Bu ay biyopunk’ın bulanık sularında yelken açan bir kitap ve bir sinema filmi yazacağız değerli hayalperestler!
Biyopunk’ın depresif ağabeyi cyberpunk’tan farklı bir havası vardır. Zaten öyle olmasaydı farklı bir adı da olmazdı! Cyberpunk’ın bu fütüristik kuzenini, ileride didikleyeceğimiz cyberpunktan daha önce yazmamızın nedeni ise yaşadığımız günlerdir. Uzadıkça tatsızlaşan salgın bir yandan, genetiği modifiye edilmiş gıdalar diğer taraftan, CRISPR teknolojisinin kullanım alanlarının gitgide artan kullanım alanları (CRISPR ile modifiye edilerek doğan ikizler var!) öte yandan[1], sanki etrafımızda gittikçe daralan bir çember misali; zihni biyopunk bilimkurguya yönlendiriyor.
1998’de Amerikalı bilimkurgu yazarı Paul Di Filippo “RIBOFUNK: The Manifesto” diye bir bildiri yayınlar.[2]İlginçtir ki Filippo’nun Ribofunk olarak adlandıracağı türe kitleler biyopunk adını verir ve böylece bilinir. Bilimin, biyoloji ve gen mühendisliği kulvarlarında hızlıca koşturması, hayalperest kalem şövalyelerini harekete geçirir ve bu konuda art arda eserler verilmeye başlanır. Cyberpunktaki siber ağların yerini genetik değişimler, biyoteknoloji şirketleri, salgınlar, virüsler alır; bu da işlenen konuların günlük hayattaki yansımalarını gören okurlar tarafından ilgiyle karşılanır. Bu türde üretilen bilgisayar oyunları (Bioshock, Resident Evil vs.)[3] ise edebiyattan fazladır (neticede post-truth çağındayız!). Bu konuda sadece kişisel olarak saptayabildiğim bir durum ise: biyoteknoloji ile hemhal biliminsanlarının kullandıkları yöntemlerin insan evladına daha rahat ve konforlu bir hayat vadetmelerine karşın bu alanda verilen bilim dışı eserlerin neredeyse tümü distopyadır.
Paolo Bacigalupi 2009’da yayımlanan ilk romanıyla büyük başarı elde etti. Daha önce çeşitli bilimkurgu dergilerinde etkili sayılabilecek öyküleri yayımlanan genç yazar, bu ilk romanıyla hem Hugo hem Nebula ödülleriyle birlikte John W. Campbell Memorial Award gibi itibarlı bir ödüle layık görüldü. Kitap Japonya, Almanya ve Fransa’da da çeşitli bilimkurgu ödülleri topladı. The Windup Girl isimli kitap, üç yıllık bir gecikmeyle ülkemizde “Kurma Kız” adıyla yayımlandı.
500 sayfa, 50 bölüm, 5 karakter. 23. yüzyıl, fosil yakıtlar çoktan tükenmiş, insanlık artık nasıl badireler atlattıysa o günlere zorlukla gelebilmiş, enerji sağlamanın ve biriktirmenin yolu kimyasal/nükleer yöntemler değil kinetik/mekanik yöntemler, beslenme konusunda tüm dünyada bir açmaz var. Şu an yaşadığınız zamanın çok silik bir gölgesi yaşanıyor. Konvansiyonel silahlar (bildiğiniz tabancalar, tüfekler) barutlu değil, yaylı diskler atıyor. Enerjinin aktarımı zemberek tarzı yaylarla sağlanıyor. Bu yayları kuranlar ise genetiği değiştirilmiş fil benzeri “megodont”lar. Bunlar ve kitaptaki birçok nesne “gengineered” olarak nitelendirmiş yani genetiği tasarlanarak inşa edilmiş. Küresel ısınmanın etkisiyle sular yükselmiş ve birçok büyük kent sular altında kalmış. Dünyanın dominant gücü, devletler değil küresel güç haline gelmiş gıda şirketleri. Temel besinlerde daha çok, daha sağlıklı, daha dirençli, daha uzun raf ömürlü olmaları için yapılan genetik müdahaleler sonucunda temel gıdalar eski hallerinden çok uzaktalar. Bu değişiklikler aynı zamanda genel ölümcül salgınlara yol açan sibiskoz, habbe pası gibi yeni nesil hastalıkları doğuruyorlar. Gen korsanları gıdaların genetik kodunun peşinde hem besini hem hastalığı kopyalayıp, kaos yaratıyor. Bu karmaşadan göreceli olarak kendini kurtaran yegâne ülke Tayland. Romanımız da “özgür insanlar ülkesi” Tayland’da geçiyor.
