Eğer inşa edilmiş olsaydı, spiral çelik iskeleti ve 91 metre yüksekliğiyle, o zamanın insan eliyle yapılmış en yüksek yapısı olan Eyfel Kulesi’nden daha yükseklere uzanacaktı. Ve 1973’te hizmete açılan Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleleri inşa edilene kadar, yani yarım asırdan uzun bir süre boyunca dünyanın en yüksek yapısı olma rekorunu elinde tutacaktı.
Üçüncü Enternasyonal Anıtı, bilinen diğer adıyla Tatlin Kulesi, 1917 Ekim Devrimi’nin ardından 1919 yılında Rus sanatçı ve mimar Vladimir Tatlin tarafından tasarlandı. Devrim niteliğinde bir tasarımdı.
Tatlin ve bir asistanı hiçbir zaman tamamlanamayan Üçüncü Enternasyonel Heykeli’nin önünde duruyorlar.
Çelik iskeletin üç cam birimi olacaktı: Bir küp, bir silindir ve bir koni. Bunlar sırasıyla yılda, ayda ve günde bir kez döneceklerdi. Ve Üçüncü Komünist Enternasyonal, diğer adıyla Komintern için bir konferans salonu, bir yasama komisyonu, bir de bilgilendirme ve propaganda merkezini içinde barındıracaktı. Yüksekliği 396 metreyi biraz aşacaktı. Ama maddi imkânsızlıklardan (Rusya çökmüştü ve iç savaş vardı) ve uygulanabilirlik (gerçekleştirilmesi yapısal olarak olası mıydı ve bu kadar çeliği nereden elde edeceklerdi?) sorunlarından dolayı bu son derece cesur çağdaşlık simgesi hiçbir zaman inşa edilmedi. Bugün onu uzun zaman önce yıkılmış asıl modelin fotoğraflarından ve yeniden yapılandırmalarından tanıyoruz.
Tatlin, Bolşevikler yönetimi ele geçirmeden önce köktenci yenilikçi bir sanatçıydı. Ölçek olarak daha mütevazi yapıtları, adını “Kontr-rölyef” koyduğu ve heykelciliğin geleneksel kurallarını yıkan, devrim öncesine ait, ahşap ve metal yapılardı. Ama Tatlin çok geçmeden amacı Sovyet devletinin düşsel ülküsünü desteklemek olan devrimci bir sanatın baş destekçisi olacaktı. Bu, yüzü yalnızca geleceğe dönük yeni bir dünya için geçmişi güçlü bir biçimde reddeden, yeni bir tür sanattı. Bu sanat, “Yapısalcılık” olarak ün saldı ve yenilikçi bir güç olarak Kazimir Maleviç’in Süprematizmiyle (1915 tarihli yapıtı Siyah Kare resimde bir dönüm noktasıydı) ve himayesindeki El Lissitzky ile birlikte varlığını sürdürdü.
Süprematizmin muhteşem geometrik soyutluğu, ressam sehpasını resmetmeyi, saf biçim ve rengin en köktenci anlatım biçimine dönüştürdü; ancak bunu devletin hizmetine en dinamik biçimde sunan El Lissitzky oldu. 1919 taş baskısı Beyazları Kırmızı Kamayla Vurun daha fazla siyaset yüklü olamazdı. Tabloda kırmızı kama beyaz daireye giriyor. Bu, Kızıl Ordu’nun, komünizm karşıtı ve emperyalist Beyaz Ordu’ya hücum edişini simgeliyor. Bu erken dönem çalışma pozitif ve negatif alanlarla zekice oynuyor. Lissitzky’nin Prouns Rusça’da “yeniyi olumlama projesi” için bir kısaltma) adını verdiği, Süprematizmin düzlüğünü üç boyutlu görsel düzleme dönüştüren bir grup mimari tablo, çizim ve taslağı müjdeliyor. 1980’lerde Billy Bragg önderliğinde İşçi Partisi’ni destekleyen İngiliz aktivist müzik grubu Red Wedge (Kırmızı Kama)’in ismi de işte bu yapıttan esinlenilmiş.
El Lissitzky’nin “Beyazları Kırmızı Kamayla Vurun” adlı yapıtı, Kızıl Ordu’nun anti-komünist ve emperyalist güçlerinin savunmalarına hücum edişini simgeliyor. (Fotoğraf: Alamy)
Devrimin çocukları
Sovyetler Birliği’nde sanat ve tasarımın ilk on yılı düşünüldüğünde, genelde sadece bu çığır açan kişiler, tasarımcılar ve sanatçılar akla gelir. Bunlardan biri de Lyubov Popova. Popova, sanatçının görevinin halkın yararına ve yeni bir toplum oluşturmak amacıyla yapıtlar vermek olduğunu söyleyen, “burjuva” tablolarından vazgeçilmesi gerektiğini savunan bir ressam. Aklımıza gelen bir başka isim ise belki de dönemin en büyük fotoğrafçısı, grafik tasarımcısı ve tipografı olan Alexander Rodchenko. Rodchenko’nun 1924’te bir Sovyet yayımcı için hazırladığı, Lilya Brik’in bir elini ağzına dayayarak “Kitaplar!” diye bağırdığı ve bu sözcüğün Kiril alfabesiyle kalın harflerle yazıldığı reklam, Sovyet sanat tarihinin muhtemelen en bilindik imgesi.
