığı mineral koleksiyonuyla 11 yaşındayken New York Mineraloji Kulübü’ne en genç üye olarak kabul edildi.
1922’de Harvard Üniversitesi’ne kimya okumak için girdi, fakat hemen fiziğe geçti. Fen dersleri yanısıra felsefe, edebiyat, Latince ve Yunanca dersleri de alıyordu. 6 yabancı dil biliyor, Hint felsefesini Sanskritçe orijinalinden okuyabiliyordu. Bir tren yolculuğu sırasında Marx’ın Kapital’ini orijinal Almancasından okuduğu söylenir.
Dört yıllık lisans eğitimini üç yılda pekiyi dereceyle bitirdi. Sonra, Avrupa’nın belli başlı fizik araştırma merkezlerini kapsayan dört yıllık bir geziye çıktı. İki yıl Cambridge’de Lord Rutherford’un laboratuvarında çalıştı. Fakat o yıllarda Almanya’da kurulmaya başlayan kuantum mekaniği teorisine daha çok ilgi duyuyordu. 1926 yılında Göttingen’e geçip Max Born ile doktoraya başladı ve iki yılda bitirdi. Sonra, Avrupa’daki diğer bilim merkezlerini gezdi.
1929’da henüz 25 yaşında genç bir bilim adamı olarak Amerika’ya döndüğünde parlak bir gelecek onu bekliyordu. Pek çok üniversiteden iş teklifi aldı; Califonia’daki komşu iki üniversitede birden işe başladı: Berkeley ve Caltech arasında mekik dokurken, öğrencileri de onunla birlikte gidip geliyorlardı. Meslekdaşları ve öğrencileri arasında “Oppie” diye sevilmeye başlamıştı. Onun Berkeley’de kurduğu Teorik Fizik Merkezi, yetiştirdiği bilim adamlarıyla, Amerika’nın bilim dünyasında öne çıkışında en büyük etken olmuştur. Kendini bilim sanat ve felsefeye adamış, bunun dışında dünya işleriyle pek ilgilenmeyen bir adamdı; evinde ne telefonu ne de radyosu vardı, Örneğin, 1929 Wall Street krizini ancak bir hafta sonra arkadaşlarından öğrenmişti.
Böylece, Oppenheimer bilimsel merakıyla başbaşa kalabildiği bir dünyada, mutlu bir akademisyen olarak yaşamını sürdürüyordu… Ama bu mutluluğu çok sürmedi.
1936 yılında Avrupa’da başlayan endişe verici gelişmeler Oppenheimer’i dünya işleriyle ilgilenmeye zorladı. O yıllarda Almanya’da yahudilerin gördüğü baskılar ve İspanya’da yayılmakta olan faşizm, onu tepki vermeye zorluyordu. Faşizme karşı en ciddi mücadelenin komünistlerden geldiğini gören Oppenheimer onları desteklemeye başladı. Toplantılarına gidiyor, yıllık 15 000 dolarlık maaşının 1000 dolarını değişik komünist gruplara bağışlıyordu. 1940 yılında Kitty Harrison adlı dul bir kadınla evlendi. Komünist partisi üyesi olan Kitty’nin ilk kocası İspanya İç Savaşı’nda faşistler tarafından öldürülmüştü. Oppenheimer’in kardeşi Frank da komünist partisine üye olmuştu.
1939’da başlayan 2. Dünya Savaşı ile birlikte, o yıllarda yeni keşfedilen nükleer fisyon olayının bomba yapımında kullanılması gündeme geldi. Bu gelişmeleri, bundan önceki sohbetimizde aktarmıştım (Copenhagen'de İki Adam). Kısaca özetlemek gerekirse, 1936’da keşfedilen nükleer fisyon olayıyla fizikte yeni bir sayfa açılmış, bilim adamları muazzam gücün nasıl kötüye kullanılabileceği konusunda devlet adamlarını uyarmaya çalışmışlardı. Sonra, Aralık 1941’de Amerika da savaşa girdi. Değişik çıkar grupları ve baskılar sonucu Amerika Birleşik Devletleri savaşta kullanılmak üzere, nükleer bomba yapımına karar verdi.
