Bir canlı türü olarak biz insanlar bu gezegendeki binlerce yıllık yaşam serüvenimizi nasıl yaşadık, nasıl yaşamaktayız, nasıl yaşayacağız? Kendimize bir yaşam notu vermek gerekirse, örneğin on üzerinden kaç vereceğiz?
Böyle bir soru yerinde mi acaba? Başka türlü yaşama olanağımız vardı da yaşamadık mı? Bu bir. İkincisi yeryüzündeki tüm insanlar için böyle bir “toptan” yargı olup bitene yakışan ufuk açıcı bir yargı mı? Karşı çıkışları bu noktada kesip şöyle bir savunmayla sürdüreyim sorumu: Yaşamımızı değerlendirmek biz insanlara yakışan bir eylem değil midir? Sadece yaşamda kalmak için yaşamıyoruz. Doğanın bize sağladığı bedenimiz ve çevremizle bir anlam ve mana (ma’nâ) dünyası kuruyoruz.
Anlam dünyası sembol kullanma, giderek dil oluşturma becerimizle kuruluyor. Bu dünyanın yaşamda kalma çabaları ile ortaya çıktığını görüyoruz. Beden, çevresiyle kendini bu gezegende var kılmaya çabalarken anlamı keşfediyor. Anlamı buluyor, oluşturuyor. Çevresindeki nesnelere ad veriyor. Gezegende gerçekleştirdiği mücadelesine dili katıyor. Anlıyor. Anladığını dille yoğuruyor. Düşünme gücünü geliştiriyor. Kavramlaştırıyor. Yaşamdaki hazzı tada, zevke, eskilerin deyimiyle zevk-i selime, ince zevke, incelmiş, “estetize edilmiş” yaşantılara dönüştürüyor. Bedeniyle çevresinde keşfettiği şiiri, dile döküyor. Dillendiriyor. Dünyasını diliyle dokuyor.
Yaşamda kalma çabaları içinde korku ve tehditlere karşı geliştirdiği dayanışma, dostluk, sadakat, düşmanlık ve nef- ret duygularını işliyor, giderek edindiği yerleşik düzende, kentler içinde oldukça güvenli ama gerilimli çevre ve ortamlarda mana dünyasını, değerler evrenini keşfediyor, oluşturuyor. Yaşadığı dünyanın başka türlü olabileceğini, bu dünyaya, içinde bulunduğu koşullara mahkûm olmadığını anlamaya başlıyor. Bu dünyada yaşadığı örneğin dostluk, adalet, cesaret, sevgi, eşitlik, dürüstlük gibi değerlerin yeniden yorumlanabileceğini seziyor. Zaman zaman ölçüyü kaçırıp yanılsa da, kendi bulduğunu sandığı “değerleri” değer yorumlarını, inançlarını, gerçeklik anlayışını, hakikat kavrayışını başka insanlara dayatmaya çalışıyor. Savaşlar, sömürüler, kan, gözyaşı yeryüzünden eksik olmuyor. Teknolojisini geliştiriyor. Dünyanın birçok bölgesinde onca cahil, onca aç, onca sömürülen, haksızlığa uğramış kardeşleri varken uzayın derinliklerini araştırıyor.
İşte çok kısa biçimde kimi noktalarını vurguladığım oluşumuyla insan, önce bedenini, çevresini, dilini temel alan anlam dünyasından değerleri, sanatı, bilimi, düşünceyi, bilgeliği keşfettiği mana evrenine geçiş yapıyor.
Can oluşunu da keşfediyor, anlam ve mana dünyasını oluştururken. Canının bedeni, duyguları, düşünme gücü ve çevresiyle (doğal ve kültürel çevreler!) ilgili olduğunu anlamaya başlıyor. Diğer canlılar arasında bir candır o. Dünyayı daha hakça, daha iyi, daha güzel aynı zamanda daha kötü, daha çekilmez, daha sömürüye açık bir yaşam alanı yapabilecek saklı gücü (potansiyeli) olduğunu görüyor. Can, evrendeki yaşamda sonsuz oluşumların kendinde gerçekleştiği bir taşıyıcıdır.
Bir can olarak değerlidir insan, topraktaki, buluttaki, iç organlarımızdaki bakteriler kadar. Bir can olarak bu yaşamı dönüştürebilecek devrimlerin tohumlarını da varlığında barındırmaktadır.
Bu gezegendeki serüveninin son dönemlerinde yaşamaya çalıştığı “demokrasi” ona canını hatırlatmıyor. İnsan tarihi boyunca birçok dönemde olduğu gibi bu dönemde de canını unutmuşa benziyor. İçine düştüğü acımasız dünya düzeni canını çıkarmaktadır. Canın çıkmadığını düşünüp, yaşamını başkalarının canını çıkarmaya yönelmişler de bu can çıkaran düzende, sıkıştıkları konformist, haz ve hırs dolu yaşamlarıyla canlarından uzakta var olma savruluşu içindeler.
Can, eko-biyolojik temeli üzerinde taşıdığı evren enerjisiyle (erke diyorum buna!) dünyanın daha geniş, daha derin, daha yüksek yaşam biçimlerine erişmesinde çok önemli bir kavram olarak görünüyor. Elbette tasavvufî, dinî, kültürel çağrışımlarının farkındayım. Ben o bağlamlara kapalı değilim ama ama- cım, insanın yaşama enerjisi temelli, can temelli, can odaklı bir yaşam, bir hayat anlayışıyla tarihimizle, geleceğimizle hesaplaşabilme çabalarında farklı olduğunu düşündüğüm bir yolu yürümektir. Eski Yunanın zoê, bios kavramlarındaki yaşam atılımları, eros kavramıyla felsefenin önemli bir gücü oluyor. Onun için bir süredir felsefenin (filia-sofia) erosefe (erôs-sofia) olan yanını vurgulamaya çalışıyorum. Erosefe çalışmalarının, erosefeyi yaşayan düşünürlerin dünyaya yeni bakışlar katabileceğini savunuyorum. Mızmız, edilgin, kendi içine kapanık kavram oyunları içinde sözde sorgulamaların yapılageldiği elitist bir akademik et- kinliği aşacak özgür, özerk var olabilme biçimi olarak erosefenin canımızı keşifte önemli bir atılım olacağını düşünüyorum.
Prof. Dr. Ahmet İNAM
ODTÜ Felsefe Bölümü
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın şubat 2015 sayısında yayımlanmıştır.