Öncelikle türe adını veren kelimenin anlamını bir açalım. Zombi, Haiti kültüründe bir büyücü tarafından çeşitli ayinlerle harekete geçen ölü vücuttur. Elbette ki böyle bir şey olamayacağından, kavramı bilimsel temellere oturtmak için 80'li yıllarda Kanadalı etnobotanist Wade Davis, zombilerin farmakolojik durumu ile ilgili iki kitap yayımladı: The Serpent and the Rainbow (Yılan ve Gökkuşağı) (1985) ve Passage of Darkness: The Ethnobiology of the Haitian Zombie (Karanlığın Geçidi: Haitili Zombilerin Etnobiyolojisi) (1988). Davis, 1982 yılında Haiti’ye gitmiş ve orada yaptığı araştırmalar sonucunda, yaşayan bir insanın iki özel tür tozu almasıyla bir zombiye dönüştürülebileceğini iddia etmişti. Birincisi coup de poudre (Fransızca 'toz çarpması') içerisinde bulunan tetrodotoxin (TTX) maddesi nedeniyle ölü benzeri duruma neden olur. Tetrodotoxin Japonların yemek zevkini oluşturan, fugu ya da balon balığı içinde bulunan zehirli toksin ile aynı özelliklere sahiptir. Öldürücü etkisi olan bu maddenin 1 mg’lık dozu insanı günlerce bilinci açık olmasına rağmen, yarı ölü bir durumda bırakabilir. İkinci toz ise (şaşkınlık veren halüsinasyon etkisi vardır) insanı bilinçsiz ve kendi istemi dışında hareket eden zombi benzeri bir duruma sokar. Davis, aynı zamanda bu deneyimleri yaşamış Clairvius Narcisse‘ın hikâyesini de popülerleştirmişti. David’in yaptığı çalışmaların gerçekliği ve doğruluğu üzerinde halen şüpheci görüşler bulunmaktadır. Kimi sinema filmlerinde zombiler yaşayan ölüler değil, salgın bir hastalığa yakalanmış hasta insanlar olarak gösterilmektedir. Kelimenin anlamını kısaca açıkladıktan sonra biraz da bildiğimiz sularda yüzelim.
Efendim, bu tema genellikle 1968 tarihli George A. Romero’nun “Night of the Living Dead” filmiyle parlamışsa da sonraları Hollywood bu işin suyunu çıkararak bu türde çeşitli filmler çekmiş, gişedeki başarıları gördükçe bu konuyu iyice sündürerek harcıâlem bir tema haline getirmiştir. Eldeki örnekler fazla olunca iyi bir seçki hazırlamak da dikkat gerektirir. Edebiyattaki yansımaları birçok okurumuzu ilgilendirmeyecektir ancak şöyle bir bilgi vermek belki ilgilerini çekebilir: William Seabrook’un 1929’da yayımlanan “The Magic Island” adlı eserinde ilk zombi kullanımı görülmüştür. Ayrıca Musevi inanışının ilginç bir ögesi olan “Golem” karakteri de kimi bakımlardan zombiyi andırmaktadır. Biri inanç, diğeri ise hayal ürünü iki olguyu karşılaştırmak ise ancak bu yazıda görebileceğiniz bir garaiptir!
Yukarıda yazdığımız gibi Romero’nun gişe başarısının ardından, zombi filmlerinde ciddi bir artış oldu. Tanıtımlara girmeden önce bu ilginin nedeni hakkında biraz zihin açmak faydalı olacaktır. Tema 1932 yapımı “White Zombie” filminde ilk kez kullanıldığında, dönemin ruhu ve sinema endüstrisi bu temanın yükselmesi için elverişli değildi. Yazılacak çok fazla senaryo vardı ve ilk örnek kabul edeceğimiz “White Zombie” çok iyi bir sinema filmi sayılmazdı. Ancak Romero’nun zombileri, sadece basit bir korku ögesi olarak değil, daha fazla alt anlamlar barındıran ögeler olarak kullanılıyordu. Vietnam savaşı, ekonomik bunalımlar, ırk ayrımı (filmin gösteriminden hemen önce Martin Luther King, suikasta kurban gidecektir), cinsel devrim ve daha nice sosyal sallantı; genel izleyicinin ezberini bozmuştur. İşte tam bu arada, Romero hem ırkçı hem bilinçsiz tüketici hem de daha nice metaforun kolayca kullanılacağı bir tema oluşturup, bunu gayet başarılı bir şekilde ifade etmiştir. Başrolü siyahi bir oyuncuya vererek ırkçılığa karşı bakışını açık etmiş, üstüne bağımsız olarak çektiği 114 bin dolar maliyetli filminden 40 milyon dolar kazanarak, sinema endüstrisine ayan beyan başarısını ilan etmiştir. Daha sonrası ise sinefillerin malumudur.