Kod adı “Manhattan Projesi”
Nükleer bomba hem U-235 hem de Plutonyum-239 izotoplarıyla yapılabilmekteydi. Doğal halde bulunan uranyum mineralinden bu izotopları ayrıştırmak çok uzun ve zor işlemler gerektiriyordu.
Bomba yapımı girişiminde başlangıçta öne çıkan isim Ernest Lawrence idi. Çünkü, Lawrence, izotop ayırma işinin ustasıydı. Berkeley’deki Radyasyon Laboratuvarı, günümüzde kalabalık ekiplerle yürütülen “fabrika boyutunda” bilimsel araştırmalarının öncüsü sayılabilir. Lawrence üniversitede kapı komşusu olan Oppenheimer ile yakın arkadaştı. Hükümet yetkilileri ve diğer fizikçilerle yaptığı görüşmelere, yanında Oppenheimer’ı da götürüyordu. Bu çalışmalarda yer alan ünlü fizikçiler arasında Enrico Fermi, Hans Bethe, Edward Teller, Victor Weisskopf, Richard Feynman, Felix Bloch vb. sayılabilir. Oppenheimer teorik fizikçi olmasına rağmen, kısa sürede onun çok yararlı görüşlerle katkıda bulunduğu görüldü. Bombayı yapmaya çok hevesli görünüyor, her aşamasını anlamak istiyordu.
Bomba yapımı başlangıçta değişik merkezlerde yürütülürken Aralık 1942’de “Manhattan Projesi” adı altında birleştirildi ve başkanlığına General Leslie Groves getirildi.
Bombanın hem Uranyum-235 hem de Plutonyum-239 izotoplarıyla, iki ayrı tipte yapılması kararlaştırılmıştı. Böylece Tennesee’deki Oak Ridge Laboratuvarında U-235 izotopunun ayrıştırma işlemi ve Washington eyaletindeki Hanford Laboratuvarında plutonyum üretimi başlatıldı. Daha sonra, bu izotoplarla bombanın fiilen yapılacağı çok gizli bir merkez seçmek ve başına projenin bilimsel direktörü olacak bir fizikçi getirmek aşamasına gelindi.
Projenin bilimsel direktörü olarak başta gelen adaylar Lawrence, Fermi veya Hans Bethe olabilirdi. General Groves’un seçtiği kişi başka biri oldu… Oppenheimer.
Generalin, Oppenheimer gibi bir teoriciyi bomba yapım merkezinin direktörü olarak seçmesiyle büyük bir kriz yaşandı. Lawrence öfkeliydi. Berkeley’den tanıdığı Oppenheimer’ın büyük bir laboratuvarı yönetebileceğine inanmıyordu. Ayrıca, sol politik görüşlerine tepki duyuyordu. Kendi Radyasyon Laboratuvarı’nda Oppenheimer’in çalışanları sendikalaştırma faaliyetlerini hoş karşılamamıştı.
Generale, bu teoricinin komünist sempatizanı olduğu, büyük bir grubu yönetme tecrübesi olmadığı, vb. anlatıldı. Fakat, General Groves tüm bu itirazları elinin tersiyle itti, Oppenheimer’i direktör yapmakta kararlıydı.
Geriye bakıldığında, bu seçimin tarihi bir dönüm noktası olduğu anlaşılmaktadır. Oppenheimer’in 1500 küsur kişilik bir bomba yapım ekibini büyük bir başarıyla yönetmesi ve sonuna kadar yılmadan götürebilmesi, görev alan herkesin kabul ettiği bir başarıdır.
Oppenheimer hakkında kitap yazmış olan fizikçi Jeremy Bernstein şöyle diyor:
“Engin fizik bilgisi ve şaşırtıcı karizmasıyla, başka kimsenin yapamayacağı işi Los Alamos’ta o yaptı. Eğer Oppenheimer Los Alamos’un direktörü olmasaydı, eminim ki İkinci Dünya Savaşı, daha iyi veya daha kötü, çok farklı biterdi.”
