Gökçe SENGER*, Uğur Can ERDEM**
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Biyoenformatik Bölümü*
Politecnico di Milano, Fizik Mühendisliği**
Evrende yapayalnızsak, ne büyük yer israfı var! - Marc Kaufman, “Dünya dışı yaşamla ilk temas”
Yıllardır bizi gökyüzüne ve ötesine aşık eden, çabalamaktan, çalışmaktan vazgeçmememize neden olan inancımızı körükleyen o kıvılcımı yalın ama çarpıcı bir şekilde anlatabilen bir cümle bu. Marc Kaufman’ın astrobiyoloji üzerine bir kitabının ilk cümlesi ve bizim sığındığımız her şey.
İnsanoğlu varololuşundan beri gözlerini gökyüzüne dikmiş ve kendini hayaller ile başlayan sonsuz bir uzay macerasının içerisinde bulmuştur. Ay’a gerçek anlamıyla gidilmeden önce Jules Verne uzaya gitti, Mars’a henüz Mariner 4 uzay aracı erişmeden bilimkurgu romanları çoktan Mars’ta yaşam bulmuştu. Aslında bu kurgular insanoğlunun ileride neler başarabileceğinin bir işareti olarak tarihte yerini aldı. M.Ö. 3. yüzyılda Yunanlı astronom ve matematikçi Aristarches of Samon’un dünyanın evrenin merkezinde olmadığı, diğer gezegenlerle birlikte bir güneşin etrafında döndüğü fikrini ortaya atmasıyla başlayan, daha sonra Kopernik ve Galilei ile devam eden uzun bir evreni anlama sürecine girmiştik.Evreni ve dünyamızı keşfettikçe bilgimizin ne kadar sınırlı olduğunu fark ettik ve sınırötesini bilebilmenin heyacanını daha fazla hissetik. Sonuçta bir yıldız tozundan gelip evrim sürecinde evrilip gökyüzünün ardına merakla bakan bizler işte buradayız. Bu merak ve keşif arzusu bizi yepyeni bir yolculuğa çıkardı: Dünya ötesi yaşam! Tabii bu yolculukta asla vazgeçemeyeceğimiz bir yol arkadaşı vardı: Astrobiyoloji!
Astrobioyoloji, 1990’ların sonuna doğru NASA’nın Antarktika’da Mars’tan gelen bir meteoritin bulunduğunu açıklayan bir bildiri yayınlaması ve NASA bilim insanlarının bu meteor üzerinde yaşam benzeri izler bulunduğunu düşünmesiyle ortaya çıkmış ve yaklaşık 20 yıllık tarihine baktığımızda henüz adım atmaya başlamış bir bilim dalıdır. Tabii ki NASA’nın bu bildirisi birçok tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Buna rağmen bu çalışmada bulunan bilim insanları işlerine devam etmiş ve Marslı meteroitlerin çok eskilerde var olmuş olabilecek dünya dışı yaşamın izlerini taşıdığına dair inançlarının arttığını bildirmişlerdir. Bu olay dünya dışı yaşamın var olduğunu ya da var olması gerektiği düşüncesini astrobiyolojinin temeline koyarak bu alanın gelişmesine neden olmuştur. Şimdi ise astrobiyolojiyi, hayatın nasıl başladığına ve nasıl evrildiğine, Dünya dışında bir yaşam şeklinin mümkün olup olamayacağına ve eğer varsa onu nasıl bulabileceğimize, Dünya’daki ve evrendeki yaşamın gelecekte nasıl bir yol izleyebileceği sorularına yanıt arayan interdisipliner bir bilim alanı olarak tanımlayabilmekteyiz. Bu tanımdan da anlayacağımız üzere astrobiyolojiyi fizikten, kimyadan, jeolojiden, astronomiden, dünya ve gezegen biliminden ayrı tutmak mümkün değildir.
Peki astrobiyoloji yaşamın başlangıcını, evrimini ve dünya ötesindeki izlerini ararken net bir yaşam tanımına gerek duymalı mıdır? Yaşam nedir sorusuna cevap ararken biyoloji, fizik, felsefe gibi tüm bilim alanlarının perspektifinden yaklaşmalı mıdır? NASA’nın kendi içerisinde yürüttüğü çalışmalardan yola çıkarak yaptığı fakat resmi olmayan bir tanıma göre yaşam, kendi kendini devam ettirebilme özelliği olan, Darwinci yaklaşımla evrimleşebilme yeteneğine sahip kimyasal bir sistemdir. Bu tanım birçok kimyacı, fizikçi ve biyolog için yeterli kabul edilirken yönlendirilmiş bir tanım olduğu gerekçesiyle de bilim dünyasının hiç de azımsanmayacak bir kesimi tarafından reddedilmiştir.
Yazının tamamını Bilim ve Ütopya'nın Temmuz 2017 sayısında okuyabilirsiniz...