“Bireysel çıkar ve insan doğası”: Burjuva dünya görüşünün eleştirisi

Yazan
Gürsen Topses
Yazının Okunma Süresi
28 dakika

19. yüzyılda Batı’daki egemen sınıf ideolojisinin temel kavramlarından biri olan “özgür girişim” (Laissez-faire) kavramının başlatıcısı ve kapitalist toplumsal sistemin öncü kuramcısı Adam Smith, sistemin geçerlilik savlarını geliştirirken, felsefi-metafizik ve psikolojik bir kavram olan “insan doğasından yola çıkar. Sözü edilen “insan doğasının tanımı “ekonomik insan"dır (homo-economicus). Savunulan felsefe ise, liberal felsefedir. Böylelikle Smith, kapitalist toplumsal-ekonomik düzenlerin değiştirilemezliğine ya da kutsallığına ilişkin temel bir sav geliştirmiş olur. Dolayısıyla, insanın “doğasal niteliği” ile bu düzenin nitelik ve niceliğinin birbirleriyle tutarlı, doğasal bir bütünlük oluşturduğuna inanır.
Aynı zamanda bir ahlak felsefecisi olan Smith’e göre, insan bencilliği (egoisme) bir doğasal niteliktir bir doğa yasasıdır. Bireyci çıkarlar, bencil güdülenmeler ya da istekler, ekonomik-sosyal gerçekliğin dinamizmini oluşturan bu temel güdü içinde saklıdır. İnsanın çıkar güdüsü “ekonomik organizma”yı oluşturan ve sürdüren temel bir belirleyicidir, bir motordur, itici bir güçtür. Çünkü bu toplumsal düzende, her birey kendi çıkarını gözetirken “görünmeyen bir el” tarafından kendi dileğinin dışında, toplumsal yarara da hizmet etmiş olur. Böylelikle her birey kendi çıkarım en yüksek düzeye çıkarmak isterken, toplumdaki bütün bireylerin mutluluğunu da en yüksek düzeye çıkarmış olur. Bu oluşumun adı “çıkar uyumu” kavramıdır. “Çıkar uyumu”, bireysel çıkarlar ile toplumsal çıkarların uyumlu bir birliktelik oluşturması, anlamına gelir. Böylelikle hem insanın, hem toplumun, hem de ekonomik sürecin hemen hemen her alanında “doğal yasalara” uyulduğun- da, “çıkarların kovalaması” sürdükçe toplumsal ve ekonomik olarak “en yüksek” (optimal) verim sağlandığı gibi, ulusal servet de artar; böylece ekonomik dağılım dengeli olarak açılım gücü kazanır. Bütün bu doğal süreçler, ulusların zenginlik ve refah düzeylerinin de kamçılayıcısı olurlar. Kapitalist toplum yapısının temel güdüleyicisi, insanları çalışmaya ilen belirleyici güdü, “bireysel çıkar güdüsü” ya da “benmerkezci çıkar güdüsü” ve bunun bir adım ilerisi “bireysel olarak daha iyi ve güvenli yaşama güdüsü” olarak kabul edilir. (J. D. Bernal. 1976; Hançerlioğlu. 1977; Kazgan. 1980).
