"Kolomb’un Amerika’ya varışı, genel deyişle “keşfi”, insanlık tarihinin tartışmasız en önemli başlangıçlarından biridir. Ancak kıtayı binlerce yıl boyunca Asyalıların, Çinlilerin, Vikinglerin, Polinezyalılar ve Afrikalıların ziyaret ettiği arkeolojik verilerle kanıtlıdır. Kolomb’un Hindistan sandığı bu yeni kıtaya ulaşmasının asıl önemi, hesap edilemeyecek kadar zengin doğa, maden ve insan kaynağının Avrupa tarafından istilasına yol açmasıdır."
Bilim ve Ütopya: Latin Amerika neresidir, sınırlarını zihnimizde çizebilir misiniz? Kısaca “emperyalist olmayan Amerika” diyebilir miyiz?
Özgür Uyanık: Latin Amerika; coğrafi, kültürel ve tarihsel çok yönlü bir kavram. Tabii, kavramlar bizim bilgi sınırlarımız içinde anlam ifade ederler. Mesela futbolla ilgilenen bir Türk için Arjantinli Maradona, Brezilyalı Pele; güncel olarak Galatasaray’ın Uruguaylı kalecisi Fernando Muslera, uzun yıllardır ligimizde top koşturan Şilili Rodrigo Tello Latindir. O’nun için Latin Amerika futbolun iyi oynandığı yerdir. Kimisi dansa meraklıdır; Arjantinli tango, Kolombiya-Porto Rikolu salsa, Brezilyalı samba, Kübalı rumba Latindir. Edebiyatla ilgiliyseniz Kolombiyalı Marquéz, Perulu Vargas Llosa, Meksikalı Octavio Paz, Arjantinli Borges, Şilili Gabriela Mistral, Guatemalalı Miguel Ángel Asturias Latindir. Ya da biraz siyasetle ilgiliyseniz Salvador Allende’nin Şili’sini, “Comandante” Chávez’in Venezuela’sını, Che’nin öldürüldüğü Bolivya’yı, Fidel’in Küba’sını, Zapata’nın Meksika’sını merak edip nerede diye bakmışlığınız vardır. Geziye, tarihe ilginiz varsa Amazonlardan Patagonya’ya, dünyanın en büyük şelalesi Iguazu’dan, en büyük buzulu El Calafate’ye, And Dağları’ndan Panama Kanalı’na, Azteklerden İnkalara zihninizde bir Latin Amerika vardır.
Siyasal düzlemde, sizin ifade ettiğiniz türde, “emperyalist olmayan” bir anlam da taşıyor. Küba Bağımsızlık Kahramanı -ki Latin Amerika’nın havarisi de denir- Jose Martí de bu ayrımı koymak için “Bizim Amerika” tanımını kullanmış. Kıtada Milli Demokratik Devrim programının babası sayılan Perulu Victor Haya De La Torre de Yerli Amerika’sı anlamında “İndioamerica” kavramını kullanmış.
Bununla beraber aslında kavramın tam hali “Karayip ve Latin Amerika”dır. Zira Küba’nın dahil olduğu Antiller, Venezuela, Kolombiya ve Meksika’nın bir kısmı ile Orta Amerika ülkeleri Karayip bölgesinde yer alır. Bu bölge iklim, coğrafya, kültür hatta ırksal olarak farklı özellikler taşır. Mesela buradaki “devrim tipi” bile farklıdır. Küba modeli “devrimci savaş”ın başarılı olduğu tek bölge Karayip’tir. Latin Amerika’nın diğer tüm bölgelerinde denenen bu model Bolivya’da Che’nin ölümü gibi trajik sonuçlara yol açmıştır.
Özet olarak ifade edersek; Latin Amerika, bu büyük kıtada eski İspanyol ve Portekiz krallıklarının istila ettiği topraklara verilen addır.
Bilim ve Ütopya: Aslında sömürgeci Avrupalıların talanı olan “fetih”ten önce de Latin Amerika’ya ayak basıldığı biliniyor: Vikingler, Çinliler... Ancak kıtayı yerle bir eden, İnka ve Azteklerin büyük uygarlık mirasını ortadan kaldıran, asırlar süren bu fetih hareketi oluyor. Bu süreçte neler yaşıyor Latin Amerika halkları? Neler kaybediliyor?