Yine de bu devrim sonrası dönemin ilk birkaç yılında birçok biçem ve hareket bir arada var oldu. Bunu bilmiyor olabilirsiniz, çünkü Batılı küratörler, Rus yenilikçi sanatının köktenci estetik anlayışına ilgi duyuyorlardı. Bu sanatın kendisine zemin oluşturan siyasetin hakkını vermiyorlar, yani yapıtın yalnızca biçimsel yönünü ön plana çıkartıyorlardı. Dürüst olmak gerekirse, dinsel ve tinsel sanat yapıtlarının (örneğin, ezoterik tinsel inançlar da modernizmden geçiyorlar) da kaderi bu. Biz bu yapıtları sadece resimsel ve biçimsel düzeyde yorumluyor ve artık bizimle doğrudan konuşmayan şeyleri büyük oranda görmezden geliyoruz
Ekim Devrimi’nin 100. yılında, İngiliz Kraliyet Sanat Akademisi’nde açılan sergi “Revolution: Russian Art 1917-1932 (Devrim: Rus Sanatı 1917-1932)”, bu yanlışı düzeltmeye uğraşıyor. Bu engin, geniş ve çok çarpıcı sergide, çoğu, Rusya dışında çok az tanınan, yeni filizlenen Sovyet devletini desteklemek için birçok farklı biçemde çalışan sanatçı karşımıza çıkıyor. Burada geleneksel, yeniyi alt ediyor; simgesel, soyutu yeniyor. İşçinin, sosyalist ütopyanın inşasında rol alarak kahraman konumuna eriştiği, idealize edilmiş bir simgesel biçim olan ve henüz doğmuş bulunan Sosyalist Gerçekçiliğin yanı sıra Lenin ve Stalin’in 19. yüzyıl stili gerçekçi portrelerini görüyoruz. 1924’te yaşama veda eden Lenin, sanatsal konularda alenen tutucuydu ve yenilikçiliğin işçi sınıfını yabancılaştıracağından emin olmaya başlamıştı.
Vera Mukhina’nın “Devrim Ateşi” hiçbir zaman tamamlanamadı, ancak tasarımın kalıntısı ve küçültülmüş bir örneği Moskova’daki Tretyakov Devlet Galerisi’nde bulunuyor (Fotoğraf: Alamy).
Sönen alev
Yukarıdaki görselde, Tatlin Kulesi gibi yapımı asla bitirilemeyen büyük bir bronz heykel modeli yer alıyor. Kübo-Fütürist tarzdaki bu heykel, 1918’de grip salgınından hayatının kaybeden Bolşevik memur Yakov Sverdlov’a saygı gösterisi amaçlı tasarlanmış (Artık bazı tarihçiler sürgündeki Romanovların öldürülmesinin Sverdlov’un verdiği emir doğrultusunda olduğuna inanıyor). Görünürde modernist olan bu eserde, Sosyalist Gerçekçiliğin tüm romantik öğeleri yer alıyor: Sverdlov havada bir meşale tutuyor, tıknaz bacaklarının etrafında bir pelerin girdap gibi dönüyor, saçları geriye yatmış ve başı öne doğru; sanki kararlı bir cesaretle, direnmenin acımasız rüzgârlarına karşı koyuyor gibi...
Mukhina, daha sonra Stalin yönetimindeki Sosyalist Gerçekçi ilk kadın heykeltıraş oldu. Çeşitli madalyalar ve ödüller kazandı ve 1937 Paris Dünya Fuarı’nda İşçi ve Çiftçi Kadın Anıtı ile, en az onun kadar heybetli olan Nazi kartalını yendi. Havada tutulan bir çift orak ve çekiç, meşalenin yerini aldı. O zamana kadar Mukhina gibi sanatçılar, yenilikçiliğin bütün kalıntılarını arkada bırakmıştı.
20’lerin ortasında ve Lenin’in yokluğunda, Sovyet devleti çoktan başarılarına, ulusal söylence yaratma çabasıyla bakmaya başlamıştı. Oldukça basmakalıp olanların yanı sıra, Alexander Deineka, Sosyalist Gerçekçiler arasında şaşırtıcı derecede yetenekli olanlardandı. İç savaşı ve Beyaz Ordu’nun şehre ulaştığı 1919 Ekimini anlatan, 1928 tarihli The Defence of Petrograd (Petrograd Savunması), tüm propaganda değerine rağmen, adeta tuhaf ve şiirsel olarak nitelenebilir. Üst tarafta, yorgunluktan bitap düşmüş, güçlükle yürüyen askerler görüyoruz. Altta ise, öbür tarafa doğru kendine güvenerek yürüyen, yeni silahlanmış ve ülkesi için ölmeyi göze alan devrim kahramanları, güçlü kuvvetli işçiler yer alıyor.
Yazan: Fisun GÜNER
Çeviri: Defne DURU
Kaynak: http://www.bbc.com/culture/story/20170306-when-russian-artists-dreamed-of-a-utopian-future