“Doğal uyum” kavramı savunucusu Adam Smith ve ardıllarına göre, “insan doğası” evrensel nitelikte ise, liberalizmin yasaları da evrensel olmalıdır. Güçlü olanın yaşaması, güçsüz ve dayanıksız olanın elenmesi, yani “eşitsizlik”, biyolojik yasalara benzer şekilde, evrensel yasalar olarak kabul edilmelidir. Amerika’da 19. yüzyılın başlarında, kapitalist toplumsal düzeninin geçerliliğini kanıtlamaya çalışan, biyolojik varlık alanım, toplumsal-ekonomik varlık alanına indirgemeye çalışan ve uygulama alanı da bulan “Sosyal Darwinizm”, bu temel yaklaşıma dayanarak ortaya atılmıştır. (Sena; 1976; Kazgan, 1980)
Adam Smith’e göre, bir doğasal gerçeklik olarak algılanan bireysel çıkar güdüsü, toplumsal, özgeci çıkar duygularının da belirleyicisidir. Kişisel bencil çıkar güdüsü, toplumsal çıkarları da üretir. “Bencillik”, “duygudaşlık” (sempati), başka deyişle, “benmerkezcilik” ile “özgecilik”, dahası bireysel çıkarlarla, toplumsal çıkarlar, birbirleriyle çelişmeyen, kökenini ve kaynağını insanın bencil güdüsünden alan, birbirleriyle barışık psikolojik ve toplumsal olgular olarak kabul edilir. İnsanın bencil davranışlarını değiştirilemeyen, mutlaklaşmış nitelikler olarak kabul eden Adam Smith bu mantık yürütmeyle, değişmeyen bir kapitalist düzen yasası üretmiş olur. Bu yasadan, “toplumsallık”, “özgecilik” davranışı da çıkar. Çünkü insan kendisine nasıl davranırsa, başkalarına karşı da öyle davranır. Kendini severse, başkalarını da sever. “Sempati” adı altında kullandığı, duygudaşlık terimi -kimi yazarlar bunu “empati” kavramıyla karıştırmışlardır- benmerkezci davranışın türevi olur. Üstelik Smith, doğal olan ve aslında psikolojik olan bu doğal güdüyü. Tanrının insanlara verdiği bir “lütuf’ olarak da değerlendirir. Yani “insan bencilliği” kavramına metafizik bir kılıf giydirir. İncil’in, bu konudaki buyruklarını kanıt göstererek, savlarım dinsel temellerle de doğrulamaya çalışır. (J. Bernal, 1976; Kazgan, 1980)
Oysa Adam Smith’in tanrısal-doğasal bir nitelik olarak kabul ettiği “insan bencilliği”, tarihsel süreç içinde, insan-insan, sermaye-emek, emperyalist uluslar ile “az gelişmiş” (ezilen) ülkeler arasındaki uzlaşmaz çelişkileri çözemediği gibi daha da geliştirmiş, Batılı emperyalist ülkeler lehine oluşan uçurumları derinleştirmiş, başka deyişle varsıl ülkelerle, yoksul ülkeler arasındaki çelişkileri keskinleştirmiş, Batılı emperyalist sistem adına insanlığı, sonu ve geleceği olmayan bir serüven bataklığının içine doğru sürüklemiş, daha kötüsü, bu bataklığa açılma ve yayılma hızını daha da artırmıştır.

“İnsan doğası” kavramı ve insan bilimlerindeki yansımaları
İnsan doğası kavramı, felsefi boyutuyla metafizik bir kavramdır. İnsan varlığına değişmeyen, mutlak nitelikler yüklemekle ünlüdür. Belirli hayvanlara, örneğin kedilere, köpeklere, tilkilere vb. yüklenen “nankör”, “sadık”, “kurnaz” vb. nitelemeler gibi bir tür “mutlaklık yakıştırması” kavramının bir benzeri olarak da düşünülebilir.
Metafizik olma niteliğinin yanında, kuşkusuz doğrudan biyolojik bir kavramdır.
Hemen tüm dinlerde adı geçen iyi-kötü savaşımları, örneğin bir Doğu dini olan Brahman dininin Vişnu (iyi), Şiva (kötü) güçleri, hak-batıl kavramları, evrim yasalarını savunan Zerdüşt düşüncesindeki iyi (aydınlık) ve kötü (karanlık) kavramları, eski Türk filmlerimizdeki kötü adam-iyi adam nitelemeleri de mutlak nitelikler olarak algılanır. Bilimsel boyutuyla ise daha çok genetik ya da biyolojik kavram olan “insan doğası” kavramı, insanın psikolojik özelliklerini, dahası sosyolojik ve ekonomik alanları da içerecek biçimde genişletilmiş, öncel (a priori) olarak kabul edilen, insana ilişkin tek bir özelliğin, tüm toplumsal ve ekonomik yaşamın belirleyicisi olduğuna ilişkin olan ve adına da “indirgeyicilik” denen çeşitli bilim dışı kuramsal yaklaşımların da temelini oluşturmuştur.

