“2001 A Space Odyssey”: Bilimkurgunun olmazsa olmazı

Yazan
Süleyman Erharat
Yazının Okunma Süresi
9 dakika

Nadir ve kıymetli hayalperestler;

1968 yılını şöyle bir gözünüzün önüne getirmenizi istirham ediyorum. Bu anımsama; elbette ki bu satırları okuyan kişi için, bilimkurgu eksenli olacaktır. O sene vizyona “Yeşil Çamur” (Green Slime), “Göksel Zombiler” (The Astro Zombies), “Fu Manchu’nun Kanı” (The Blood of Fu Manchu) gibi akıllara ziyan afişleri de olan zihin tokatlayıcı bilimkurgu filmleri girecektir. Özel efektler henüz ancak misina ile sallandırılan maketler seviyesindedir. Sputnik ile uzay yarışında öne geçen Sovyetler Birliği’ni, Ay’a ulaşmak için yanıp tutuşan bir ABD takip ediyordur (nitekim 21 Aralık’ta Apollo-8 Ay’a doğru yola koyulacaktır). Bilimkurguda altın çağın geride kalmasına karşın etkileri sürmekte, bu konuda ciddi eserler veren ustalar genelgeçer space-opera çöplerinin arasından sıyrılmaya çalışmaktadır. Televizyonu açtığınızda görüntüye ulaşmak için uzunca beklemeniz gerekmektedir (malum tüpler ısınacaktır). Kredi kartı yoktur. İnternet yoktur. Bilgiye ancak kütüphanelerden ulaşılmaktadır (daha mı iyiymiş ne?). Soğuk savaş tam gaz devam etmekte, ilk açık kalp ameliyatı yapılmakta, TRT Ankara Televizyonu deneme yayınına başlamakta, memleketimizde ilk kadın trafik polisi göreve gelmekte, Martin Luther King’e suikast düzenlenmekte (Amanın! Uzuyor bu paragraf. Kısa kesmeli!) velhasıl şurup şeker günler yaşanmaktadır. Ancak özellikle sinemada bilimkurgunun yeri bellidir: Çocuk eğlencesi.

Burada bir ara verip iki kişi hakkında özet geçelim.

Ancak yedi film çekmiş 40 yaşında bir yönetmen. Hiç Oscar alamamış (13 adaylığına karşın). Amerikalı ama İngiltere’ye yerleşmiş. Filmlerinin gişesi pek parlak değil. Saplantı derecesinde mükemmeliyetçi. Birlikte çalışılması kâbus gibi bir insan.

51 yaşında bir yazar. On bir kitabı var. Sadece yazar değil, birçok şapkası var. 

Yönetmenimiz efsanevi Stanley Kubrick, yazarımız ise bilimkurgunun üç ustalarından “Dean” lakaplı Sir Arthur C. Clarke’dır.  

Kubrick dört yıl önce çektiği “Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb” adlı distopik filminden sonra bir bilimkurgu çekmeye hâllenmiştir. Clarke’ın 1951’de yazdığı “Sentinel” adlı öykü ilgisini çeker. İki ego buluşur ve planlar yaparlar. Clarke, öyküyü bir roman haline getirecek, bu meyanda senaryo da eşzamanlı olarak yazılacak, aynı zamanda film de çekilecek ve ikisi de aynı anda piyasaya sürülecektir. Clarke işe koyulur, öyküyü genişletir, sinopsisi oluşturur, senaryoyu Kubrick ile birlikte çatar, romanı bitirmeye koyulur.

Kubrick filmi çekmeye başlar. Ama öyle kolay değildir bu. Ön hazırlığı ve planlaması bile uzun zaman alır (derin su olta balıkçılığı gibi düşünmek gerektir. Teferruatı çok fazladır ama en önemsiz bir detayı bile atlarsanız karaya eli boş dönersiniz). Öyle ki yapımcılar “2001 filmin adı mı yoksa gösterime gireceği tarih mi?” diye afra tafra yapar. Bayan Kubrick’in sevgili oğlu ise hiç umursamaz böyle ayrıntıları. Özel efektlerden kullanacağı müziklere, kostümlerden çekim açılarına, dublajda hangi sesin kullanılacağından kırılacak kadehin cesametine (kadeh deyip geçmeyelim, filmde insan hayatının metaforudur) her şeyi ince ince dantel gibi işler. Sadece özel efektlerin çekimi 18 ay sürer. 500 saatlik çekim yapılır (çekimlerin şimdiki gibi sabit disklere dijital olarak değil, selüloit kordelalara yapıldığını, bunun da maliyetinin çok yüksek olduğunu dikkatlerinize sunarım). En nihayet deneme gösterimleri başlar. Bu sırada Clarke ve Kubrick arasında görüş ayrılıkları olduğunu biliyoruz. Kubrick, uzun süren uzay yolculuğunun sıkıcılığını seyirciye aktarmak için bir astronotu 10 küsur dakika çemberde koşan hamsterlar gibi aynı yerde (üstelik de çember formu üzerinde) koşturur. Bunu izleyen Clarke’ın deneme gösterimini gözyaşları içinde terk ettiği söylenir. Nihayet film, “makul” bir süreye indirgenir (2 saat 49 dakika). New York’taki ilk gösterimde seyircinin önemli bir kısmı film bitmeden salonu terk eder. Salondan kaçan kalabalığın içindeki Rock Hudson “birisi bana bunun ne halt olduğunu söyleyebilir mi?” der. İzleyiciler ikiye bölünmüştür. Kimileri filme çöp muamelesi yaparken, bazıları (nasıl da biliyoruz onları!) yere göğe sığdıramaz.