Özgür Uyanık: Kolomb’un Amerika’ya varışı, genel deyişle “keşfi” tartışmasız insanlık tarihinin en önemli başlangıçlarından biridir. Ancak bu kıtaya belki de en son İspanyolların vardığı da artık çok iyi bilinen bir gerçektir. Binlerce yıldır Asyalılar, Çinliler, Vikingler, Polinezyalılar ve Afrikalıların burayı ziyaret ettiği arkeolojik verilerle kanıtlıdır. Kolomb’un Hindistan sandığı bu yeni kıtaya ulaşmasının asıl önemi, hesap edilemeyecek kadar zengin doğa, maden ve insan kaynağının Avrupa tarafından istilasına yol açmasıdır. Peki bunu neden başkaları değil de (mesela 1421’de Amiral Zheng He komutasında dev bir Çin deniz filosu Amerika’ya gelmişti) Avrupalılar gerçekleştirdi? Bir teoriye göre batı burjuvazisinin gelişmişliğinin bir göstergesiydi Kolomb’un Amerika’ya varışı. Söz konusu teoriye göre Asya’da feodalizm, böyle yaratıcı bir üst sınıfın doğmasına izin vermiyor ve sadece kendi toprakları üzerindeki egemenlikle ilgileniyordu. Oysa Kolomb’un İspanya’sında, Amerika’nın keşfi sırasında, bir sanayinin, ulusal birliğin ve politikaya etki eden bir burjuva sınıfının olmadığı nettir. Buna karşın çok güçlü ve geniş bir din sınıfı vardı. Bu yüzden Marx, İspanya'daki rejimi Avrupa'daki monarşilerden çok, Türkiye'deki gibi bir "Asyatik despotizme" benzetir. Buradaki “tarihsel zor” burjuvazi değil; Hindistan yolunun Türk, Arap ve Asya güçlerinin egemenliğine geçmesidir.
Ayrıca hiçbir şey bir anda gerçekleşmedi. İspanyol gücü ilk olarak Antiller’e; yani Küba ve çevresindeki adalara yerleştiler. Kolomb bile ancak dördüncü seferinde anakaraya çıktı ve hâlâ buranın Hindistan olduğunu sanıyordu. Aslında her şey, keşiften neredeyse otuz yıl sonra, Türklerle savaşlarda aklını yitirmiş bir komutan olan Hernan Cortes’in anakarada bir istila hareketine girişmesiyle başladı. İspanyolların birkaç yüz adamla koskoca Aztek ve İnka krallıklarını yıkmaları, Avrupalıların istila konusunda heveslerini artırdı. Devamında ticaret çağının başlaması ve Amerika’dan taşınan altın, paradoksal biçimde İspanya’nın geri kalmasına neden olurken, diğer Avrupa güçlerindeki endüstriyel ve sınıfsal gelişmeye önemli bir katkı sundu.
Yenilginin bu kadar kolay gerçekleşmesini istilacılar da beklemiyordu. Fakat buradaki uygarlıkları tanıdıkça kendi teknolojik, örgütsel, ideolojik ve tecrübeye dayanan üstünlüklerini fark ettiler. “Yeni Dünya”dakiler -kıtayı ilk olarak böyle adlandırdılar- çeliği işlemeyi bilmiyorlardı. Kurşun, barut ve topun yıkıcı etkisinden habersizdiler ve atı ilk kez, kendilerine saldıran İspanyol askerlerde görüp tanımışlardı. Fakat bu sayılanların hiçbiri fethin amacına ulaşmasında uygulanan politika ve taktikler kadar etkili olmadı. Cortes, 1519'da Meksika kıyılarına ayak basışından itibaren fetih konusunda herkesten daha kararlı davrandı. Adamları geri dönmek istediğinde ya da sayılarının azlığını bahane ettiğinde onları cezalandırdı. Yerlilerle tüm karşılaşmalarında hepsine uzun dini söylevler çekti. Karaya ayak basmalarını istemeyen yerli gruplardan erzak alma bahanesiyle onlarla daha yakın ilişki kurdu. Aralarındaki husumetleri öğrendi, küçük gruplarla ittifak kurdu. Diğer grupların direnci kırılsın diye, kabul etmeyenleri katletti.
Sonuçta koca bir kıtada yaşayan binlerce dil, kültür, inanış, bütünlüğünü koruyamadığı için yok oldu.