General Groves neden projenin direktörü olarak Oppenheimer’i seçti? Onda, başkalarının göremediği neyi gördü? Benim kişisel kanım şudur: Groves otoriter ve çabuk karar veren, tipik bir askerdi. Birlikte çalıştığı ve “bir yığın kaçık” dediği bilim adamlarına güvenmiyordu. Onlardan hangisinin bilimsel ehliyetinin daha iyi olduğunu anlayacak durumda da değildi. Bunun yerine, projenin başarılı olması için çok daha pratik bir kriter kullandı: Hangisi bombayı yapmayı daha çok isterdi? Ona göre asıl önemli olan buydu, çünkü bu bilim adamlarına güven olmazdı, yarı yolda vicdanının sesini dinleyip işi bırakabilirler veya sabote edebilirlerdi. İçlerinde bir tek şu Oppenheimer gerçekten istekliydi. Heyecanla çalışıyor, her ayrıntıyı öğrenmek ve uygulandığını görmek istiyordu.
Bu kanıyı destekleyen şu sözler Oppenheimer’e aittir:
“Bilimsel veya teknik olarak zor bir problemle karşılaştığınızda, başka hiçbir şey düşünmeden onu yapabilmek istersiniz. Bunun ne işe yarayacağını, ancak problemi teknik olarak çözdükten sonra düşünürsünüz. Atom bombasında da böyle oldu.”
Veya, Kasım 1945 de, yani bomba atıldıktan 3 ay sonra söylediği şu sözlere kulak verin:
“Doğayı ve onun verdiği gücü bilmenin insanlığın yararına olacağına, bu gücü bilimin yayılmasında kullanabileceğinize ve gerekirse bunun sonuçlarına katlanabileceğinize inanmıyorsanız, bilim adamı olamazsınız.”
Oppenheimer’in yerine başka biri direktör olsaydı, belki bomba yine de yapılabilirdi. Ama o, entelektüel kapasitesi ve yönetim üslubuyla, dev bir fizikçi grubunu böylesine hızlı ve dramatik bir başarıya götürdü.
Los Alamos yılları
General Groves ve Oppenheimer tuhaf bir ikili oluşturuyorlardı. Otoriter, hoyrat ve kaba tavırlı general ile yanında yumuşak konuşan ve kibar tavırlı bilim adamının yine de etkin bir şekilde çalıştığını görenler şaşıyordu. Bomba yapımı için kullanılacak yeri birlikte seçtiler. Oppenheimer gençliğinde ciğerleri hastalandığında bir yıl kadar New Mexico çölündeki Los Alamos kasabasında bir atçılık kolejinde kalmıştı. Bu yer hem gözden uzak hem de gerekli testler için uygundu. General bu öneriyi kabul etti ve okulu satın alıp çalışmaya başladılar. General bombanın her türlü malzeme ve lojistik ihtiyacını karşılıyor, Oppenheimer ise ülkenin çeşitli üniversitelerinden bilim adamlarını topluyordu.
Fizikçi Victor Weisskopf o yılları şöyle anlatıyor:
“Oppenheimer ve ekibini bekleyen iş aşılmaz bir dağ gibiydi. Los Alamos’ta çalışmaya başladığımızda, zincirleme reaksiyonun ilkeleri dışında fazla bir şey bilmiyorduk. Nükleer bir patlamada ne olup bittiğini teorik olarak hesaplamak gerekiyordu, çünkü testlerin başlamasını bekleyemezdik; daha yeterince izotop üretilmiş değildi. Fisyon olayının ayrıntılarını öğrenmeliydik. Nötronların madde içinde yavaşlatılması ve yepyeni bir ortamda dışa ve içe dönük patlamaların dinamiği araştırılmalıydı. Nükleer fizikçiler hiç bilmedikleri şok dalgası ve hidrodinamik gibi konularda uzmanlaşmak zorundaydılar. Tüm bu deneysel ve teorik çalışmaları Oppenheimer, kelimenin gerçek anlamıyla yönetti. Onun herhangi bir konudaki önemli noktayı çabuk kavrama yeteneği burada belirleyici oldu; çünkü çalışmanın her yeni aşamasındaki ayrıntıları kolayca kavrayabiliyordu…
“O, bu projeyi müdüriyet binasından yönetmedi. Her önemli adımda zihinsel ve hatta fiziksel olarak oradaydı. Yeni bir bulgu keşfedildiğinde laboratuvarda, yeni bir fikir üretildiğinde seminer odasında hazır bulunuyordu. Onun öyle çok fikir ürettiğini söyleyemem; arada bir katkıda bulunuyordu; ama asıl katkısı başka bir yerden geliyordu. Onun bu sürekli ve yoğun varlığı hepimizde bir yankı buluyor, tarih yazıyormuşuz gibi, bizlere heyecan ve şevkle çalışma isteği aşılıyordu.”