Metafizik felsefenin temel kavramı olan töz (Cevher-substans) bu “mutlak olma” niteliğini simgeler ve “Varlıkların arkasında, var olduğu kabul edilen, inanılan, değişmez, mutlak olduğu varsayılan, kendi kendisiyle aynı kalan, özü yönünden değişikliğe uğramayan...” (Cevizci, s. 937) olarak tanımlanır. Töz kavramı, hemen hemen bütün Batılı idealist filozofların varlık, bilgi ve etik kuramlarında sıkça görülür. Doğa bilimlerinde, örneğin Newton fiziğindeki, zaman ve uzam (mekân) kavramları da mutlak kavramlar olarak algılanır. Aristo’nun düşme yasası olarak öne sürdüğü ağırlık/direnç formülündeki, “ağırlık” (F) mutlak bir kavram olarak kabul edilen metafizik bir kavramdır. Felsefe ve bilim tarihinde bu türden idealist-metafizik açıklamaların sayısı hayli kabarıktır.

Felsefenin “insan felsefesi, insan doğasına ilişkin nitelemelerin bolca sergilendiği, insan varlığına ve insan doğasıyla ilgili çok çeşitli spekülatif yaklaşımların tartışıldığı geniş bir felsefi disiplin alanıdır. Örneğin, Antik Yunan felsefesinin ilk doğa filozofları ne denli materyalist filozoflar olarak nitelenseler de evrenin başlatıcısı ya da kaynağı olarak kabul ettikleri Arklıe (ana madde-kendisinden başka nedeni olmayan mutlak varlık) kavramı yüzünden metafizik niteliği olan düşünürler olarak da kabul edilirler. Ancak arkhe’nin hava, ateş, su gibi aynı zamanda maddesel nitelikli oluşu, antik Yunan düşünürlerinin materyalist olduklarının da kanıtım oluşturur. Aynı durum, MÖ 336-264 yıllarının Stoa felsefesi için de söz konusudur. Çünkü Stoa felsefesi, taşıdığı panteist (kamutanrıcı) özelliğiyle, “doğaya uygun” yaşama düşüncesini üretmiştir. Doğaya uygun yaşama ise, akılsal (logos) bir kavram olan Tanrıya uygun yaşama anlamına gelir. Stoa felsefesinde Tanrı tinsel değil, Herakleitos’un ateşi gibi özdeksel (maddesel) bir varlıktır, dahası akıllı bir varlıktır, yani Logos’tın-. Böylelikle Stoa felsefesinde, Tanrı, akıl ve doğa; aynı örtüşük anlamlan olan kavramlar olarak kabul edilir. Sofistler’in doğasal olan (physei), insansal olan (thesei) ikilemi insan-doğa çelişkisinin bir çeşit anlatımıdır. İnsanın gerçekleştirdikleriyle, doğada var olanlar arasındaki bir çeşit çelişkinin anlatımıdır. Sofistler, doğada olanların yetkinliğine karşılık, insansal (thesei) düzene karşı eleştiri geliştirirlerken, aslında içinde bulundukları toplumsal-ekonomik düzeni eleştiri kapsamına almışlardır. Doğasal ve insansal toplumsal düzen ikilemi tartışması ise, düşünce tarihinde hep yaşanmış, doğanın üstünlüğünü savunan tezler; doğaya, dahası metafiziğe yenik düşen bir çeşit edilgen insanı; yeryüzünde uzlaşmaz çelişkilerin aşılabildiği, barışçıl, eşitlikçi ve adaletli toplumsal düzenin gerçekleşebileceğini savunan tezler ise, etkin, devrimci insanı simgelemişlerdir.
