Uluslararası politik ekonomi alanında çevre sorununa yönelik hâkim yaklaşımlar, ağırlıklı olarak “ekolojik modernleşme” (Mol, Sonnenfeld ve Spaargaren, 2020) paradigmasından beslenir. Batı menşeili bu paradigma, alanında en köklü yaklaşımlar arasındadır ve günümüz siyaset yapıcıları üzerinde en fazla etkiye sahip olanıdır. Ekolojik modernleşme, birbirine bağlı üç temel ön kabulden hareket eder. Bunlardan ilki, “insan şovenizmi” (Kopnina, 2019) olarak da adlandırılan insan merkezcilik tezidir (anthropocentrism). Bu teze göre, insan evrenin tek merkezidir ve dolayısıyla evrende yer alan her şey insanın arzu ve ihtiyaçlarına koşulmalıdır. İkinci ön kabul, insan merkezciliği destekleyici nitelikte oluşturulan piyasacılık tezidir. Buna göre ise kapitalizm, serbest piyasaların uyumlu işleyişi sayesinde insan ihtiyaçlarına yanıt veren en güvenilir sistemdir. Aynı şekilde piyasalar, asgari devlet müdahalesi altında çevre dostu bir işleyiş geliştirme potansiyeline sahiptir. Ekolojik modernleşme paradigmasının üçüncü ön kabulü, gücünü insan merkezcilik ve piyasacılıktan alan “teknosentrik” tezlerdir. Bu tezler, özel mülkiyet rejimi ve piyasa teşviklerinin aynı zamanda çevre dostu teknolojilerin gelişimine en elverişli ortamı sağlayacağı inancı üzerine kuruludur. Kapitalizm koşulları altında birtakım çevre sorunları baş gösterse bile bu sorunlar yeni teknolojiler geliştirerek ortadan kaldırılabilir (Ewing, 2017; Spaargaren ve Mol 1992; Thombs, 2018)
Marksizm, hâkim “ekolojik modernleşme” paradigmasına karşı en güçlü ve tutarlı eleştiriyi sağlar. İlk olarak, Marksist ekoloji yaklaşımlarının insan şovenizmini eleştirisi, zorunlu olarak hümanizmin ve gelişme ülküsünün reddiyesi anlamına gelmez. Tersine, adalet ilkesinden ve insancıl değerlerden yola çıkan Marksist hümanizm yorumları, adil bir dünyanın çevresel veya ekolojik adaleti (Gürcan, 2019a) de içerdiği fikrine pek de yabancı değildir. Gelişmenin sürdürülebilir bir nitelikte planlanması, sosyalizmde çevresel dinamiklerin önemsenmesini gerektirecektir. İkinci olarak Marksizm, piyasacılığın yerine piyasaların anarşisinin neden olduğu aşırı üretimi ve bundan doğan çevresel sorunların eleştirisini koyar. Bir başka deyişle, çevresel sorunlar esasen kapitalistlerin dizginlenemez kâr hırsından ve plansızlıktan kaynaklanır. Üçüncü olarak, teknolojik gelişme özel teşebbüsün tekelinden çıkarılıp devlet destekli ve daha güçlü bir altyapı üzerinden yürütüldüğünde çevresel sorunlara önemli çözümler pekâlâ sağlanabilir. Ne var ki, tek başına kullanışlı teknolojilerin piyasaya sürülmesi, zorunlu olarak çevresel sürdürülebilirliğe katkıda bulunmaz. Bunun üretim kapasitesini ve tüketim oranlarını artırması daha olasıdır. Hatta çevresel sorunların kalıcı çözümünün, teknolojik gelişmeden ziyade toplumsal ilişkilerin temelden dönüştürülmesinde yattığını söylemek mümkündür. En nihayetinde, sosyo-ekonomik eşitsizlikler ve çevresel bozulma birbirini karşılıklı olarak olumsuz yönde etkiler (Gürcan, 2019a; Gould, Pellow ve Schnaiberg, 2004).
Marksizmin çevre eleştirisi, öncelikli olarak kapitalizmin iki temel çelişkisi etrafında şekillenir. Söz konusu çelişkilerden ilki, dizginlenemez kâr güdüsünün ve planlı ekonomi eksikliğinin neden olduğu üretim anarşisi sonucunda ortaya çıkan aşırı üretimin sadece ücretlerin düşüşü ve eksik tüketim ile değil, aynı zamanda çevresel bozulmaya yol açmasıdır. İkinci temel çelişki ise aşırı çevresel bozulma nedeniyle doğanın kendini yenileme kapasitesinin ve üretimin aksamasıyla da başka bir eksik üretim durumunun ortaya çıkmasıdır (O’Connor, 1991). Tabii, 21. yüzyıl koşullarında, özellikle de iklim değişimi gibi çevresel sorunların daha önce hiç olmadığı kadar insan eliyle küreselleştirildiği bir çağda, küresel kapitalizmin en temel örgütlenme biçimi olarak emperyalizmden hiç bahsetmemek mümkün değildir. “Ekolojik emperyalizm” (Gürcan, Kahraman ve Yanmaz, 2021) diye adlandırılan olgu, emperyalist ülkelerin biyofiziksel gereksinimleri doğrultusunda gelişen ülkelerin ekonomik ve siyasal olarak bağımlı kılındığı ve doğal kaynaklarının sömürüldüğü bir uluslararası sistem olarak anlaşılabilir. Bu sistem, özünde “ekolojik eşitsiz mübadele” ilkesine tabi olarak işlemektedir (Bunker, 1984; Rice, 2007; Jorgenson, 2016). Başka bir deyişle emperyalist metropoller, bağımlı kıldıkları ülkelerin doğal kaynaklarını düşük maliyetlerle kendilerine transfer ederler, toksik atıkları çeper ülkelerine ihraç ederler ve çevreye zarar veren sınai üretimlerini emeğin ucuz olduğu ve çevresel denetimlerin zayıf olduğu çeper ülkelerine kaydırırlar. Buradan elde edilen kârlar metropollere aktarılmakla kalmaz, aynı zamanda metropoller işlenmiş ürünleri şişirilmiş fiyatlardan çeper ülkelere geri satarlar. Çeper ülkeler, bağımlılık ilişkileri üzerinden doğal kaynak çıkarımı ve zirai tarım gibi pratikler aracılığıyla ilksel ürünlerin ihracatına bağımlı kılınır. Böylelikle, sınai üretimin kısılıp çevresel denetimlerin daha sıkı tutulmasıyla çevre kalitesinin yüksek tutulduğu metropollere karşılık, çevresel bozulmanın asıl yükü kimyasal kirlenme ve ormansızlaşma gibi sorunlarla boğuşan çeper ülkelerin omuzlarına yüklenir (Gürcan, Kahraman ve Yanmaz, 2021; Gürcan, 2021a; Thombs, 2018).
Yazının devamı Bilim ve Ütopya Şubat 2022 Ekolojik Emperyalizm kapak dosyasında.