Oppenheimer’in Teori Birimi’nin başına Hans Bethe’yi getirmesi de ilginçtir. Bu görevi kendisinin hakettiğini düşünen Edward Teller yıllar boyu ona düşman olacak ve daha sonraki mahkemede aleyhine tanıklık ederek onun gözden düşmesini sağlayacaktı. Hidrojen bombasının babası olan Edward Teller’ın fırtınalı yaşamını da başka bir söyleşide ele alacağız.
Savaşın soluğu
Los Alamos’ta bomba yapım çalışmaları her koldan sürüyordu. Ekipler hem Uranyum-235 hem de Plutonyum-239 için iki ayrı bomba tasarımı geliştiriyorlar, patlama sonucu oluşacak şok dalgalarının ve hava akımlarının dinamiğini hesaplıyorlardı. Tüm bu çalışmalarım test edecek radyoaktif malzeme hazır olmadığından, hesaplarını çok dikkatli yapmak zorundaydılar.
Bu bilim adamlarının çoğu bombalarla ne yapılacağım düşünmek dahi istemiyordu. Diğerleri de bunların savaşta kullanılacağına hiç inanmıyorlardı. Onlara göre, bombalar yapıldıktan sonra, tüm Dünya liderleri bir gösteriye davet edilecek, uzak bir Okyanus adasında bir patlama testi yapılacak, böylece düşman liderleri bunun gücüne ikna olup savaşı bırakacaklardı.
Bu bilim adamları anlaşılan politikacıları ve askerleri pek tanımıyorlardı.
Şimdi, savaş cephesine gidelim. Bomba yapımı sürerken İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelinmekteydi. Mihver devletlerinin gücü kesilmişti. Önce İtalya Eylül 1943’de yenilgiyi kabul etti. Sonra, 7 Mayıs 1945’de Almanya teslim oldu. Hitler koca bir ülkenin gücünü Rus cephesinde tüketmiş, müttefik devletlerin çıkarma harekatına ancak seyirci kalabilmişti. Haziran ayına gelindiğinde sadece Japonya savaşa devam ediyordu, fakat onlar da onurlu bir teslim olmanın yollarını arıyorlardı.
Savaşın bundan sonraki seyrini belirlemek isteyen müttefik liderler - Truman, Churchill ve Stalin - Potsdam’da bir zirve toplantısı kararlaştırdılar. Truman aslında bu toplantıyı maksatlı olarak geciktiriyordu. Çünkü, bomba yapım çalışmalarından sonuç alınmasını bekliyordu, böylece zirveye eli kuvvetli olarak gidebilecekti. Nitekim, 16 Haziran 1945 günü Potsdam’da masaya oturduğunda, aynı gün ilk bomba testinin başarıyla sonuçlandığı haberi ona ulaştırılıyordu.
Görüşmeler devam ederken Washington’daki hükümet, bombaların Japonya üzerine atılıp atılmaması konusunda Bilim Danışma Kurulu’ndan görüş istemişti. Bilim Damşma Kurulu Enrico
Fermi, Arthur Compton, Ernest Lawrence ve Oppenheimer’dan oluşuyordu. Kurulun toplandığını öğrenen diğer Amerikan bilim adamları Leo Szilard’ın girişimiyle, aralarında “bombaya hayır” kampanyası düzenlediler. Bu imza kampanyası Oppenheimer’ın gözlerini açması için son bir şanstı. Fakat, ne yazık ki bu sesi dinlemedi, kampanya mektubu Los Alamos’a geldiğinde onu çekmecesinde sakladı ve (Edward Teller’e söylediğine göre) “Szilard bu işlerden ne anlar? Washington’dakiler ne yaptığını bizden daha iyi biliyorlar” dedi.