Hiç kuşkusuz Batı Rönesansı ve aydınlanmam felsefe, hemen tüm düşünce köklerini, Antik Yunan felsefesinden almıştır. “İnsan doğasına dönmek” düşüncesi, bu felsefenin temel sloganı olmuştur. Aydınlanmacı düşüncenin kabul ettiği bu sloganının temel düşünce çizgisinde ise; temel olarak doğal hukuk kavramı, insan hak ve özgürlüklerinin insan doğasında bulunduğu ve siyasal ya da pozitif hukukun temelinde insan hakları ve özgürlükleri olduğu vb savlar yatar. Rousseau’nun naturalizmi, kendi döneminde gelişme hızı kazıman kapitalist toplum düzenine karşı bir başkaldırım felsefe olma niteliğini taşır. Natüralizm, doğasal bozulmamışlığın yanında, sadeliğin, doğasal düzenin, kendiliğindenliğin (spontatı) ve bireysel bağımsızlık duygusunun adı ya da simgesidir bir bakıma. İnsanın doğal gereksinimlerinden çıkış alarak doğal hukuk ve ulus-devlet kavramlarını üretir. Roussseau, adından söz etmese de 18. yüzyıl koşulları içinde ve uygarlık adını verdiği, kapitalist toplumsal düzene karşı, baskısız, yetkesiz, salt doğal olan bir insan ve toplum düzenini savunur. Hobbes, devlet yönetimi kavramını, insanların “kendilerini koruma içgüdüsünden” ve buna bağlı “egoist” eğilimlerini denetim alma gereksiniminden kaynaklandırır. “İnsan insanın kurdudur” genellemesinden çıkarak devlet yönetiminin mutlakiyetçi (ablolutist) ya da monarşik olması gerektiğini savunur. Hugo Grotius ise, tam karşıt bir yaklaşımla pozitif hukuku, “doğal hukuk”tan ayırırken, savunduğu demokratik yönetim biçimini insan doğasının “iyi” olma niteliğinden türetir. Adam Smith, kişisel çıkarı anamalcı liberal düzenin kamçılayıcısı olarak kabul ederken, Jeremy Bettham ve James Mili, hedonizmi, yani “hoşlanım düşkünlüğünü, toplumsal davranışı belirleyen temel güdüler olarak geliştirirler. Başka deyişle, koskocaman ekonomik-toplumsal varlık alanının kaynaklarını, bilim dışı bir mantıkla biyolojik ve psikolojik varlık alanlarından birine ya da birkaçına indirgemiş olurlar. (J. D. Bemal, 1976; Kağıtçıbaşı, 2002)
18. yüzyıl ve sonrası Aydınlanma düşüncesi, insanların doğuştan özgür ve eşit olduklarını, doğuştan onlara verilmiş temel haklarla dünyaya geldiklerini, başka deyişle “siyasal ve hukuksal özgürlük”, “eşitlik”, “adalet”, “hak” kavramlarının bir doğa yasası olduğunu ideolojik savlarının başına koymuştur. Dahası, bu temel kavramları sloganlaştırarak ve feodalizmin “serf” adı verilen toprakla birlikte alınıp satılan köylülerini arkalarından sürükleyerek, feodalizmin çöküşünün ideolojik temellerini atmışlar ve anamalcı bir yeni üretim biçiminin temel düşün stratejilerinin oluşmasında belirleyici rol oynamışlardır.
