1967 yılında şimdiki mimarlık amfisinde fizik dersindeyim. Yılın son dersi olmalı. Gözlerinden çıkan kıvılcımlara ince çevik bedenini katarak sahnede coşkuyla ders anlatan Danimarkalı hoca, dersini Türkçe olarak okuduğu Nâzım’ın şiiriyle bitiriyor:
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa…
Büyük bir alkış kopuyor amfide. Bütün yıl fiziği duyarak, düşünerek, yaşayarak anlatan, sonraları özellikle Mars gezegeni üzerine yaptığı çalışmalarıyla ünlenen Jens Martin Knudsen selamlıyor öğrencilerini. Bir kez daha anlıyorum: Bilim, kendimizi katmadan yapılmamalı.
Bunun tam tersini, bilimin çözülmeyi bekleyen sorunlardan oluştuğunu, sorunların çözümünün ise kendini katmadan, soğuk, duygusuz, mesafeli tavırla sözde “nesnel” olarak sağlanabileceğini dayatmaya çalıştılar. Bu kalıp düşüncenin yetersizliğini erken yaşlarımda yaşayarak anladım. Fizik hocam Knudsen’den yalnızca fizik öğrenmedim. İyi bir fizikçi nasıl yaşar, nasıl duyar, insanlarla ilişkisi nasıldır? Gördüm. Düşündüm.
Knudsen’i arkasında onu sessizce izleyen eşiyle birlikte derse giderken görmek şaşırtıcıydı. Hafif kamburunu çıkararak yürürdü. Bir eli içi notlar ve kitaplarla dolu çantasını tutarken öbür eli havada formüller yazardı. Yolda gördüğü çöpleri kaldırır, kenardaki çöp kutusuna atardı. Şaşardım onu görünce: Düşündüğünü, duyduğunu, taşıdığı sorumluluğu böylesine katıla katıla yaşayan, böylesine sahici bir bilim insanının öğrencisi olmak büyük bir şanstı.
Dünyanın farklı üniversitelerinde de dersler vermişti. Kendi ülkesinde 2005’te öldüğünde Kopenhag Üniversitesi’nde öğrencileri onun adına şarkı yapmışlardı.
Üniversite öğrenciliğimin bir başka şansı Orhan Alisbah’tı. Matematiği böyle sevimli hale getiren başka bir hocayla daha önce karşılaşmamıştım. En çetrefil konuları hafif bir ironiyle anlatırdı. Şöyle bir duygu uyandırırdı bende: Bu hoca bize anlattığının çok fazlasını biliyor, bildiğini de yaşıyor. Kendisini bilgisine adamış, geniş ufuklu, derin bir insan.
Şimdilerde sayıları giderek artan, ruhsuz, işini sevmeyen, dar görüşlü, kalıp düşüncelerin dışına çıkamayan, bilgisine kendini katamamış akademisyen memurlar gördükçe içim sızlıyor.
Elbette abartırım: Bilim bir aşktır. Bunu söylediğim konuşmalarımdan birinde bana tepki duyan beyaz önlüklü bir asistan, “Ben işimi yapıyorum Hoca, aşk falan ne oluyor, size ne benim aşkımdan” demişti. “Ben sizin aşkınıza ne karışırım, duymuyorsanız, duymuyorsunuzdur. Ben bir hakikat araştırıcısı resmi çiziyorum. İşini iyi yapan teknisyenlere saygı duyarım. Ama bilim insanı olmak, teknisyen olmaktan öte bir var oluş biçimidir.” Yanıtım böyleydi. Aşksız arkadaşın sözlerime dudak büküp konuşma yerini terk ettiğini anımsıyorum. Sanırım on sekizinci yüzyıldan kalma, romantik, bilimin bir “nesnellik”, duygulardan arınmışlık gerektirdiğini bilmeyen, bilimden de anlamayan, cahil, uçuk bir felsefeci olduğumu düşünüyordu.