Bilim Danışma Kurulu’nun hükümete bildirdiği resmi görüş metni çok anlamlıdır:
“ ... Bilim adamı meslekdaşlarımızın bu silahların kullanımı konusunda görüşleri, teknik bir gösteri yapılmasından, düşmanı teslim olmaya zorlayacak şiddette bir askeri kullanıma kadar değişmektedir. Teknik bir gösteriyi öneren kesim ilerde nükleer silahların kullanımının yasaklanabileceğini, bu nedenle şimdi kullanırsak gelecekte ülkeler arasında anlaşma sağlanmasının zorlaşacağını ileri sürmektedirler. Askeri amaçla derhal kullanımını savunanlar ise bu sayede Amerikan askerlerinin can kaybının azalacağını, savaşın bitirilmesinin bu özel silahın yasaklanmasından çok daha önemli olduğunu belirtmektedirler. Kurulumuz bu ikinci görüşe daha yakınlık duymaktadır; teknik bir gösterinin savaşı sona erdirmeye yetmeyeceği, doğrudan askeri amaçlı kullanımından başka bir alternatif bulunmadığı görüşündeyiz.”
Oppenheimer’in daha sonra sekreterine söylediğine göre, bu görüşü Fermi’ye kabul ettirebilmek için bütün gece uğraşmışlardı. Fermi hem gösteri testine hem de askeri amaçla kullanımına karşı çıkıyor, mümkünse bombanın sonsuza kadar gizli tutulmasını arzu ediyordu.
Potsdam zirvesinde Japonya’ya “kayıtsız şartsız teslim olması” için ültimatom çıktı. Burada plitikacıların iki yüzlülüğünü bir kez daha görüyoruz. Japonlar teslim olmak istiyorlardı, fakat bir koşulları vardı: Japon toplumunda kutsal bir yeri olan İmparatorluk düzeninin korunmasını istiyorlardı. Hirohito imparator kalabilir veya yerine küçük oğlu geçebilirdi. Japon toplumunu bilenler için bu bir onur isteği sayılırdı. Fakat, Potsdam’daki liderler bu isteği duymamış gibi yaptılar, Japonya’nın kayıtsız şartsız telim olmasında ısrar ettiler.
Beklendiği gibi 28 Haziran’da Japonya ültimatomu reddetti. Truman Potdam’dn ayrılırken “3 Ağustos’tan sonraki herhangi bir tarihte” Japonya’ya atom bombası atılması için gerekli emri imzaladı.
Neden?
“İnancım odur ki bu barbarlık silahlarının Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmasının Japonya’ya karşı savaşımızda somut bir getirisi olmamıştır. Japonlar yenilmek üzereydiler ve teslim olmak istiyorlardı… Bu silahları ilk kullanan taraf olmakla kendimizi Taş Devri barbarlarının ahlaki düzeyine indirmiş olduk.”
Amiral William D. Leahy, II. Dünya Savaşı’nda ABD Genelkurmay Başkanı.
Bugün tarihçi ve devlet adamlarının ortak görüşü Japonya’ya nükleer bomba atılması kararının hem aceleye getirildiği hem de savaşı kazanmada hiçbir rolü olmadığıdır. (Aslında, savaşı kazandıran bilimsel buluş radar aletiydi.)
Bu kararın alınışında etkili olan başlıca faktörler şunlardır:
1. Rusya faktörü. Savaşın başında Almanya Rusya’ya saldırdığında, Amerika ve İngiltere Rusya’yla ittifak yapıp Almanya’ya karşı birlikte savaştılar. Fakat bu zoraki bir ittifaktı, birbirlerine güvenmiyorlardı. Almanya yenildikten sonra Rusların Doğu Avrupa’da hızla toprak kazanmaları üzerine ortaklar arasındaki bu güvensizlik daha da arttı. Rusya’nın Uzak Doğu’da da benzer bir genişleme politikası güdeceği anlaşılmıştı. Nitekim, alınan istihbarata göre Stalin Ağustos 1945’te Japonya’ya savaş açmaya hazırlanıyordu. Amerika bu müthiş silahı kullanarak Ruslara gözdağı vermek istedi. Bazı tarihçilere göre Amerika, Soğuk savaş dönemini o gün başlatmış oldu.
2. Savaşın insan maliyeti. Amerikan hükümeti Japonya’nın teslim olmasını sağlamak için yapılacak klasik bir çıkarma harekatında can kaybının çok yüksek olacağını düşünüyordu. Buna karşılık, bombanın şok etkisiyle Japonlar hemen teslim olabilirlerdi.