Bu konuda senaristlerin, yazarların elinde büyük bir kaynağın olduğunu söylersek başımız ağrımaz. Elinizde her türlü şekle girebilecek bir hamur var. Bundan öncelikle korku çıkar ama birazcık hayal gücüyle sosyal eleştiri, komedi, aşk, polisiye, salgın hastalık gibi alt türlere atlayıp ve hatta bir ikisini birleştirip kombine ürünler de yazılması işten bile değildir. Nitekim böyle de olmuştur.
Önce bilinmeyenlerden başlayalım.
İlk örneğimiz Küba’dan. “Kübalı Zombi mi olurmuş?” diyeceksiniz, demeyiniz! Alejandro Brugués, 2011 yılında Küba-İspanyol ortak yapımı bir sinema filmi çeker. Senaryosunu yazmakla kalmayıp, yönetimi de ustalıkla üstlenir. “Juan de los Muertos” (Ölülerin Juan’ı) adlı bu kordela, birçok festivalde önemli ödüller kazanır.
Juan ve arkadaşı Lazaro, Küba’da genel olarak hiçbir şey yapmadan hayatlarını sürdüren iki ayakçıdır. Juan’ın hayatta en çok değer verdiği şey, biricik kızıdır. Aniden baş gösteren bir salgın hastalık insanları zombiye çevirir. Olaylar gelişir.
Kısaca bir zombi komedisi olan filmin ciddi bir eleştirel bakış açısı var. Bu konudaki en büyük eleştirel yaklaşımı Küba’da sosyalizm eleştirisi yapmasıdır. Ancak bu eleştiri kapitalistlerin ellerini ovuşturacağı tarzda, sosyalizmin karşısında kapitalizmin olduğu bir perspektif değil. Filmimiz, son elli yıldır sosyalizmin Küba’da aynı kaldığını, artık kendi içinde bir değişimin gerekli olduğunu savunur. Bunu yaparken Fidel Castro ve Che Guevara’ya cephe alma gibi bir durumu yok, inceden de kapitalizmle dalga geçer. Filmimizin isminden kolayca anlaşılacağı gibi, bu türe meraklı olan sinefillerin kolayca yakalayacağı şekilde eski zombi filmlerine şık selamlar çakıyor. Tüm bunları yaparken izleyiciyi gülümsetiyor. İnsan daha ne ister!
İşkolik bir baba, kızını başka bir şehre götürmek için trene biner. O sırada bir biyolojik tesisten firar eden virüs, halkı zombiye çevirir. Olaylar gelişir. Son yıllarda gittikçe sağlam bir sinematografiyle sinema endüstrisinde (bir sanat dalı için bu nitelemeyi kullanmak ne kadar acıdır bilemezsiniz!) yükselen Güney Kore sineması, 2016’da “Train to Busan” (Busan Treni) adlı filmle zombi filmleri antolojisine ilginç bir katkıda bulundu. İki saate yaklaşan süresiyle, zombi ve Hollywood sinemasının neredeyse bütün klişelerini kullandı. İnsanın bencilliği, kapitalizmin acımasız yüzü, aile bağlarının önemi, feragat/feda kavramı, klostrofobi, aksamayan bir kurgu, insanı başından kaldırmayan bir akış, görmelere seza zombi aksiyonlarının işlendiği filmimizin, güzel iş yapması sonucu ikinci bölümünün de çekildiği açıklandı. “Busan Treni”, zombi temasını bazı mesajları vermek için değil, fon olarak kullanan filmlere Uzakdoğu’dan güzel bir örnek.
Sırada kafamı ciddi ciddi karıştıran bir film var. Konusunu, afişini, fragmanını şöyle bir inceleyince aklınıza gelen düşünce şudur: “Vampirli, kurtadamlı, cadılı, uzaylı, ergen gençlik filmleri var. İşte bu da zombilisi.” Ergen gençlik filmi olarak izleyecek olursanız tüm klişeleri karşılar. Fazla popüler olmayan başroller, yardımcı rollerde tiyatrodan gelmiş sağlam oyuncular (Örneğin John Malkovich), mantık barındırmayan senaryo (zombi filminde mantığın ne işi vardır?), yağmur altında öpücükler, üstü kapalı cinsellik, özenli CGI çalışması; hepsi bittamam vardır.