Bilim ve Ütopya: Uzun süredir Arjantin’desiniz. Sizin hikâyeniz bu sınırlarla nasıl kesişti?
Özgür Uyanık: Biraz zorunluluktan kaynaklandı. Ben on yıl Devrimci Yol davasından tutuklu yargılandıktan sonra, ağır işkence bulguları sebebiyle 2006’da tahliye edildim. Fakat mahkeme işkence dosyasını hukuksuz şekilde kapatınca yeniden cezaevine girme durumum doğdu. Latin Amerika’ya gelme özgürlüğümü kullandım. Kıtayı baştan aşağı yürüdüm. Bu da benim kişisel “uzun yürüyüş”üm oldu: Nikaragualı efsane komutan Tomas Borge’yi, Venezuela’da “Comandante” Chávez’i tanıdım. Peru’da iç savaştan sonra solun ilk zaferi olan, Susana Villaran’ın başkent Lima’yı kazandığı kampanyaya katıldım. Brezilya’da MST (Topraksızlar Hareketi) Akademisi’nde çalıştım. Bolivya’da maden işçilerinin grevine, Ekvador’da Başkan Correa’ya yapılan darbe girişimine tanık oldum. Aylarca Amazon ormanlarının derinliklerinde saf doğal hayatı yaşadım. Alti Plano’da 5500 metre rakımı da Karayip cenneti Tayrona plajlarını da gördüm. Caracas’da 25 Ocak, Lima’nın Huaycan, Buenos Aires’in Tongui ve Güney Amerika’nın birçok varoşunda devrimci çalışmalara katıldım. Yani önce bu büyük kıtayı ve halkını tanıdım. Sonra da onların tarihini yazdım.
Bilim ve Ütopya: Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi adlı bir çalışma kaleme aldınız. Kaynak Yayınları’ndan çıktı. O devrimci tarihin en büyük kırılma noktası nedir sizce?
Özgür Uyanık: Hani filmlerde vardır ya; kahramanımız, toz toprağa bulanmış, yaşlı bir kadın büyücüden geleceği okumasını ister. Büyücü de yere bir avuç çer çöp atar ve dirseğini dizine dayayarak dikkatle bu karmaşık yığına bakar. Tarihe bakınca onun bağlantı noktalarını, izleğini görebilirsiniz ama aradan bir çubuğu çekip yığının neye dönüşeceğini deneme şansınız yoktur. Bu açıdan tarihte tek bir büyük kırılma noktası olacağını sanmıyorum. Ama mesela istilacı Hernan Cortes karşısında Aztek kralı Moctezuma’nın iradesizliği önemli bir kırılma noktasıdır. Moctezuma, düşmanın açıklayamadığı teknik üstünlüğü karşısında ürküp meseleyi zamana yayma, süreci yumuşatma politikası izledi. Doğrudan ordu gönderip onları muhalifi olan diğer gruplarla birleşmeden, uzaktayken yok edeceğine, hediyeler gönderip rahatlatmaya çalıştı. En sonunda Cortes yerlilerle büyüttüğü ordusuyla başkent sınırlarına geldiğinde ise yapacak bir şey kalmadığına inandı. Onu birliğiyle beraber sarayında misafir etti. Hatta sarayın içine bir kilise inşa etmesine bile müsaade etti. Cortes, saraydaki hazineyi fark etti ve Moctezuma'yla 13 kabile şefini esir aldı. Aztek Kralı'nı bir kukla gibi kullandı. Bu arada adamları yağma ve katliamlara devam ettiler. Halk ayaklandı ve Moctezuma'yı taşladılar. Sonuçta Cortes istediğini elde etti: Bir avuç adamla yarattığı güç, 200 bin nüfuslu Aztek başkenti Tenochtitlan'ı yerle bir etti.
Belki de kırılmayı istila öncesinde aramak lazım. İnka ve Aztek İmparatorlukları eşitlikçi komünal tarım toplumu yapısındaydı. Doğanın cömertliği ve toprağın verimliliği sayesinde sıkıntı çekmeden yaşıyorlardı. Bunlar altını, yalnız dini ritüellerde kullanıyorlardı ve para yoktu. Matematik ve astronomi alanında çok ileridelerdi ama teknik açıdan çok geriydiler. Ancak, çok güçlü bir rahip ve yönetici sınıfı vardı. Halktan insanların bunların arasına girmesi çok zordu. Sanırım iyi ve kötü yönleriyle bu toplumsal örgütlenme onları bir dış istila karşısında hazırlıksız bıraktı.