1960’iı yıllarda Amerikalı McGregor, endüstriyel psikoloji alanında X-Y kuramı adı altında bir kuram geliştirmiştir. Bu kuramda üretim sürecindeki çalışan insan, birbirleriyle çelişkili iki nitelik kategorisiyle tanımlanmıştır. Bu nitelikler ise, bütünüyle insan doğasına özgü niteliklerdir. Örneğin; X kuramında, insan edilgen ve durağan, dış denetimli, katı ve sert yetkeci yönetim yanlısı, sadece ekonomik güdüleri vb özellikleri olan bir varlık olarak betimlenirken, Y kuramında sosyo-psikolojik güdüleri ağır basan, iç denetimli olma niteliği yüksek, etkin ve dinamik vb. nitelikleri olan bir varlık olarak tanımlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde de geliştirilen Maslow ve Herzberg kuramlarında da, insanı tekil ve nesnel toplumsal gerçeklikten soyutlayarak ele alan yöntemsel temel yanlışlık hep sürdürülmüştür. (Sabancuoğlu, Tüz, 2001)

Psikoloji kuramlarında “insan doğası” kavramı
19. yüzyılda ve sonrasındaki süreç içinde gelişen psikoloji bilimi, gelişim süreci içinde özellikle bireysel insan gerçekliğini anlama ve açıklama yönünde, çok çeşitli psikoloji kuramı geliştirmiştir. Yapısalcılık (strüktiializm). Davranışçılık (behavyorizm), psikanalizin, geştalt, varoluşçuluk (egzistansyializm) kuramları, hümanistik psikoloji bunların en önemlilerinden sayılır. Genel olarak, bireyi ya da insanı, tarihsel, toplumsal-ekonomik gerçekliğin dışında sadece antropolojk bir gerçeklik olarak alıp incelemeye çalışırlar. Toplumsal, ekonomik gerçeklikten soyutlanmış insan varlığına ilişkin, kuram al görüşler geliştirirler. Yapısalcı varoluşçu ve davranışçı psikolojilerin dışında, hemen tüm psikoloji kuramlarında “insan doğası” kavramı, metafizik niteliğiyle ele alınmış ve “insanı” incelemeye çalışan hemen tüm psikoloji kuramlarının başında yer almıştır.
Freud’un temsil ettiği psikanalizin ve yeni Freudcu akımlar, bu tür yaklaşımların ilk sıralarında yer alırlar. Freud’un psiko-analitik kuramında insan, doğası gereği öncelikle “kötü” olarak kabul edilir. İnsan doğasının kötü olma niteliği, onun biyolojik içgüdülerinden kaynaklanır. Freud’a göre insanın biyolojik gerçekliğine ise İd adı verilir. Libidonal enerjinin taşıyıcısı olan İd, yaşam içgüdüsü (eros) ve ölüm içgüdüsü (rhanatos) olarak iki organik içgüdüyle adlandırılır. Freud'a göre tüm bu içgüdüler, doğuştan ve tüm canlı organizmalarda var olduğu kabul edilen biyolojik-psikolojik güçlerdir. Eros’un türevi sevgi, ölüm içgüdüsünün türevi ise yıkıcılık ya da saldırganlıktır. Böylelikle saldırganlık ya da yıkıcılık, insanın içgüdüsel doğası olarak algılanır. Yıkıcılık güdüsünün bastırılması ise, tıpkı cinsel davranışlarda olduğu gibi patolojik davranışların nedenini oluşturur. Yıkıcılık kavramının içinde ise, saldırganlık, üstünlük, güç istenci gibi duygular yatar. İçe ve dışa yönelik saldırganlıklar ise, mazoşizm ve sadizm olarak adlandırılırlar. Tüm bu duygular ise, bireye özgü, öz koruyucu (savunucu) nitelikte olan duygulardır.
Freud'un, varsayarak doğuştan ve biyolojik gerçeklikten kaynaklandırdığı bu duygular -savaşa karşı olsa da- aynı zamanda yeryüzündeki savaşların da nedenidir. İnsanda doğuştan varolan ölüm içgüdüsünün, dışarıya, başkalarına yönelmiş biçimini simgeler. Böylelikle Freud, savaşların nedenini, varsaydığı insanın biyolojik-psikolojik gerçekliğine indirgeyen, metafizik ve bilim dışı bir yaklaşımın öznel yorumunu üretmiş olur.
