“Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker... tam da böylesi devrimci bunalım çağlarında, korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağırır.”
Karl Marx
İnsanlar, büyük toplumsal alt üst oluşlar sırasında ya geleceğe dair kehanetlerde bulunan demagoglara yönelerek içinde bulundukları belirsizliklerden uzaklaşmaya çalışır; ya da bu sis bulutunun içinden kendilerini çıkarabilecek, bugün yaşanan krizi çok önceden öngörmüş peygamberlere kulak verir. 20. yüzyılın başında yaşanan yıkıcı dünya savaşlarında, toplumsal kırılmalara yol açan ekonomik ve siyasi krizlerde, kapitalizmin ölüm kalım savaşı verdiği her dönemde, yazdıklarına tekrar tekrar bakılan düşünürlerin başında Karl Marx gelir. Devrimci bunalım zamanlarında, devrimi iktidar yapmak isteyenler gibi devrimi bertaraf etmek isteyenler de Marx’ın eserlerine yeniden dönmüştür.
Özellikle 2008 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz sonrası, kapitalizmin amiral gemisinde oturanlar, buzdağına çarpmamak için, rotalarını Marx’ı yeniden okuyarak bulmaya çalıştı. Kapitalizmi yaşadığı krizlerden kurtarabilmek için çaresizce Kapital’in sayfalarını çevirenlerin beyinlerine Marx’ın hayaleti kâbus gibi çöker. Burada ironik olan, sistemin kendi peygamberlerinin ruhlarından değil de “kızıl şeytanın” hayaletinden yardım beklemesidir. Çaresizlik içinde kıvranan insan, yakarışlarına azizlerin karşılık vermediğini gördüğünde, ruhunu şeytana satar. Kapitalizm de çaresizlik içinde kendi kaçınılmaz yıkımına doğur yürür, tıpkı Faust’un trajik sonuna doğru yürüdüğü gibi.
Marx, devrimci bunalım zamanlarında devrimle iktidarı ele geçirmek isteyenlerin “devrimin hayaletini yeniden dolaştırmayı değil, onun ruhunu yeniden bulmayı” amaçladıklarının altını çizmişti. Emperyalizmin kaslarının gevşediği, kapitalizmin temellerinin sarsıldığı bugün, doğumunun 200. yılında Marx’ın ruhunu yeniden bularak onun diyalektik materyalist yönteminin bugünün büyük sorunlarına nasıl uygulanabileceğini tartışıyoruz.
Bu yazının amacı, Marx’ın ‘Fransa’da Sınıf Savaşları’ ve ‘Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’ eserlerinden yola çıkarak, Marx’ın 1848-1851 yılları arasında Fransa’da patlak veren sınıf savaşını, verili koşullar ve ilişkiler içinde nasıl incelediğini, hangi düşünsel araçlarla diyalektik materyalist yöntemini ilerlettiğini, kısacası Marx’ın nasıl düşündüğüne daha yakından bakmaktır.
Devrimin ateşinde teoriyi inşa etmek
“Teori, pratikten yola çıkarak oluşturulur” sözü, bilindiği gibi Marksizm’in amentüsüdür. Marx bu iki eserini yaşanan ve devam etmekte olan güncel olayların akışı içinde kaleme almıştır. Fransa’yı ve kıta Avrupa’sını kasıp kavuran devrim ateşinin içinde, Marksizm’in temellerini atmış, teorinin çatısını inşa etmiştir. Marx’ın bu iki eserinin önemi, toplum-birey ilişkisinden tarihte bireyin rolüne; altyapı- üstyapı ilişkisine; sınıf savaşından proletarya diktatörlüğüne; ideolojilerin oluşumlarından anayasaların yazımına; en soyuttan en somuta Marksizm’in ilkelerini oluşturan birçok kavramın ya ilk kez gündeme getirilmiş ya da kavramların içeriği zenginleştirilip belirginleştirilmiş olmasındadır.
Marx’ın diğer birçok eserinde olduğu gibi bu iki eserinde de okuru bekleyen temel bazı zorluklar vardır. Bunların en başında, Marx’ın teorisini hangi pratiklerden yola çıkarak inşa ettiğini takip etmenin zorluğu gelir. Bu iki eserde Marx, bugün isimleri unutulmuş, yalnız konunun uzmanı tarihçilerin bilmek isteyeceği, dönemin siyasetçilerinden askerlere, kapanmış kulüplerden gazetelere, yürürlükten kaldırılmış kurumlardan yasalara kadar muazzam ve karışık detayların içinde yol alır. Şüphesiz Marx’ın yöntemini takip edebilmek, değişen koşullara göre yöntemini nasıl işletip güncellediğini görebilmek için, Avrupa tarihinin ana hatlarına hâkim olmak bir zorunlulukken, bu iki eseri incelemek için daha yakın okumak da gerekmektedir.
Diğer bir zorluk ise bu iki kitabın birbirini tamamlamasıdır. Cicero’nun ‘Catilina Söylevi’, Machiavelli’in ‘Prens’i, Hobbes’un ‘Leviathan’ı gibi siyaset felsefesinin en rafine eserlerinin başında gelen ‘Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i tek başına okumak, içeriğinin anlaşılması açısından pek anlamlı olmayacağıdır.