Bilim ve Ütopya: Bolivarcılık ve Kemalizm arasında bir bağ kurulabilir mi? Biri, sömürgeciliğe; diğeri de emperyalizme karşı mücadelenin simgesi...
Özgür Uyanık: Bu sizin, iki akım arasındaki tarihsel bağı hangi çerçevede kuracağınızla ilgili bir konu. Mesela Karl Marx'a göre Bolivar sahte bir lider, her yenilgide ordusunu bırakıp kaçan bir korkak, komplocu, yalancı, yağmacı ve soyluların çıkarlarını koruyan biriydi. Buna karşılık, eğer kurucu politikaları ve modern hamlelerini görseydi, Marx’ın Atatürk’ten övgüyle bahsedeceğinden kuşku duymuyorum. Yine de belirtmeliyim ki Marx’ın Bolivar’la ilgili değerlendirmeleri haksız ve fazlasıyla Avrupa merkezli bir bakış açısına dayanıyor.
Bolivarcılık iki önemli miras bıraktı: Bağımsızlık ve birleşik Latin Amerika. “Comandante” Chávez ne yaptıysa bu mirasa sahip çıkarak yaptı. Kemalizm ise kamu ekonomisinden bilimsel-halkçı eğitime, bağımsız dış politikadan milli orduya çok geniş bir alanda üzerinde yükselebileceğimiz tarihsel bir tecrübe bıraktı. Bu iki akımın ortak bir cephede buluşması güncel ihtiyaçlar üzerinden mümkün. Örneğin Chávez Venezuela’sı komşumuz İran’la güçlü ilişkiler kurdu. İki büyük petrol üreticisi ülke ABD’ye karşı ortak duruş sergiledi.
Bunun dışında hiç kuşkusuz kıtada son on beş yıldır devam eden sol ve millici iktidar deneyimlerini dikkatle incelemek, bu tecrübelerden yararlanmak gerek.
Bilim ve Ütopya: Küba ve Venezuela devrimleri Türkiye’de sol kesimin en çok kalem oynattığı konulardan. Bu konudaki yazını takip ediyor musunuz? Sizce doğru değerlendirmeler yapılıyor mu? Örneğin Türkiye’de bir kısım sol çevrede büyük bir Chavez hayranlığı var. Ancak aynı kesim, mevzubahis Türkiye olunca, “Asker kötüdür, sivil iyidir” şeklinde özetlenebilecek bir çerçevede yaklaşıyor olaylara. Bu nokta dikkatinizi çekti mi?
Özgür Uyanık: “Sol” giderek muğlak, hangi sınıfa ve doktrine bağlı olduğu anlaşılamayan bir kavrama dönüştü. “Sol”un bir ideolojiye değil de bir takım pragmatik “normlar”a sahip olduğunu anlıyoruz. Konu Chávez ya da Che gibi tüm dünya halklarının hayranlığını kazanmış, reddedilemeyecek devrimci kişilikler olunca bu pragmatizmin ne kadar ikiyüzlü olduğu da açıkça ortaya çıkıyor.
Bakın, Venezuela’da kutlanan milli günlerden biri “Comandante” Chávez’in 4 Şubat 1992’de komuta ettiği başarısız darbe girişimidir. Yüz asker ve sivilin hayatını kaybettiği bu askeri isyan, “Bolivarcı Devrim”in neredeyse iki asır sonra tarih sahnesine yeniden çıkışına işarettir. Şimdi soru şudur: Siz 4 Şubat 1992 günü Venezuela’da olsaydınız, Başkanın kapısına dayanan Chávez’in tanklarının ardında mı olurdunuz, yoksa “demokrasi” adına çürümüş bir rejimin ve batılı şirketlerin kuklası olan Bay Başkan’ı mı savunurdunuz? Yahut da Che, Batista’nın yetmiş azılı katilini kurşuna dizdiği gün “insan hakları"ndan bahsetmeyi mi tercih ederdiniz?