Freudyen psikolojiye tepki olarak ortaya çıkan ve Yeni Freudculuk adı verilen öteki psikanalitik kuramlarda da hemen aynı idealist-metafizik felsefi yaklaşımların izleri görülür. Jung, Erich Fromm, Koreıı Horney, Otto Rank, Sullivan, Karen Horney bunlardandır. Freud’un ardıllarından sayılan, ama ondan önemli ölçüde ayrı bir kuramsal metodoloji geliştiren Alfred Adler, insanı ve insan duygularını toplumsal gerçeklik bağlamında incelemeye çalışma yönünde diğer kuramcılardan ayırt edici bir nitelik taşır.
Kendini “hümanist marksist” olarak niteleyen Erich Fromm, Marx’ın gençlik yapıtlarından esin aldığı olma ve kendini geliştirme gibi içsel gereksinmeleriyle, kimilerinin “uygarlık” adını verdikleri, burjuva kapitalist düzen-insan çelişkisini vurgular. Fromm’a göre, yaşamın amacı, insan doğasında aranmalıdır. İnsan doğası da Amerikan hümanistik psikolojinin savlarında olduğu gibi “insan doğası değişmez ve yok olmaz” niteliktedir. Fromm’a göre de bu değişmeyen, tarih dışı insan doğasından kaynaklanan gereksinmeler, kapitalist toplum yapısıyla çelişir. Bu düzen, kalıtsal olarak var olan insan gereksinmelerinin gerçekleşmesini engeller. Ona göre kurtuluş sosyalizmdedir ve sosyalizm “insanın tanrıya dönmesinden başka bir şey olmayan, kendi özüne dönüş” toplumudur. Bu çerçeve içinde, sosyalizme götüren tarihsel, ekonomik ve toplumsal gerçeklik çözümleme konusu yapılmadığı gibi, sosyalizm insanın kendi doğasına dönüşü olarak yorumlanır. Böylelikle, sosyalizm kavramı, doğrudan soyut, dahası metafizik, gerçeküstü ve düşsel bir düzlem içinde ele alınıp işlenir. Liberal, burjuva radikalizminin kapitalizmine yönelik eleştirel nitelikli tepkilerinden öteye geçmez. (Dobrenkov, 1979)
Erich Fromm’un ve öteki psikoloji kuramcılarının inceleme konusu yaptıkları insan, tıpkı varoluşçu psikolojilerde olduğu gibi antropolojik kaynaklı, soyut ve tarih dışı bir varlıktır. Toplumsal gerçekliğin üretim biçimleri ve ilişkilerine dayalı, somut, tarihsel, ekonomik, kültürel temellerden tümüyle yoksundur. Amerikan Hümanist psikolojinin kuramcılarından Maslow’un gereksinmeler kuramı da aynı tarih dışı, soyut nitelikler taşır. Bu kuramcılar, görgül yaşam deneylerinden elde ettikleri bulguları, kartondan ya da jelatinden yapılma insan karikatürleri ya da Condillac’ın duyumlarla yamalanmış “heykel insan” betimlemesi gibi soyut, idealize edilmiş psikolojik insan betimlemeleri için kullanmışlardır. Bu tür yaklaşımlar, bu yazının kapsamına giremeyecek ölçüde çok sayıdadır.

Diyalektik yöntem açısından: Tarihsel, toplumsal, ekonomik temelleriyle insan kavramı yaklaşımı
“İnsan nedir?” sorusu felsefe disiplininin, “insan felsefesi”nden kaynaklanan temel bir sorunsal alanını oluşturur. Tüm düşünce tarihi süresince bu soruya verilen yanıtlar son derece zengin ve çeşitli olmuştur. İnsanı, tek ya da birkaç değişkenle, hele “insan doğası” gibi metafizik kökenli bir yaklaşımla betimlemeye, tanımlamaya çalışan savların geçerliliği kuşkuludur. İnsanı, belirli değişkenlerle, sadece biyolojiyle, toplumla ya da sadece bireysel boyutlarla açıklamaya çalışan bilimlerin, özellikle insan bilimlerinin yetersizliği de gözler önündedir. Bu gerçek, felsefeyle, bilimlerin ve özellikle de bilimlerin bir bütün olarak birlikte işlev görmesi gerekliliğinin de bir çeşit kanıtını oluşturur. Bu gerçek “Varlık alanında her şey birbirine bağlıdır ve karşılıklı etkileşim süreciyle, dinamik, gelişken bir yapı oluşturur” şeklinde ifade edilen diyalektik ilkenin bir gereğidir. Başka deyişle, insan, tarihsel, toplumsal ve ekonomik vb. nesnel gerçeklerin nicelikleri ve nitelikleriyle ilişkilendirilip açıklanmadığı sürece, doğru ve gerçekçi sayılamaz.