Anderson Lake, yerel pazardan bir meyve alıyor ve bilimkurgu okuru bu biyopunk distopyanın içine balıklama atlıyor. İlk bölümdeki farang (Taylandlıların yabancılara verdiği isim) Anderson Lake haricinde, mülteci Hok Seng, kurma kızımız Emiko, Çevre Bakanlığı komiseri eski muay thai güreşçisi Caydi ve Gibbons adlı karakterlerimizin, her bir bölümdeki yaşadıkları romanın genel atmosferini size içten içe yaşatıyor. Karakter ve olay odaklı bir roman olmasına, Türkçe tercümesinde çok fazla dipnot gerektiren Tayland dilindeki sözcüklere karşın ilk beş bölümü atlatıp döngüye girdiğinizde kendinizi kaptırmamanız imkânsız. Şöyle açıklamaya çalışayım: Orsa seyrinde uygun rüzgâr buldunuz ve tramola attınız. Yelkenlerin dolması için (genellikle sıkılarak) birazcık beklemeniz gerekir. İşte bu bekleme süresi, Kurma Kız’ın ilk beş bölümüdür. Sonra yolunuzu alır ve hızlanırsınız.
Daha sonraki romanları aynı başarıyı göstermeyen Bay Bacigalupi (Bu anlamda kendisini bilimkurgu galaksisinde bir süpernova olarak tanımlayabilir miyiz? Bence tanımlayabiliriz.), sokaklardaki ekşimiş çöpün kokusunu, insanın üstüne yapışınca çıkmayan nemi, fundamentalistlerin sabit bakışlarını, sistemin çürümüşlüğünü (üstelik betimlenen ülke, yazılan dünyadaki en iyi sistem) ve hatta genetik olarak inşa edilmiş insansıların hissettiklerini okuyucuya aktarmayı çok iyi beceriyor. Daha önceki yazılarımızda çok bahsettik: bilimkurgu yazmak zor iş. Zihninizde bir dünya kuracak ve okuyucuyu buna inandıracaksınız. Eğer on yıl önce okumuş olsaydım burun kıvıracağım bu roman; salgının gönüllü tecritinde okunduğunda, kitap kurtlarının zihnine olmadık sorular sorduruyor. Günümüzden iki yüzyıl sonra, herhangi bir salgın başladığında alınacak önlemlerin 14. yüzyıldaki kara veba salgınıyla aynı olması ise distopyayı amacına uygun bir hale getiriyor: Bilmenin verdiği kötümserlik.
1865 Yılında Ay’a Seyahat’i yazan Jules Verne’in hayalinin gerçekleşmesi 104 yılı buldu. Bacigalupi’nin betimlediği bu distopik dünyadaki gelişmelerden bazılarını ise halihazırda yaşıyoruz (genetiği değiştirilmemiş mısır yemeniz imkânsız mesela). Öngördüğü distopik dünyanın gerçekleşmemesi dileğiyle, didikleyeceğimiz ikinci biyopunk distopya örneğini sinemadan seçiyoruz. “Little Joe”
2019 tarihli, İngiltere-Avusturya-Almanya ortak yapımı, Jessica Hausner’in yönettiği sinema filmini, Ağustos sayımızdaki sıkıcı yazımızın içinde bir yerlere iliştirmiştik. Kitlelerin pek itibar etmediği, sinemalarda da uzun süre gösterilmeyen filmimizin türü için popüler kategorilendirme sitesi IMDB, drama-korku-gizem etiketlerini uygun görmüş. Katılmıyoruz.
Nedir: Filmimizin hiçbir yerinde görsel bilimkurgu ögeleri bulunmamasına karşın usumuzda bilimkurguyu tanımlamak için gerekli iki önemli ögeyi barındırdığından (novum ve bilişsel yadırgatma) bu esere rahatlıkla bilimkurgu ve hatta bilimkurgunun son günlerdeki popüler alt türü biyopunk distopya diyebiliriz.