Che ve Chàvez bir kez askeri üniformayı giydikten sonra onu asla çıkarmadılar. Her ikisi de o üniformayla gömüldü. Devrimcinin, vatanseverin askeri-sivili olmaz. Devrimci “devrimin” vücut bulduğu kişidir. O nedenle Chávez, devrimin iktidarını yaratabilmenin askeri veya sivil her yolunu denemiştir.
Bilim ve Ütopya: Dünya siyaseti Ortadoğu’ya kilitlenmişken Yüzyıllık Yalnızlık’ın kıtasında durum nedir? Her kıtanın bir krizi, aşılmayı bekleyen bir sorunu var: Ortadoğu’nunki Suriye, Avrupa’nınki Ukrayna ve göçmen krizi... Sizin başınızın belası nedir?
Özgür Uyanık: İstikrarsız ekonomi ve yönetimler, gelir adaletsizliği, işsizlik, eğitim, alt yapı sorunu ve tabi şiddet.
Bilim ve Ütopya: ABD ve Küba’nın karşılıklı büyükelçilik açması Latin Amerika’da neyi değiştirdi? Ya da bu, alttan alta biriken değişimin siyasete yansıması mıydı? Bu anlaşma simgesel olmanın ötesinde ne ifade ediyor?
Özgür Uyanık: Öncelikle koşullar çok değişti. Sovyet Bloğu'nun yıkılmasının üzerinden çeyrek asır geçti. ABD Dış Politikası o kadar dogmatik ki bunca zaman içinde bir Küba politikasını değiştiremediler. Bu süre içinde Küba, kendi uydusu olan OEA’da (Amerikan Devletleri Örgütü) ABD’yi yalnızlaştırdı. Kıtanın en büyük devletler birliği olan CELAC’da ABD yok. Sonuçta kıtadan yalıtılan Küba değil ABD oldu. Havana, Latin Amerika’nın bağımsızlığının başkenti haline geldi. Yarım asır süren bu savaşta Küba ABD’ye, kelimenin tam anlamıyla diz çöktürdü. Anlaşmanın tek gerçek anlamı budur.
Nikaragua örneği var önümüzde. On yıl ABD’nin kontrgerilla ordularına karşı savaştı Sandinistler. Sonuçta savaşı kazandılar ama enflasyon %1000'e çıkmış, dış borç milli gelirin onlarca katına ulaşmıştı. Yani savaşın bir de ekonomik boyutu var. Küba bu savaşı yarım asır sürdürdü. Kübalıların Afrika’dan Latin Amerika’ya savaşmadığı cephe kalmadı. Bu tarih insan iradesinin muazzam bir eseridir. Başta Fidel olmak üzere bu tarihin yapıcıları olağanüstü tarihsel kişiliklerdir.
Küba şimdi yeni bir döneme giriyor. Fakat buna uzun süredir hazırlanıyorlar. 2011’deki Küba Komünist Partisi 6. Kongresinde alınan ekonomik kararlar ABD’yle aralarındaki duvarın kalkmasına dönük bir hazırlıktı. Raul Castro 2016 Nisanında toplanmak üzere 7. Kongre çağrısı yaptı. Devrimi yapan ve yönetimde hala varlığını sürdüren kuşak, yerini devrimden sonra doğan kuşağa bırakacak.
Bir şeyler değişecek ama Küba’yı ya Fidelistler yönetir ya da hiç kimse. Rahatlıkla söyleyebilirim ki Küba’da sağlam kurumlarıyla halka yayılmış bir demokrasi, her cephede savaş deneyimine sahip devrimci bir halk ordusu ve tüm kıtada operasyonel bir istihbarat teşkilatı var. Karayiplerde Küba’nın haberi olmadan kuş uçurulamaz. Küba’da ABD’nin “umut ettiği” değişim o kadar kolay değil.
Bilim ve Ütopya: ABD’nin kıtaya yönelik sert ambargoları sürüyor. Buna karşılık Çin’in bölgeye ekonomik olarak ilgisi nasıl? ABD’ye rağmen bağımsız bir kalkınma ve büyüme Latin Amerika için ne kadar gerçekçi?