3. Askerlerin baskısı. General Groves ve diğer komutanlar, kamunun 5 milyar dolarını – hem de kongrenin haberi olmadan – bomba yapımına harcadıktan sonra, savaş biter de bomba kullanılmamış olursa, kendilerinden hesap sorulacağını iyi biliyorlardı. Haklarında soruşturma açılmasını önlemenin tek yolu bombaları savaşta kullanmaktı.
Trinity
Haziran 1945’te Los Alamos’ta bomba yapım çalışmaları son așamasına gelmişti. Şimdi bir nükleer patlama testi yapılması gerekiyordu. Bunun için Alamogorodo çölündeki askeri bir atış alanı seçildi. Oppenheimer bu teste Trinity (kutsal üçlü) adını verdi, çünkü 3 adet bomba yapılmıştı.
Çölde sabah 5.30 da kulakları sağır edici muazzam bir patlamayla yükselen ve toz dumandan oluşan dev mantar, içerdiği radyasyonla mavi renkte ışıldıyordu. Görgü tanıklarının anlattığına göre, Oppenheimer’in dudaklarından Hint kutsal kitabi Bagavad Gita’dan bir dize döküldü:
Ben artık Ölüm tanrısı oldum, Dünyalar kıran…
Test sonrası Los Alamos’a dönüldüğünde Oppenheimer, kendisini karşılayan kalabalık ekibi önünde, bir boksör gibi ellerini havada kavuşturarak selam verdi. Hala, yaptığı işten gurur duyuyordu, çünkü onun için bu, hala bilimsel bir başarıdan başka bir şey değildi.
Hedef Japonya
Bu testle birlikte, Japonya’ya ilk atılacak bombanın parçaları Okyanusya’daki Tinian adasına naklediliyordu. Little Boy (Küçük Çocuk) adı verilen 12 kilotonluk bu bomba Uranyum-235ten yapılmıştı. Daha sonra, Plutonyumdan yapılan Fat Man (Şişko Adam) adlı 22 kilotonluk ikinci bomba da Tinian adasına gönderildi. Bu adada Amerikan hava kuvvetlerinin “uçan kale” denilen B-29 bombardıman uçaklarından bir filo hazırlanmıştı.
Bombaların anılması için yazılı emir genelkurmay başkanı tarafından imzalanmıştı, ama aslında general Groves tarafından ustaca kaleme alınmış atılış tarihleri ve hedefler konusunda kendisine her türlü serbestliği veriyordu.
Tinian adasında montajı yapılan ilk bomba 6 Ağustos’ta pilot Albay Paul Tibbets’in yönettiği Enola Gay adlı B-29 uçağıyla Hiroşima’ya atıldı. 200 000 kişinin öldüğü ve bir kentin yok olduğu bu patlama üzerine beş gün boyunca Japonya’dan ses çıkmadı.
Başkan Truman bombanın atıldığını ancak 9 Ağustos’ta öğrendi ve yaptığı radyo konuşmasında Amerikan halkına şöyle seslendi:
“Dünya kamuoyuna ilk atom bombasının, askeri bir üs olan Hiroşima’ya anldığını bildiriyorum. Bu girişim, elden geldiğince sivil halkı korumak için yapılmıştır. Bu, Japonya’nın teslim olması için birinci ihtardır, aksi takdirde diğer bombalar savaş sanayi tesislerine atılacak ve dolayısıyla sivil halk da zarar görecektir…”
Bu, düpedüz bir yalandı: Ölenlerinlerin %90’ı sivildi. Truman’ın Hiroşima’nın askeri bir üs değil de şehir olduğunu bilmemesi imkansızdı.
Truman’ın bilmediği bir şey daha vardı: O bu konuşmayı yaparken aynı günün sabahı ikinci bomba Nagazaki’ye atılmıştı.
İkinci hedef: Kokura
Aynı günün sabahı, 9 Ağustos’ta, General Groves’un baskılarıyla, yeterli kontroller yapılmadan aceleyle montajı yapılan ikinci bomba diğer bir B-29 uçağıyla havalandı. General Groves acele ediyordu, çünkü Japonya her an teslim olabilir ve bombalar elde kalabilirdi.