Kubrick film çekmemiş, mükemmel bir görsel eser yaratmıştır. Filmin ilk 25 ve son 23 dakikasında (yani toplamda 88 dakikalık bir sürede) hiç diyalog yoktur. Fotoğrafçı geçmişinden gelen birikimle her kareyi ince hesaplarla kurgulamış, dönemin space-opera (haydi space-opera demeyelim) genel sinema metodolojisinden çok farklı bir yapıtı ortaya koymuştur. Yönetmene göre görsel bir eser her yorumlayana göre farklı bir şey anlatır. Bunun için, izleyeni mümkün olduğunca az yönlendirmek gerektir. O da tam bunu yapmış, zengin ve hesaplı bir görsellikle izleyiciyi provoke etmiş, omuzlarının üstünde taşıdığı gri kütlenin daha farklı çalışmasını amaçlamıştır.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Klasik sinema izleyicisi, filmi bitiremeyecektir (nasıl ki Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı bitirenler, başlayanların çok azını oluşturuyorsa). Oysa bir tablonun kendisinde duygular oluşturabilecek kadar estetik birikimi olan, şeylere bulunduğu yeri değiştirerek farklı açılardan bakabilen, bilimkurguya yakın duran, köşeleri olmayan, hayatında kesinliği az (ölümden başka bir kesinlik yok aslında), siyah beyazdan farklı renklere açık, şanslı lakin bahtsız azınlık için; arşive atılır, her seferinde başka hazlarla izlenir.

Fakir; aydınlanma serüvenine oldukça geç yaşlarda başladığından filmi ilk kez bir yeniyetmeyken izlediğinde derhal Rock Hudson’la bir fikirdaşlık kurdu. Koşar adım uzaklaştı Vefa Açıkhava Sinemasından (filmimiz 1973’te ülkemizde gösterime girmiştir). Yıllar sonra Richard Strauss, Nietzsche, Ubermensch gibi insanlara/kavramlara yakınlık kurduğunda başka bir gözle izledi filmi. Kendi muhayyile ve birikiminin yetersiz olduğunu hissettiğinde, başka yorumları karıştırdı (bilmemek değil öğrenmemek ayıp!). Hazmettiklerinden yeni tatlar aldı ve hâlâ da alıyor (en son çıkarımım: Starchild’ın, Ubermensch’den üstün olduğudur).

Filmimizin gördüğü bu ilgi beyhude değildir. Çevrildiği dönemin baskın kültürel yapısına muhalif ve çığır açıcı bir çabadır. O zamanlardaki Fu Manchu’nun Kanı’ndan, günümüzdeki süper kahraman filmlerinden çok daha iyi bilimkurgudur. Amacı, evrenin sonsuzluğu içindeki mikroskobik yaşamımızın köklerini dışarılarda aramayı zihinlere zerk etmektir. Dünya dışı uygarlıkların simgesi olarak da bilinen uzaylı yaşam formlarının hayal güçlerimizdeki yansımaları yerine (ki 60’lardan günümüze bu konuda fazla bir ilerleme kaydedilememiştir) siyah bir monolit levha kullanmıştır. Filmde üç kez görünen bu levha, insan evladının evrimindeki sıçrama noktalarını işaret etmektedir.

169 dakikalık filmde, 1960’ların teknolojisinin çok ilerisinde çıkarımlar yapılmış. Düz ekranlar, ses tanıma sistemleri, kriyojenik uyku, tablet bilgisayarlar (burada uzun bir parantez açmak zaruridir. Samsung, tablet bilgisayarlarını piyasaya sürdüğünde Apple tarafından Ipad’i kopyaladığı için dava edilmiştir. Samsung, savunmasında tablet bilgisayarların ilk kez filmimizde göründüğü ve film açık bir sanat yapıtı olduğundan oradan esinlendiğini ileri sürerek davayı kazanmıştır), çok basamaklı telefon numaraları, görüntülü iletişim, ekranlı kokpitler ve elbette yapay zekâ. Kubrick, kimi öngörülerinde karavana atmasına karşın, toplamda ciddi isabetli tahminler yapmıştır. Günümüzde yapılan bilimkurgu filmlerindeki yapay zekâ kavramı HAL’den (filmdeki yegâne kötü adam) pek de farklı değildir.

Günümüz tüketici toplumu tarafından en çok başvurulan uluslararası sinema değerlendirme ağ sitesinde, 8.3 gibi bir puanı olan filmimiz hakkında yazılanlar çizilenler gırla gitmekte, her yıl filmin gösterdiği yeni bir istikamet bulunmaktadır. Filmimizi hızlı gıda gibi tüketmek isteyen genç izleyiciler için animasyonlarla tanıtılmış kısa videoları dahi vardır.

Dört bölümlük bu opus magnumu özetlemek için yerimiz oldukça kısıtlı. Bu yüzden; birikiminiz ve sabrınıza güveniyorsanız, akıllı telefonlarınızı kapatıp kendinize sakin bir geceyi ayırın ve filmimize hak ettiği zamanı verin. Eğer aynı frekansta bir grup insanla da izlerseniz tadından yenmez. Pişman olmayacaksınız!

 

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Eylül 2019 sayısında yayımlanmıştır.

Kültür