Squid Game’in sefilleri

Yazan
Emrah Maraşo
Bilim ve Ütopya Genel Yayın Yönetmeni
Yazının Okunma Süresi
3 dakika

Bu yazı spoiler içermektedir. Diziyi henüz izlememiş olanlar dizinin içeriğiyle ilgili seyir zevkini kaçıracak bilgiler edinebilirler. Diziyi izlemeyi planlıyorsanız bu yazıyı şimdilik okumamanızı öneririz.

Squid Game son günlerin en çok izlenen ve konuşulan dizisi. Ancak değinilen noktalar daha çok dizideki çocuk oyunları, şiddet ve çeşitli bölümlerde kullanılan ürünlerin piyasaya sunulması gibi ikincil ve araçsal meseleler. Dizinin ana mesajının üzerinde durulmaması gerçekten de ilginç çünkü bu mesaj bütün açıklığıyla, yoruma yer bırakmayacak kadar net bir şekilde veriliyor. Tam da bu nedenle dizideki diğer unsurların mesajı gölgelediği gibi bir durumdan bahsetmek doğru olmaz.

Dizi ne anlatıyor?
Squid Game çocuk oyunlarını yetişkinlerin oynaması üzerinden ilerleyen bir dizi. Ancak görünenin ardındaki gerçek bu değil. Oyuncular borç içinde yüzen, hayatın içinde her gün katlanılmaz sorunlar yaşayan çaresiz insanlardan oluşuyor. Son umut olarak kendilerine yapılan teklifi kabul ediyorlar ancak şoku ilk oyunda yaşıyorlar: Kaybedenler yenilginin bedelini hemen o anda canıyla ödüyor! Kapitalizmin “uyan yaşar, uymayan elenir” kuralının saf örneği oyunda gerçekleşiyor; ancak endişeye gerek yok, merak etmeyin burada da demokrasi hâkim! Eğer yarışmacıların oy çokluğu sağlanırsa oyun iptal ediliyor. Nitekim ilk önce oyuncular bu seçeneği kullanıyor ve kendi hayatlarına yani her gün cehennemi yaşadıkları, bunalım dolu günlere dönüyorlar ancak ölümleri pahasına tekrar oyun oynamayı kabul ediyorlar. Squid Game aslında neoliberal kapitalizmin yoğunlaştırılmış bir temsili: Sistemin işçi sınıfına ve emekçi halka uyguladığı incelikli şiddetin saflaştırılmış haliyle, yoksulları birbirine düşman eden rekabetçiliğiyle, oyunu kaybetmenin bedelinin ağır olmasıyla ve kurulu düzenin insanı vahşi bir hayvana dönüştürdüğü gerçeğiyle saf bir örneği.

Yabancılaşma ve insanlık düzeni
Ancak sistem sadece ezilenleri değil onun sahiplerini de insanlıktan çıkarıyor. Efendilerin kendi türdeşi olanlara bakışını nesneleştiriyor ve onları yabancılaşmanın doruğuna tırmandırıyor. Efendilerin insanlaşması için onlara karşı insanlık kavramıyla yapılacak mücadelenin tek çıkış yolu olduğunu söylüyor yönetmen ve ana karakteri şöyle konuşturuyor: “Biz yarış atı değiliz, insanız!” Tabi toplumsal çelişkinin temel çözümü insanlık çağrısı naifliğiyle sağlanamayacak boyutlarda çünkü yabancılaşma özel mülkiyet sonucu başımıza bela olan bir hastalık ve özel mülkiyetin doruğu da kapitalist sistem ve onun rasyonalitesi. Ürünlerin fetişleştirildiği, insanların şeyleştirildiği, insanlar arasındaki ilişkilerin meta ve para ilişkisine dönüştüğü, insanın emeğinin ve ürünlerinin ondan bağımsızmış gibi göründüğü ve tüm bunların ana kaynağının da emeğin meta haline gelmesinin olduğu bir sistem. Dolayısıyla kapitalizmin nihai olarak aşılması ancak sınıfsız toplum ufkuyla yani komünizmle ve bu uğurda mücadeleyle mümkün. Ancak diziyi elbette buradan eleştirmiyoruz ve bu tür bir eleştiri de çocuksu olur ve “ya hep ya hiç” sekterliğini taşırdı. Sadece bu çağrının yani insanlığa olan vurgunun ve insanlaşmanın tek mümkün yolunun hangi sistemden geçtiğini söyleme çalışıyoruz. Dizi mevcut düzeni teşhir ettiği, onu kabuğundan soyduğu, üzerindeki efsunu bozduğu ve süsünden arındırıp çırılçıplak önümüzde koyduğu için bu yola hizmet ediyor.