Lakin yönetmenimizin çok ince gördüğü bazı detaylar vardır ki, filmimizi standart ergen genç zombi filmi kategorisinden ayırmaktadır. Misal : Filmimizin başında esas zombimizin iç konuşmasıyla şöyle bir monoloğu vardır "-Eskiden çok daha iyiydi herhalde, herkesin kendini ifade edebildiği, duygularını aktardığı ve arkadaşlıklarımızın tadını çıkarabildiğimiz zamanlar..." Bu monolog uzarken mekânın zombisiz haline bir hareketli geri dönüş yapıyor ve insanları gözlüyoruz. Bir de bakıyoruz ki, insanların tümü cep telefonuyla hemhal, tüm dış etkenlerden azade bir akış içindeler. Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inin ünlü balkon serenat sahnesinin göndermeleri, konteynerde hurda biriktiren koleksiyoner zombi başrol (burada muhteşem animasyon Wall-E’ye gönderme aşikârdır), yine aynı başrolümüzün Kim Kardasian’a attığı nazarlar, gayet dozunda bir mizah, sahnelere uygun bir müzik kullanımı, finalde “bir insan sevmekle başlayacak her şey” mesajı (ki bu mesajı almak için Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı şahane öyküsünü de okuyabilirsiniz. Bu ifade orada geçer) ve bunun gibi nice ince alt mesajlar. 2013 tarihli “Warm Bodies” (Ilık Vücutlar) adlı beylik Hollywood filminin, genel çerçevesi çok sıradan olsa da meraklı bir gözle izlendiğinde içinde dikkatli izleyicinin hoşuna gidecek pek çok detay var. Ne diyelim: Genç ergenli zombi filmi severler izlesin, vasat altı sinefil izlemesin, dikkatli sinefil dikkatli izlesin...
Frontal lobunu, omurilik soğanından daha fazla kullanan değerli okur!
Depresif zombiler konusunda da hazırlıklarım vardı ancak içinde bulunduğumuz bu durumda depresyonun kime ne faydası var ki (hele de depresif zombilerin)? Buna mukabil bu türün içinde neşeli filmler de olduğunu müjdeleyerek şahane bir sinema filmine geçiyoruz.
2004 yılında Edgar Wright’ın, ileride “Cornetto Üçlemesi” ismini alacak serisinin ilk filmi yayınlandı. Önceki satırlarda bahsettiğimiz “Juan de los Muertos”un ismini alıntıladığı kordelanın adı “Shaun of the Dead”tir. Aslına bakacak olursanız bu film de adını, daha da yukarıda yazılan George A. Romero’nun “Night of the Living Dead” adlı yapımından alıyor. Şu zombi filmleri yönetmenleri pek saygılı doğrusu, çalışmalarının içinde birbirlerinin işlerine atıf yapmadan duramıyorlar.
Kendine has üslubu olan ender yönetmenlerden Wright, ilk kez bu türe el atmış ve başarılı bir iş kotarmıştır. Sosyal ve ekonomik açıdan örnek bir kaybeden olan başrolü filmin sonunda kahramanlığa terfi ettirmiş, ileride kendinden söz ettirecek bir filme de imzasını atmıştır.
Filmimizin konusu çok beyliktir. Shaun ve Ed kendi halinde iki düz vatandaşken, bilinmeyen bir virüs etkisiyle insanlar zombileşir, olaylar gelişir. Bu senaryoda gerek yönetmen gerekse senaristin fazlaca bir metafor kullanımı endişesinde olmadığını varsaymama karşın, türün meraklıları filmin en olmadık yerlerinde bolca metafor bulmuşlardır. Romero’nun filminde insanların kurtulmak için süpermarkete sığınmalarına karşın, Wright’ın filminde bir “pub”a sığınmaları, bizi tüketimin değil sosyalleşmenin bir arada kalmamızın, kapitalizmin çarkları arasında ezilmemizi engelleyeceğini; filmdeki türde bir salgınla karşılaşmamız halinde bile kimi zaman günlük rutinimizin bu salgının zaten zuhur etmiş hali olduğu, hayatımızın kimi anlarında aslında bir nevi zombi yaşantısı sürdüğümüzü gösteren bir içeriği olduğu kimi eleştirmenlerce dile getirilmiştir.
Şunu belirtmeliyim ki, Zombilerin Shaun’unu izlerken hiç metafor aramanıza, subliminal mesajlar didiklemenize gerek yoktur. Birçok sahnesi, daha sonra izlendiğinde bile değişik tatlar yakalanabilecek filmimizi izlemeden önce, inanma/aklıselim duygunuzu dışarıya portmantoya bırakacak, eğer mümkünse kafa dengi arkadaş grubunuzla oturacak, bir saat 39 dakika boyunca bazen gülümseyerek, kimi zaman gülerek, sıklıkla da bir sonraki sahneyi merak ederek bir güzel vakit geçireceksiniz.
Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz gibi, neşe ve kahkaha bu sefil ve kısa hayatımızın en büyük lütfudur. O ne zaman kapımızı çalarsa sonuna kadar açmalı ve çalmazsa arayıp bulmalıyız. Bu satırların yazıldığı karantina günlerinde ise bunu yapmak her zamankinden önemli. O yüzden bırakınız hüzünlü, depresif şarkıları/kitapları/sinema filmlerini; yoğunluğunuzu akıl fikir ürünü ve sizi gülümsetmeye yönelten mecralara verin. İş bu nedenle; özellikle yazımızın son önerisini izlemenizi hararetle öneririm. Bunun Hollywood versiyonunu izlemek isteyen olursa da 2009 tarihli “Zombieland” adlı pelikulaya bir göz atabilir.
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Temmuz 2020 sayısında yayımlanmıştır.