Freud’a göre insan, biyo-psişik-toplumsal bir varlıktır. Bu tanımlama, yanlış değildir, kendi içinde doğru bile sayılabilir, ama eksiktir. Hele insanı, soyut insan tasarımını ya da insanın varlık alanını biyolojik, psikolojik, sosyolojik değişkenlerden oluşmuş "psikolojik bir aygıt” olarak düşünmek, bu türden yanılgıyı daha da genişletir. Freud, ayaklan yerden kesik, bu soyut insan tasarımına “ruhsal aygıt” adını verir. Böylece Freud, oluşturduğu bu “ruhsal aygıta” birtakım değişkenleri yamalamış, eklemiş ve böylece tarihsel, ekonomik, toplumsal temellerden yoksun, id-ego-stiper ego’dan oluşan soyut bir insan figürü yaratmış ve onu psikolojik inceleme konusu yapmıştır. Bu türden insan tasannu, özellikle içgüdüsel boyutlarıyla, uygarlık adı verilen toplumsal gerçeğe yabancıdır, onunla uzlaşmaz olarak çelişkilidir. Benzeri yaklaşım Eric Fromm düşüncesi için de geçerlidir. Fromm’a göre, yabancılaşma, belirli tarihsel ve toplumsal dönemlerde ortaya çıkmamış, insan onu ilk günah düşüncesi gibi doğuştan getirmiştir. Çünkü insimin doğasıyla içinde yaşadığı kapitalist toplum, doğasal olarak birbirleriyle çelişkilidir. Sosyalizm, insanı, tanrısal özüne döndürerek kurtaracaktır (Fromm, 1985). Aynı mantık yürütümüyle ama tam karşıt bir dünya görüşü yaklaşımıyla sosyalizmin de insan doğasına aykırı olduğuna ilişkin söylemleri çevremizde çok sık görüp işitmişizdir.
Psikoloji biliminin kuramcıları, belki, bu bilimin metodolojisi gereği, insan gerçekliğini tarihsel, toplumsal gerçeklikten soyutlayıp, kimi zaman abartılı genellemelerle insanı tanımlamaya çalışırlarken, felsefi anlamda idealizmin tuzağına düşmekten kurtulamamışlar, ancak içinde yaşadıkları toplumsal, ekonomik koşulların etkisini, kuramsal görüşlerine her vakit yansıtmaktan, kendilerini alamamışlardır. Bu olgu, onların, kendi kendilerine düştükleri düpedüz bir çelişkidir.
İnsana özgü olarak yakıştırılan “bencil”, “özgeci”, “iyi”, “kötü”, “sorumlu”, “sorumsuz”, “bağımlı”, “bağımsız” “edilgen”, “etken”, “uyumlu”, “uyumsuz” vb. kişilik özellikleri, mutlak, değişmez, doğasal nitelikler değil, belirli durum, ortam ve koşullarda, kimi kere nedensellik ilişkileriyle ortaya çıkan davranış biçimleridir. Güven-güvensizliğin, bağımlılığın ve bağımsızlığın, benmerkezci ya da özgeci, dış dene- timli-iç denetimli davranışların nedeni salt biyolojik, kalıtsal değişkenlerle değil, toplumsal-ekonomik değişkenlerin ya da benzeri çevresel koşulların ürünüdür. Dahası insan varlığı, ele avuca sığmayan temel gizil güçleri, üstün beyin gücü, o ölçüde gelişmiş merkezi sinir sisteminin özellikleri yüzünden, gelişim dinamiği en yüksek düzeyde olan varlıkların baş sıralardadır. İnsanı bağımlı bir değişken olarak kabul ettiğimizde her türlü varlık alanındaki bağımsız değişkenlerin etkileyici ve belirleyici niteliğinden koparmak olası değildir.