Özgür Uyanık: Aslında ambargo bağımsız bir iradenin ortaya çıkması için yeterli koşulları sağlar. ABD bunu Küba, İran ve Kuzey Kore örneklerinde gördüğü için ambargo politikasını terk etti. Aksine “Serbest Ticaret Antlaşmaları”(NAFTA), olmadı “Pasifik İttifakı” gibi girişimler üzerinden bağımlılığı sürdürüyor. Meksika’nın General diktatörlerinden Porfirio Diaz’ın bir sözü var: “Zavallı Meksika tanrıya ne kadar uzak, ABD ne kadar yakın!” Yanı başınızda dünyanın en büyük askeri ve ekonomik gücü dururken üreterek büyümek kolay değil. Zira o her şeyi size yatırım maliyeti gerekmeksizin sunuyor. Bu nedenle Karayip bölgesinde inanılmaz bir Yanki tüketim kültürü var. Gündelik dile girmiş sayısız İngilizce kelime, kullanılan arabadan telefona her şey ABD’den geliyor. Alt yapısı, yetişmiş insanı, yatırım için birikimi olmayan ülkelerin bu pazar istilasına direnmesi neredeyse imkansız.
2000 krizi, bizdekinin aksine, Latin Amerika’ya millici sol iktidarları yaratma fırsatı sağladı. Bunlar ilk olarak haraç ekonomisine son verip ülkelerini dış borç batağından kurtardılar. Sonra doğal kaynakları, satılmış olan milli şirketleri devletleştirdiler. Sosyal politikalarla eğitimden sağlığa çok ciddi başarılar kazandılar.
Bu dönemde dünya piyasasında dolaşan para miktarı, petrol fiyatlarının yüksekliği gibi etkenler bu ülkelerin sürdürebilir kalkınmalarına uygun koşulları sağladı. Bununla beraber Çin ekonomisindeki büyümenin doğrudan etkilerini gördük. 2005-2013 yılları arasında Çin, Latin Amerika’da sadece enerji alanında 346.7 milyar dolarlık yatırım yaptı. Ayrıca bu rakama maden işletmelerine ayrılan 171 milyar dolarlık yatırım da dahil değil. Arjantin “Akbaba Fonları”yla başı derde girdiğinde Çin bu ülke hazinesine tek kalemde 10 milyar dolarlık teminat verdi. Çin-Latin Amerika ekonomik işbirliğini ABD’nin engelleyebilme olanağı yok.
“Neo kalkınmacılık” olarak adlandırdığımız bu dönem koşulların tam tersine dönmesiyle sona erdi. Venezuela, petrol gelirlerinin neredeyse %60’nı kaybetti. Yanı başında dev Brezilya ekonomisi ve istihdamı daralmaya başladı. Ne satacak kadar petrolü ne de kayda değer oranda üretimi olan Arjantin, sıkı bir gümrük politikasıyla içerdeki kaybı en aza indirmeye çabaladı. Ekonomideki zayıflamanın siyasal iktidarlar üzerinde yıpratıcı bir etkisi oldu. Bu günlerde Brezilya’da parlamenter darbe konuşuluyor. Venezuela’da Bolivarcı Devrim karşıtlarının terörü bitirilemiyor.
Fakat dünya üzerinde bağımsız kalkınma için en elverişli koşullara Latin Amerika sahip. Dünya içme sularının üçte ikisi burada. Amazonlarda bulunan petrol rezervinin körfez ülkelerininkinden bile fazla olduğu söyleniyor. Çin’in Latin Amerika’ya bu kadar yatırım yapmasının nedeni de bu kıtanın bir hammadde deposu olması. Dünyanın en genç nüfusuna sahip. Kültürel çeşitlilikten, köklü bir demokrasi mücadelesi geçmişinden bahsetmiyorum bile.
Bilim ve Ütopya: Chavez’in 2013 yılındaki ölümünün ardından bütün dünya Venezuela’yı konştu. Ancak bundan sonra ülkeye yönelik ilgi biraz kayboldu gibi... Chavez sonrası Venezuela’yı nasıl değerlendirirsiniz? Caracas, devrimci dinamizmini koruyabildi mi?
Özgür Uyanık: Venezuela’nın belki de en büyük talihsizliği, kolayca çıkarılabilen dev petrol rezervlerine sahip olması. ABD neredeyse iki asır bu rezervleri sömürmüş. Kendine bağlı asalak bir yüksek sınıf oluşturmuş. Yoksullar onların artıklarıyla yaşamaya alıştırılmış. Güney Amerika’da bir işçi sınıfı ve üretim geleneği olmayan tek ülkedir Venezuela. Bu topraklarda vahşi bir at gibi özgür ve köksüz bir halk yaşar. Chávez gibi liderler ancak iki asırda bir gelir. Küba’nın ayakta kalmasından Kolombiya’daki barışa, UNASUR’dan CELAC’a, yoksul Bolivya köylerine konulan elektrik trafosundan internet ağına kadar “Comandante”nin sadece ülkesi için değil; Latin Amerika için yaptıklarını saymakla bitiremeyiz.