Muhtemelen İngiltere’de pek de uzak olmayan bir gelecekteyiz. Kadın başrolümüz Alice, Joe adlı yeniyetme çocuğuyla birlikte yaşayan yalnız bir anne. Bir çiçek firmasında çalışıyor. Melezleme ve gen teknolojisi ile yeni türler oluşturuyorlar. Çiçek ıslahçısı Alice, yeni geliştirdiği çiçeğe, oğluna ithafen “Little Joe” ismini verir. Gen modifikasyonunun ürünü olan bu varlığı imkânsız bitki (çünkü yaprakları yoktur ve üreyememektedir), kendine gerekli ilgi ve bakım sağlandığında sahibini mutlu eden hormonlarla dolu nefis bir koku yaymaktadır. Deneme aşamasındaki bitkinin kimi yan etkileri olduğu ortaya çıkar, olaylar gelişir.
105 dakikalık filmimizin temposunun çok yavaş olduğu, aldığı ödülleri hak etmediği, sonunun şıpınişi çıkartılabildiği gibi nedenler hakkında mebzul miktarda eleştiri mevcuttur.
Dikkate almayınız efendim!
Kordelamız (bir zamanlar böyle derlerdi sinema filmlerine) her şeyden önce dantel gibi işlenmiş bir işçiliğe sahiptir. Eğer sinema filmlerini izlemekten okumaya terfi etmiş bir sinefilseniz, filmimizin vermek istediği düşünceleri bir kenara koyarak yalnızca kamera açılarına, renk kullanımına, müziklere odaklanarak haz alabilirsiniz. Ancak bunların üstüne bir de bilimkurgu hayalciliğine sahipseniz, keyfiniz karamelize olmuş ekmek kadayıfının üstünde manda kaymağı bulmuş şikempervere taş çıkartır.
Pelikulamızın (bir zamanlar sinema filmlerine böyle dendiği de olurdu!) asıl başarısı ise, izleyicinin distopya olarak idrak ettiği senaryonun, senaryodaki gerçekliği yaşayan hayali karakterler için adeta bir ütopya olmasıdır (Aldoux Huxley ve Cesur Yeni Dünya’sına bin selam!). İzlemesi meraklandırıcı (bu merak bariz bir meraktan daha ziyade bâtın bir meraktır) olduğu gibi bittikten sonra da zihinde farklı kapıları açar ve sorular sordurur. Gen müdahaleleri nereye gitmektedir? Kârlılık nelerin üstüne basabilir? Ergenlerin değişimi bizleri ne kadar etkiler? Ve daha neler! Esin kaynağı olarak Mary Shelley’nin Dr.Frankenstein adlı eserini almış bu eser, sordurmak istediği soruları gengineering eylemiyle verdiği için, bizce biyopunk distopyadır.
Bilimkurgudaki biyopunk distopyaların çizdiği tablolar, günümüz okuyucusu/izleyicisi için pek bir karamsar. CRISPR ve genetik bilimiyle hemhal bilim insanları, bu teknolojilerin, insanlığın önüne, geniş çayırlara açılan yeni bir kapı açtığını bildiriyorlar. Onlara göre, bu gelişmeler insanlığın birçok kadim derdine son verecek. Kimi genetik hastalıkların kolayca tedavisi, herkes için bol-ucuz-sağlıklı yiyecek ve daha niceleri! Ancak bilimkurgucular, bu türün tarihindeki genel akışın tersine bu yeniliklere karşı oldukça temkinliler. Biyopunk distopya da bunların bir yansıması.
Enseyi karartmanın kimseye faydası yok. Bundan sadece yüzyıl önce ortaya çıksaydı nüfusumuzun oldukça fazla bir oranını yok edecek bir salgından, bilim insanlarının gayretleri sayesinde (neredeyse) kurtulma arefesindeyiz. Bu gulguleli zamanlarda; ne sahte bilimcilerden, ne astrologlardan ne de dini liderlerden salgından kurtuluşa dair somut bir açıklama ve fayda görmedik (zaten göremezdik de!). İnsanlığın kurtuluşu için bel bağladığımız yegâne nirengi noktası bilim oldu. Kurtuluş da; göklerden, yıldızlardan, aniden beliriveren aydınlanmalardan, vahyedilen formüllerden değil bilimin basamak basamak çıkılan merdivenlerinden geldi/gelecek. Öyleyse: Hayal etmek, bununla ilgili sorular sormak, geleceğe yönelik çıkarımlar serbest ama bilimin ipini bırakmamak koşuluyla.
Bilimin ışığından kaçmayan, hayalgücünü de ihmal etmeyen değerli okurlar. İyi okumalar ve eğlenceli seyirler dilerim…