İkinci bombanın ana hedefi Kokura, tali hedefi ise Nagazaki kentleriydi. Kokura semalarına geldiğinde havanın kapalı olduğu gören uçak Nagazaki’ye yöneldi. Bu şehirde Mitsubishi torpido fabrikası vardı. Hedefe atılan “Şişko Adam” çok daha güçlüydü ama, o bölgenin engebeli yapısı daha büyük bir faciayı önledi. Hiroşima tümden yok edilmişti, ama Nagazaki’nin sadece üçte biri tahrip edildi.
“Bu mızmız çocuğu bir daha buraya sokmayın!”
Yakın tarihin bu önemli sayfasını tüm yönleriyle bu sohbette ele almak imkansız. Ben burada Oppenheimer açısından gelişmeleri anlatıp bitireyim.
Los Alamos’ta bir bayram havası vardı. Oppenheimer’in başarısını görkemli bir şekilde kutlamaya hazırlanıyorlardı. Fakat, o sırada Hiroşima ve Nagazaki’den gelen raporlar ve görüntüler havayı birden değiştirdi. Tüm çalışanlar gelen ölüm oranları ve radyasyonun feci etkilerinin görüntüleriyle sarsıldı. Los Alamos’ta yapılan kutlama partisine pek az fizikçi gitti. İçlerinden pek çoğu - Bethe, Weisskopf, Morrison, Wilson - bir daha silah yapımında çalışmamaya yemin ettiler.
Oppenheimer nihayet ayılmıştı. Daha sonra yaptığı bir açıklamada “Fizikçiler günahı tanıdılar ve bunu bir daha unutmaları mümkün değil” diyordu. Yazar ve fizikçi Freeman Dyson’ın sözleri de bunu doğruluyor “Onlar, ülkeleri Hitler’e karşı savaşırken bomba yapmayı ahlaken doğru görebilirlerdi. Fakat, sadece bombayı yapmakla kalmadılar. Bu işi yaparken zevk aldılar.”
Oppenheimer Başkan Truman’la görüşmesinde ona “Ellerim kanlıymış gibi hissediyorum.” dedi. Truman ona “Merak etmeyin, yıkanınca çıkar,” diye gülümsedi. Ama, o çıktıktan sonra da yardımcılarına çıkıştı: “Bu mızmız eden çocuğu bir daha buraya sokmayın!” Artık bilim adamıyla işi bitmişti.
Üçüncü bomba
Şimdi size Oppenheimer’in trajedisini çok güzel özetleyen bir tarih sayfasını sunuyorum. General Groves’un hayat hikayesini yazan tarihçi Stanley Goldberg’in kaleminden:
“10 Ağustos sabahı, Los Alamos'ta Deneysel Fizik Bölümü başkanı Robert Bacher, üçüncü bombanın gövdesini oluşturacak olan plutonyum çekirdeğinin kamyona yüklenişini gözetmekle görevliydi. Bu çekirdek Tinian adasına götürülecek ve orada bombanın gövdesine yerleştirecekti. Bu kez hedef yine Kokura ve atış tarihi 20 Ağustos olarak planlanmıştı.
“Yükleme sürerken Bacher uzaktan Oppenheimer’in bağırarak kendisine doğru koştuğunu fark etti. Bacher ona şimdi çok meşgul olduğunu çekirdek yola çıktıktan sonra ona geri döneceğini bildirdi. Oppenheimer konuşmak istediği şeyin zaten bu olduğunu, çekirdeğin yüklenme işlemini durdurmasını haykırdı. Washington’daki üstlerinden gönderilen bir telgraf Başkan Truman’ın bombalamayı durdurduğunu, bizzat Truman’ın emri olmadıkça hiçbir şekilde plutonyum nakliyatı yapılmamasını bildiriliyordu.”
Kötülük şişeden çıkmıştı bir kez…
Son perde
Günümüze kadar amerikan ve yahudi çevreler Oppenheimer’in imajini korumak için, bomba yapımından pişmanlık duyduğunu ve kendini suçladığını ileri sürüp durdular. Fakat bu, doğru değildi. Asla pişman olmadı. Gerçi savaştan hemen sonra, nükleer silahların sınırlandırılması için çaba sarfeden diğer bilim adamlarına katıldı. O sıralar kamuoyunda ve Washington’da itibarı çok yüksekti. Time dergisine kapak olmuştu. Bu yüzden nükleer savaş karşıtı çıkışları çok etkili oluyordu. Özellikle Başkan Truman’ın hidrojen bombası yapılması kararına şiddetle karşı çıktı.
