Bilimkurgunun kesin bir tanımı (neredeyse) yoktur. Bir grup görme engelli insanın elleriyle dokunarak bir fili tarif etmelerine benzer çabalar vardır. Bu konuda kalem oynatan kişiler değişik tanımlar yapar. Radikal bir yaklaşım getiren yazar Norman Spinrad; “Bilimkurgu etiketiyle yayımlanan her şey, bilimkurgudur” der. “Bilimkurgu yoktur, sadece bilimkurgu eserleri vardır” diyerek, türü fazla paradoksal bir açmaza sokan yazar Jacques Van Herp olmuştur. ''Bilim-kurgu yazını, bilim ve teknik alanında yeni buluşlara ya da varsayımlara, giderek bunların kurgusal yollarla ileri götürülmüş biçimlerine dayanan bir durumu ele alır ve onun üzerinde yazılarını oluşturur.” türünden derli toplu açıklamalar yapan Kingsley Amis gibi yazarlar da vardır. Biz burada yine Orhan Duru’nun en yetkin bulduğu tanımı yazalım: Fransız yazar Michel Butor, bilimkurguyu “Bilimin izin verdiği oranda mümkün olabilecek olanı kullanan bir yazındır, gerçeklikle sınırlandırılmış bir düşçülüktür” olarak tanımlamıştır.
Kanımca bu konuda yapılacak her tür açıklama yetersiz kalacaktır. Nasıl ki klasikleri okuduğumuzda herkesin zihninde kalan tortunun tadı farklıysa, bilimkurgu metni olarak nitelendirilen eserleri okuduğumuzda da her okurun muhayyilesinde, imgeleminde farklı bir yansıma oluşacaktır. Elbette ki içinde robotlar, androidler, zaman yolculuğu olan bir metine yapılacak nitelendirme öncelikle “bilimkurgu” olacaktır ama bu adlandırma okurun bakış açısına göre rahatlıkla “ütopya”, “distopya”, “trajedi”, “polisiye” ve hatta “komedya” dahi olabilir. Nitekim bilimkurgu olarak nitelendirilen birçok eseri okuduğumda bu duyguyu çoklukla yaşadım. Kendi tanımım ise çok daha naif: Okurken bilimkurgu okuyorum dedirten eserler bilimkurgudur.
Bu, Kazuo Ishigoro’nun “Never Let Me Go ” (Beni Asla Bırakma) adlı romanını okurken olabilir mesela. Roman İngiltere’de geçer, teknolojiye ve bilime dair hiçbir öğe yoktur, bildiğiniz yatılı okul romanıdır. Ancak yarıyı geçtikten sonra işin içine aniden gen teknolojisi ve klonlama gibi unsurlar girer ve final bu iki ayrı ekseni birleştirecek şekilde oluşturulur. Bu durumda okuyucu, romana ister dram der ister bilimkurgu. Nobel edebiyat ödülü sahibi Ishiguro, bilimkurgu türünde yazmıyor ancak yazdıklarında bilimi ve teknolojiyi kullanıyor. En büyük romanı kabul edilen “The Buried Giant ” (Gömülü Dev) ise kimilerinin bilimkurguya dâhil ettikleri fantastik romanından bilinen öğeler içeriyor. Bu da bize şimdiye kadar edebiyat türleri içine alınmakta oldukça nazlanılan (şuna hakir görülen diyelim de başımız ağrımasın) bilimkurgu türünün, edebiyatın saygın isimleri tarafından kullanılmasında bir sakınca olmadığını gösteriyor.
Edebiyat alanında oldukça bilinen isimlerin, bilimkurgu alanında eserler verdiğini bilmek de; bilimkurgunun sınırlarını belirlemede oldukça aydınlatıcıdır. Voltaire, Rudyar Kipling, Robert Louis Stevenson, Arthur Conan Doyle (Evet! Bay Doyle sadece Sherlock Holmes serileri yazmamıştır), Aldous Huxley, Antony Burgess, Ayn Rand, John Steinbeck, Sinclair Lewis, Howard Fast, Edgar Rice Burroughs, Kurt Vonnegut ve Stephen King bunlardan sadece bazılarıdır.
Bilimkurgunun tarihsel gelişimi
Karşımıza yine gıllıgışlı sorular gelecek: Bilimkurgu ne zaman başlamıştır? Balmumuyla vücuduna yapıştırdığı kanatlarla güneşe ulaşmak için hep daha yükseğe çıkıp hırsına yenik düşen, babası Dadalus’u dinlemeyen İkarus miti türe dâhil edilecek midir (ne de olsa mitin ekseninde uçan bir insan vardır)? O zaman Helenistik döneme kadar gitmeliyiz.
Yoksa Voltaire’in 1752’de yazdığı “Micromegas” mı (dilimize de aynı adla çevrilmiştir) öncülümüzü oluşturmalı? Kısa yoldan gidip bilimkurgu adının ilk telaffuz edildiği 1929’dan mı başlamalı? Görüleceği üzere bunu yapmanın kolay bir yolu yok. Bunun için bilimkurguya zemin oluşturan yazılı metinlerden yola çıkmak en kolayı gibi duruyor.