Güney Kore yapımı olması tesadüf mü?
Dizinin neden en gelişmiş kapitalist ülkelerden birinin değil de Güney Kore’nin ürünü olduğu üzerine düşünülmesi gereken bir konu. Bilindiği gibi Güney Kore serbest piyasanın zaferi olarak yıllarca örnek ülke diye gösterildi dünyaya. Çünkü geriden gelmiş ve büyük bir sıçrama yapmıştı. Model olarak öne çıkarılmasının en büyük nedeni kuşkusuz Kore savaşı ve ardından kurulan sosyalist Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’yle yapılan rekabetti. Bu başarı öyküsü hep söylendiği gibi liberalizmin değil aslında devlet korumacılığının, gümrük duvarlarının, sübvansiyonların bir ürünüydü. 1960’lı yıllarda başlayan hikâye 80’lerin sonuna kadar devam etti ancak daha sonra esnek çalışma, grev hakkının ortadan kaldırılması, mücadele eden yüzlerce sendikacının ve işçinin tutuklanması, sınırsız sermaye tahakkümü, alım gücünün düşmesi ve toplam olarak neoliberalizme geçişle birlikte ortadan kalktı. Güney Kore sınıflar arasındaki uçurumun büyüdüğü ve dünyadaki intihar oranlarında ilk 10’a giren ülkelerden biri haline geldi. Emperyalist-kapitalist sistem içinde yer alan ama o sistemin merkezi olmayan, fakat yine de ortalamanın üstü bir örneği olan ülkede Squid Game ve onun öncesinde de yine sınıflar arasındaki adaletsizliği işleyen ödüllü Parazit filminin çıkması tesadüf değildir. Ancak dünyada genel olarak hem sinemada hem de resimde kapitalist sistemin eşitsizliğine yönelik eleştirinin, içinde yanlış eğilimleri barındırsa da yükselişte olduğunu görüyoruz. Örneğin Marion Cottilard’ın başrolünü oynadığı İki Gün Bir Gece filmi de bunun parlak örneklerinden biriydi.

Neoliberalizme karşı anne teması
Dizinin en önemli tutunma noktalarından biri de anne kavramıdır. Nitekim iki ana karakterin anneleri için mücadele etmesi, aslında anneliğin insan olma durumunun karşılıksız emek ve fedakarlıkla vücut bulmuş hali olması dolayısıyladır. Anne bir tür olarak insanlığın öz yurdudur ve çocuksu masumiyetinin aynasıdır. Düştüğümüzde, acıktığımızda, ağladığımızda annemize sığınırız ve onu savunmak aslında son kaleyi savunmaktır. Dizinin final bölümünde başat karakterlerden birinin ölmeden önce “annelerimiz bizi yemek hazır diye çağırırdı ama artık bizi kimse çağırmıyor” diye anne üzerinden bir yalnızlık vurgusu yapması da bu nedenledir. Düzen annemizi de elimizden almıştır veya almak üzeredir. İşte anneyi neoliberalizme karşı bir bayrak yapmak ve onun başını dik tutmak Doğu Avrupa sinemasının bazı örneklerinden sonra dizinin de en temel vurgularından biri olmuş durumda. İnsan kendi toplumsal özünü ortadan kaldıran saldırıları gördükçe doğasına sığınıyor. Bu doğanın üzerine oturmuş, onu bastırmış olan sistemi kaldırıp atmak istiyor. Çünkü biz sosyal varlıklarız, bebekliğimizden ölümümüze kadar. Daha 18 aylık bebeklerle yapılan deneyler bile sözünü ettiğimiz gerçeği açık bir şekilde gösteriyor.

Kapitalizm bir azınlık sistemidir ve tepki kaçınılmazdır  
19. yüzyılda roman, sistemin eşitsizliklerine karşı emekçilerin yükselen sesiydi. Şimdi ise geri dönüşsüz olarak görsel sanatlar, önce sinema ve şimdi sinemayı aşan diziler bu tepkinin formlarını oluşturuyor. Squid Game’in bir tekelci platformda gösterilmesi bu gerçeği değiştirmez çünkü kapitalizm en başta azınlık sistemidir. Öyle olduğu için bir yanıyla ideolojik hegemonya inşa etmek ve kendisini meşrulaştırmak zorundadır ancak öte yandan, azınlık karakteriyle malul olduğu için de kendisine yönelik tepkilerin ortaya çıkması ve üstelik bu tepkilerin kendi taşıyıcı kolonları üzerinden ifade edilmesi kaçınılmazdır. Özellikle ekonomik ve sosyal bir krizin yaşandığı dönemlerde bu durumun sadece olası değil mümkün olduğunu da görüyoruz.

Ezilenlerin hikayesi
Dizinin aynı zamanda yazarlığını yapan yönetmenin söyledikleri de düşündüklerimizin doğru olduğunu gösteriyor: “Hikaye günümüzün rekabetçi toplumunu yansıtıyor. Bu, ezilmişlerin hikayesi. Kazananlar seviye atlarken yaşamın güçlükleri karşısında bocalayan ve geri düşenlerin hikayesi.”

İnsan için kök…
Squid Game yüzyılımızın sefillerini ve insanlık özlemini sistemi teşhir ederek anlatan bir yapım. Benzer örneklerinin önümüzdeki dönem ortaya çıkacağını ve ilgi çekeceğini düşünüyoruz çünkü insan kendi gerçeğiyle yüzleşmek ve potansiyellerine tutunmak istiyor. Bunun önünde hiçbir güç duramaz. Marx’ın deyişiyle “insan için kök, insanın kendisidir.”

Kültür