Oppenheimer’in bu çıkışları hükümeti rahatsız ediyordu, buna bir son verilmeliydi. 1953 yılında Atom Enerjisi Komisyonu başkanı William Borden FBI’ya bir mektup yazarak Oppenheimer’ın bir komünist olduğunu bildirdi ve casusluk yapıp yapmadığının araştırılmasını istedi.
Başkan Eisenhower soruşturma komisyonunun kararını beklemeye dahi gerek görmeden Oppenheimer’in hassas bölgelere girebilmesi ve gizli devlet bilgilerine ulaşabilmesi için sahip olduğu yetkilerini iptal etti. Bir anda Oppenheimer’in etrafı görünmez bir duvarla çevrilmiş oldu.
Washington’da yapılan kongre soruşturmasında Oppenheimer’in eski komünist bağlantıları yeniden gündeme geldi. Ülkedeki tüm fizikçiler, Einstein da dahil olmak üzere, Oppenheimer’a destek oldular.
Fakat, Los Alamos’tan bu yana ona kırgın olan Edward Teller sanki o günü bekliyordu. Komisyon başkanının Oppenheimer’e güvenip güvenmediğini sorması üzerine Edward Teller şöyle cevap verdi: “Şahsen, bu ülkenin hayati çıkarlarının, daha iyi anlayabildiğim ve dolayısıyla daha çok güvenebileceğim başka ellerde olmasını tercih ederim.”
29 Haziran 1954’te Atom Enerjisi Komisyonu Oppenheimer’in “güvenilirlik” statüsünü resmen kaldırdı. Yıkılmış, kırgın ve politik kavgalarda saçları ağarmış olan Oppenheimer yeni kabul ettiği Princeton Üniversitesi’ndeki akademik görevine döndü. 1967 yılında gırtlak kanserinden öldüğünde 62 yaşındaydı.
***
Bombanın atılışı üzerinden 16 yıl geçmişti. 1960 Eylül ayında Oppenheimer eşi Kitty ile birlikte Japonya’yı ziyaret ettiler. Tokyo’da o içerde basın toplantısı yaparken dışarıda göstericiler onu protesto ediyorlardı.
Gazetecinin biri, atom bombası yapımında görev aldığı için pişman olup olmadığını sordu. Cevap:
“Bomba yapımına teknik yönüyle yaptığım katkıdan dolayı pişmanlık duymuyorum. Dün nasılsam bugün de öyleyim.”
Diğer bir gazeteci Hiroşima’yı ziyaret edip etmeyeceğini sordu. Cevap:
“Orası gezi planımızda yok. Ayrıca, ben de resmi bir görevli değilim.”
Tanrılar ruhunu kurtarması için ona son bir şans tanımıştı. Ama o bu şansı geri tepti.
KAYNAKLAR
1. Nuel Pharr Davis, Lawrence and Oppenheimer. New York: Simon and Schuster, 1968.
2. R. Serber, V. F. Weisskopf, A. Pais and G. T. Seaborg, A Memorial to Oppenheimer. Talks at a Washington meeting of the American Physical Society, April 1967. Published Physics Today, 20, No. 10, October 1967.
3. S. S. Schweber, In the Shadow of the Bomb: Bethe, Oppenheimer, and the Moral Responsibility of the Scientist, Princeton University Press, 2000.
4. Stanley Goldberg, “What did Truman know, and when did he know it?” in Hiroşima’s Shadow, edited by Kai Bird, The Pamphleteer’s Press, 1998.
5. Richard Rhodes,. The Making of the Atomic Bomb, Simon and Schuster, 1986.
6. Jeremy Bernstein, 2004. Oppenheimer: Portrait of an Enigma. Ivan R. Dee, 2004.
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Ekim 2004 tarihli Bilimsel Sosyalizm'in atası Babeuf ve Eşitler Hareketi sayısında yayımlanmıştır.