Venezuela’daki sorunların büyük kısmının sosyo-kültürel yapıdan kaynaklandığını düşünüyorum. On beş yaşındaki Bolivarcı Devrim, halk demokrasisi açısından hiçbir ülkede olmayan ilerlemeler sağladı. Fakat bu süreç çatışma ve çelişmelerle topluma nüfuz ediyor. Eski alışkanlıkların değişmesini engelleyen etkenler var: Başta temel ihtiyaçlarda olmak üzere yerli üretim bir türlü gerçekleştirilemedi. Yanki tüketim kültürü toplumda refahın yükselmesine bağlı olarak arttı. Petrol gelirine bağımlılıktan kurtulacak önlemler alınamadı. Devletleştirilen şirket ve topraklarda verimlilik sağlanamadığı için çok pahalıya mal olan ölü yatırımlara dönüştü. Tipik Karayip devleti özelliği olan yolsuzluğu durduracak önlemler alınmadı. Üstelik devlet bürokrasisindeki kişilerin aynı zamanda PSUV (İktidardaki Chavez’in “Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi”) yönetim kademelerinde olması yolsuzlukların partiye kadar uzanmasına yol açtı.
Üst düzey askeri ve resmi bürokraside konumlanmış birçok vatansever bu sorunların bilincinde. Fakat ABD’nin rejimi yıkmaya dönük baskısı karşısında Bolivarcı cephede bir kopuş olmasından çekindikleri için gereken önlemleri alamıyorlar. Unutmayalım ki ABD Ukrayna’yla eşzamanlı olarak Venezuela’da da bir faşist darbe girişiminde bulundu. Bence bugün Venezuela’nın sorunu devrimlerin toplum tarafından sindirilerek, spekülasyonlardan uzak istikrarlı bir yapıya kavuşturulmasıdır.
Bilim ve Ütopya: Birleşmiş Milletler’e göre Venezuela, dünyada en yüksek cinayet oranına sahip ikinci ülke. Meksika denilince akla uyuşturucu kartellerinin kavgaları geliyor. Latin Amerika’daki bu şiddetin arkasında ne var? Şiddeti körükleyen, büyüten şey ne?
Özgür Uyanık: Hiç kuşkusuz şiddetin ardında ABD var. Meksika, Kolombiya ya da başka bir Latin Amerika ülkesinde üretilen uyuşturucu ABD’de tüketiliyor. Uyuşturucu kartellerinin güçlü olduğu ülkelerin tümü ABD ile ittifak halindeki yönetimlere sahip. ABD kendi yurttaşlarını uyuşturucuya boğarken çeteler aracılığıyla da Latin Amerika’yı kana boğuyor. Kolombiya’lı paramiliter çeteler Venezuela’da kokaini neredeyse bedavaya dağıtıyorlar. Bu faşist çeteler daha iki ay önce bir PSUV milletvekilini evinde eşiyle beraber katlettiler.
Buna ek olarak şiddetin sosyolojik ve tarihsel boyutuna bakarsak yine emperyalizmi ve sömürgeciliği görürüz. Yüzyıllar boyunca kan, şiddet ve sömürü durmamış. Milyonlarca insan yersiz yurtsuz bırakılmış. Aileler parçalanmış. Buralarda üç-beş çocuk sahibi pek çok genç kadına rastlarsınız. Fakat bir baba, bir aile olgusu yok. Berbat koşullarda, her türlü sosyal destekten, işten, eğitimden yoksun gencecik anneler çocuklarıyla kalmıştır. Bu çocuklar uyuşturucu kartellerinin askeri olmaya adaydır. Bu çeteler örgütlenirken kötü kentleşmeden, işsizlikten, eğitimsizlikten, abartılı Yanki kültürü özentiliğinden faydalanıyorlar.