İnsan, insanlığın oluşumundan günümüze dek sürekli olarak topluluk ve toplumlar içinde yaşamıştır yaşamaktadır. İnsanın toplumsal bir varlık olduğuna ilişkin genellemeler, metafizik niteliğinden soyutlanıp, nesnel gerçekliğe uygun olduğu ölçüde doğrulanabilir ancak. İnsanın toplumsal birliktelik içinde yaşaması, çelişkilerini aştığı ölçüde, özgeciliği, iş birliğini ve dayanışma duygularım uyandırır ve geliştirir. Sözgelimi koşullar geçerli, uyarlı olduğu ölçüde, bencillik, sorumsuzluk duyguları azalır ya da biter. Üretim güçleriyle, üretim ilişkileri çelişkisi, uzlaşmaz niteliğini yitirdikçe, benmerkezci davranış, özgeci davranışlara dönüşebilir, toplumun metalaşma düzeni geriledikçe, insanın yüksek değerleri, öne çıkabilir. Bireysel çıkarların çalışma güdüsü olarak algılandığı, insan gereksinmelerinin salt “para" kazanma istemiyle özdeşleştirildiği toplumsallaşmanın değil, güvensizlikle birlikte büyüyen bireyciliğin abartılı olarak öne çıktığı toplumlarda “kişisel çıkar” gereksinmesi en önde giden gereksinmeler düzeyine yerleşir. Emeğin toplumsallaştığı ve yabancılaşmalardan, çelişkilerden kurtulduğu, dolayısıyla toplumsal güvenliğin bireysel ve toplumsal çıkarların birbiriyle bütünleştiği, insan emeğinin ve yüksek değerlerinin daha çok öne çıktığı toplumlarda, insanın çalışmaya olan güdülemesi ve yaratıcılığı, salt ekonomik amaçlı güvenceden çok, insana üretme ve ürettikçe kendini yenileme duygusu veren, vazgeçilemeyen temel bir gereksinim durumuna gelebilir. Alt düzey gereksinmeler karşılandıkça, üst düzey gereksinmeler gelişir. Bu yüzden aslında anamalcı düzenini değiştirilemezliğini amaçlayan, bu türden insan doğası olarak kabul ettikleri “bireysel bencil çıkar” güdüsünü baş tacı eden sahte bilim görünüşlü, burjuva kökenli yaklaşımların geçerlilikle ilgili hiç mi hiç şanslarının olmaması gerekir.

Kaynakça
1) Cemil Sena. Filozoflar Ansiklopedisi, 4. Cilt Rem/i Kitabevi. İstanbul. 1976.
2) V.İ. Dobrenkov, Erich Fromm ve Yeni Freudçuluğun Eleştirisi, Sorun Yayınları. çev: O. Tangöre, L. Küey. İstanbul, 1979.
3) Erich Fromm. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, çev. Şükrü Albagul. Payel yayınları, 1985.
4) Güllen Kazgan. İktisadi Düşünce. Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980.
5) J. D. Bemal, Materyalist Bilimler Tarihi. çev: Emre Marlalı, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1976.
6) Karl Marx, El Yazmaları. Çev: Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara. 1993.
7) M. Rosenthal ve P. Yudin, Materyalist Felsefe sözlüğü. Çev: Aziz Çalışlar. Sosyal Yayınlar, İstanbul. 1972.

Bu yazı Bilim ve Ütopya dergisinin Aralık 2005 sayısında yayınlanmıştır.

Politika
Etiketler
küçük burjuva
burjuva
burjuvazi