Büyük beklentilerin, yüce duyguların insanlarıyla yapılmalı bilim. Bilim yaşamla, hayatla yoğrulmalı. Bilimi salt bir iş gibi gören, aşksız, kurnaz, uyanık, daha fazla para kazanacağı bir mesleği edinemediği için “açık bir kadro var bari bilim insanı olayım, yabancı dilim de iyidir, hocaları da tanıyorum, ayarlarım hepsini” diyen hakikati arama tutkusundan yoksun insanların eline bırakmamak gerek.
Bu görüşüme gelebilecek karşı çıkışlardan biri de: “Altyapı var mı? Özgürlük var mı? Paraya, çıkara dayalı projelerin yoğunluk kazandığı, siyasal, sosyo-psikolojik ekonomik baskılarla farklı görüşlerin sindirilip yasaklandığı ortamda insanda aşk mı kalır?” diyebilir. Asıl böyle durumlarda hakikat vurgununu yemiş genç insanlarda aşkı uyandırmak gerekir; bilimin, akademik çalışmaların yozlaşmaması için.
Aşk özgürlük ister. Bağımsız düşünebilen canlar ister. Bunların sayısı aşksızlara göre azdır elbette. Ama her bilim yolcusu içinde bilim aşkını potansiyel olarak taşır. Aşklılar, aşksızlardaki cevheri ortaya çıkarabilirler.
İnsanın bilgisine, araştırmasına kendini katması ne demek? Bilimde nesnellik yok mu? Duygusallık, hele aşk gibi akıl, mantık dışı bir hâl nasıl oluyor da bilimin içine girebiliyor?
İnsan bir candır. Bir bütün. “Öznelliğimden (Tartışmalı bir kavram öznellik ya, neyse!) arındım, şimdi laboratuvarıma gidip çalışacağım” bakışı bir aldanmadır. Duygularınızdan arınamazsınız. Can duyarlılığınız varsa, yaptığınız işte, araştırmanızda duygularınızın yerini, etkisini fark edersiniz.
İnsan bir bilgisayar değil. Bilgisayarlar, belli düzenlilikler, algoritmalarla çalışır ama aradığınız, ardına düştüğünüz sorun hakikat sorunuysa algoritmalar gerektirse de ondan daima fazla bir sorundur.
Teknisyen, elinde hazır bilgisinin oluşturduğu pusulayla yürüyerek, yine hazır bilgisinin ortaya çıkardığı gözlem araçlarıyla bakar. Bilgisinin dışına çıkma gücü yoktur. Seçenekleri, farklı düşünceleri göremez. Çünkü bildiğiyle, bildiğini sandığıyla sınırlıdır. Bir şey sorarsınız, sizi kendi alanına çeker, üzerinize terminoloji yağdırır. “Hocam, nedir kuantum? Tensörleri bilmiyorsan sana anlatamam” der. Bildiğinizi söylediğinizde de anlatamadıklarını gördüğünüz çok olur. Bunun âlâsını biz felsefeciler yaparız. Yabancı sözcükler attırmak, koca koca laflar etmek (hiç de gerektirmediği durumlarda ikide bir, “apriori”, “ontoloji”, “fenomenoloji”, “epistemoloji” sözcüklerini ve bunların türevlerini kullanmak gibi!) hepimizde vardır.
Teknik elbette titizce edinilmesi gereken bilgi ve becerilerden oluşur. Teknik edinilmeli ama orada kalmamalı. Bilginiz sizi ezmemeli. Bilginizin altında kalmamalısınız. Bilgisiyle özgürleşmeli insan. Bilgisini bir müziği, bir şiiri yaşar gibi yaşamalı. Gönül genişliğiyle. Ufuk açıklığı ile. Bilginin çilesi vardır, çetin bir çaba gerektirir. Sıkıntılıdır, zorludur. Bu çilenin de bir keyfi vardır.
Bilimin zevki vardır. Ezberci, dar bakışlı teknisyen bu zevkin farkında değildir. Düşük zevkli, kolaycı bilim insanları, dayatılan, popüler olmuş bilginin içinde kalırlar.
Bilim zevkini, bilim estetiğini, bilimin güzelliğini, müziğini, şiirini duyan, duyuran, duyuracak genç bilim insanlarını özlüyorum.