Bilim ve Ütopya: Biraz da kültürden, sanattan bahsedekim. Kıtanın muazzam bir edebiyat birikimi var. Marquez, Neruda, Carpentier, Borges...Hepsi bu topraklardan çıkmış. Müzikte de keza; Victor Jara’dan Silvio Rodriguez’e, Inti Illimani’ye birçok isim ve grup sayabiliyoruz. Bu coğrafyanın devrimci pratiği ve mücadelelerle dolu tarihi sanatta üretkenliği, canlılığı tetikliyor mu?
Özgür Uyanık: Tabii, toplumsal mücadele sanatın esin kaynağıdır. Ama kıtadaki sanatsal üretimler dışarıdan görüldüğü kadar politik değil. Hatta diyebilirim ki bizde sanat bunun çok üstünde politiktir. Verdiğiniz örnekleri açarsak; Victor Jara Hıristiyan sosyalist olarak tanımlanabilecek, çok da politik olmayan bir köylü çocuğuydu. Pinochet’in faşist askerleri sırf zevk için işkence edip öldürdüler O’nu. Silvio ise ilginçtir. Şarkılarının sözlerine bakın hep romantiktir. O yüzden Batı ülkelerinde çok hayranı vardır. Inti Illimani’ye gelince, nedense bizde Şili’dekinden bile daha ünlü. Senenin yarısını Türkiye’de geçiriyorlar.
Kıtada sanat sokakta yaşıyor. Çünkü dans etmek, müzik ya da bir metali işleyip kolye, rengârenk dokumalar, dövmeler yapmak bu toprağın kültürü. Batı gibi bir endüstrileşme süreci geçirmediğinden birey kalıba girmemiş. Kendilerini daha özgürce ifade ediyorlar. Sanat da bu özgürlüğü beslediği için halkın bir nevi gıdası. İnsanlar aç da olsa dans etmekten vazgeçmiyor. Ya da bir park yerine gittiğinizde etraftakilerin yarısının müzik yaptığını görebilirsiniz.
Edebiyattaki birikimin İspanyolca ve Portekizce ile ilgili olduğunu sanıyorum. Bu, İber yarımadası dillerinin doğasında var. Dikkat edin kıtadaki büyük yazarların çoğu “Criolla” denilen İspanyol kökenli ailelerden gelir. Fakat bunlar kuşaklar boyunca burada doğmuş; artık Latin Amerikalı olmuştur. Afrika kökenlilerin danslarıyla, yerli öyküleriyle, etraflarında konuşulan bin çeşit dille büyümüşlerdir. İnanılmaz bir sentezin bağrında İber dilleri yeniden hayat bulmuş.
Bilim ve Ütopya: Latin Amerika denince kafada şu imge oluşuyor: Bir tüketim nesnesi olarak sunulan “Latin Amerika kadını.” Latin güzel, melez latin, vs. Kıtanın kadınlarından adeta apayrı bir biyolojik türmüş gibi bahsediliyor. Bize öteki Latin Amerika kadınını anlatır mısınız? Güzellik yarışmaları dışında, toplumsal yaşamdaki yeri nedir kadının?
Özgür Uyanık: Aslında bu da bir imaj sorunu: ABD “seks endüstrisi” size neyi sunuyorsa onu görüyorsunuz. Mesela bence Uzakdoğu’da daha feci bir durum var. Latin kadını üzerinde bizdekine benzer bir sosyal ya da dini bir baskı yok. Tek istisnası kürtaj konusu. Zaten insanlar sokaklarda, meydanlarda bir çeşitlilik içinde yaşıyorlar. Kadının cinsel kimliğini bastırmaksızın kendini rahatça ifade ettiği bir sosyal ortam var. Şu anda Arjantin, Şili ve Brezilya devlet başkanları kadın. Bu ülkelerde kadının seçme seçilme hakkını elde etmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasına dayanır. Bugün hayatın her alanında kadınlar var.
Güzellik yarışmalarında gördüğünüz kadınları sokakta göremezsiniz. Venezuela sokaklarına bayağı kilolu hanımlar hakimdir. Kolombiya’daki güzellik kraliçeleri de uyuşturucu kartelinin çocuklarıyla beraberdir. Latin kadını ayrı bir biyolojik tür değil elbette. Farkı, kendini bedeniyle bir bütün olarak ifade etme özgürlüğüne sahip olması.
Özgür UYANIK
Bu söyleşi Bilim ve Ütopya'nın kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.