Marx, ‘Sınıf Savaşları’ eserindeki yazılarını ilk kez, Engels ile birlikte çıkardıkları, yayın hayatına Mart 1850’de başlayan, aylık çıkan ‘Neue Rheinische Zeitung - politisch-ökonomische Revue’ dergisinde yayımlar. Ekonomik sıkıntılardan dolayı bu dergi 6 Mart - 29 Kasım 1850 arasında yalnızca beş kez yayımlanmıştı. Bu yazılarında Marx, 1848 Şubat Devrimi’nden başlayıp 1850 yılının Kasım ayının başına dek Fransa’daki siyasal gelişmeleri, tüm önemli olayları iç bağlantılarıyla ele alarak, detaylı şekilde incelemiştir.
‘18 Brumaire’ eseriyse, Bonaparte’ın 2 Aralık 1851 tarihinde gerçekleştirdiği coup d’état (hükümet darbesi) sonrası, Aralık 1851 ile Mart 1852 arasında kaleme alınmıştır. 1848 Devrimi’nin yenilgisinden sonra New York’a sığınmış, Marx’ın yakın arkadaşı Joseph Weydemeyer’ın, darbenin Avrupa’da ve dünyada yarattığı şaşkınlık ve merak sonrası, Marx’tan ‘Die Revolution’ dergisi için konuyu incelemesini istemesi sonucu ortaya çıkmıştı. Marx bu eserde yine Şubat Devrimi’nden başlayıp darbenin gerçekleştiği tarihe kadarki süreci ele almıştır.
Her iki eserde de hemen hemen aynı dönemin anlatılmasına, kendi yöntemi çerçevesinde aynı dönemlendirmeye gitmesine rağmen, eserlerinin birbirini tekrar etmemesi önemlidir. ‘Sınıf Savaşları’nda kapsamlı şekilde dönemin olayları incelenirken, ‘18 Brumaire’de döneme kuşbaşı biçimde bakılarak, olayların iç bağlantıları, ilişkiler ağının darbeyi nasıl kaçınılmaz kıldığı, tarihi maddeciliğin yasaları çevresinde kuramsal sonuçlara taşınır.
Hükümet darbesinin anatomisi
Marx, ’18 Brumiare’ kitabının konusunu, “Bense, Fransa’daki sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum”(3) sözleriyle özetliyor. Aslında bu mütevazı ve basit cümlenin altında derin bir tarih felsefesi gizlidir. Bu gülünç ve sıradan adamın imparator olmasını sağlayan, ona hükümet darbesini yapmayı mümkün kılan ‘sınıf mücadelesi değil, sınıf mücadelesi sonucu ortaya çıkan verili ‘ilişkiler ve koşullar’dır. Bu var olan ilişkiler içinde bireyin iradesi ve eylemleri, olayların akışı çok yönlü seçenekler yaratır. İlerleyen sayfalarda Marx, “insanlar kendi tarihlerini kendi yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerini buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar”(4) sözleriyle tarihsel maddeci yaklaşımında bireyin eyleminin ve siyaset üretme yelpazesinin nesnel seçeneklerini teorik olarak ortaya koyar.
Marx ile Engels’in olgunluk dönemi çalışmalarının büyük bölümü, Bonapartist rejimler altında gerçekleşti. Bonaparte’ın rejimini, 1866 yılında Bismarck Prusya’da hayata geçirdi. Marx ve Engels’in olgunluk dönemlerinde kaleme aldıkları, ekonomiden felsefeye, Marksizm’in temel fikirlerini, Bonaparte ve Bismarck’a karşı mücadele içinde oluşturmuşlardı. Marx’ın teorik anlamda ortaya koyduğu tarih felsefesinin kendisini de içerdiğini düşünürsek, Marx’ın Bonaparte’ın darbesini mümkün kılan koşulları incelemesi, bir anlamda Marx’ın verili ‘ilişkiler ve koşullar’ içindeki yazınsal ve siyasal mücadelesine de ışık tutmaktadır.
‘18 Brumaire’ belki de Marx’ın en çok atıf yapılan ve bir o kadar Marx’ın yöntemini tahrip edecek şekilde eğilip bükülen eseridir. Siyasi literatüre Bonapartizm olarak geçen kavram, Marx’ın kullandığından farklı şekilde, sınıflar üstü hatta sınıf karşıtı bir kavram olarak ele alınır. 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan otoriter rejimleri tanımlamak için, tarihsel bağlamından koparılarak kullanılan Bonapartizm, burjuvazinin iktidarı yönetecek güçte olmadığı, ancak işçi sınıfının da iktidarı alamayacak kadar zayıf olduğu denge durumunda devletin, diğer ifadeyle sivil bürokrasinin ve ordunun yönetimi devralması şeklinde sunulur. Bu yaklaşımda her ne kadar sınıfsal yaklaşım varmış gibi gözükse de, son noktada devletin sınıfsal niteliğini gizlemektedir.
Yazının tamamı Bilim ve Ütopya'nın mayıs 2018 sayısında!
Ferhan BAYIR
Aydınlık Kitap Eki Yayın Yönetmeni