İlericiliğin anlamı ve tarihselliği
İlericilik kavramı ahlaki bir onaydan ziyade 16. ve 17. yüzyıllarda var olan seçenekler arasında üretim ilişkilerini ve üretici güçleri geliştiren, daha iyi ve eşitlikçi bir topluma doğru ilerlemenin nesnel yolunu açan bir sisteme işaret ediyordu. Bu sistemin sahiplerinin, küçük mülk sahibi köylüye yönelik tasfiyesi ve halka yönelik zorbaca uygulamaları bir yana gelişmenin doğrultusu ekonominin merkezileşmesine ve üretimin büyümesine doğruydu. Dahası bu gelişme içinde burjuvazi de aristokrasi karşısında ve onun gibi, saf bir bütünlüğü temsil etmiyordu. Burjuvazinin bir kesimi kralın kendisine verdiği ayrıcalıklardan yararlanırken Londra’da büyüyüp gelişen kesimi ise bu ticari üstünlüklerin dışındaydı. Sonuç olarak İngiltere’deki 1640 Devriminden önceki kapitalist yol açılmasaydı ve devrim feodal siyasal iktidarın belini kırmasaydı, insanlar cennet koşullarında yaşamayacaklardı çünkü ortaçağın göreli eşitliği ve komüncülüğü sefaletle birlikte yürüyordu. İngiltere’deki burjuva devrimi ve daha sonraki sanayi devrimi; zenginliğin siyasal yapısını ve kurumlarını oluşturarak, nesnel temelini ve üretim araçlarını geliştirerek eşitlikçi bir sistemin gerçekleşmesi için ütopik değil hakiki bir temel yarattı. Bu temelin sosyalizme ilerleme olasılığını ise toplam ve nihai olarak tarihsel koşullar belirledi ve öyle olmaya da devam edecek.
Devrim ihtiyacı ve karşı karşıya gelen sınıflar
1640-1660 yılları arasındaki İngiliz Devrimi tıpkı Fransız İhtilali gibi büyük bir toplumsal hareketti ve sınıf savaşıydı. Peki hangi sınıflar karşı karşıya gelmişti? Bir yandan feodal düzenin sahibi ve koruyucusu olan kral, tutucu büyük toprak sahipleri, kralın ticari imtiyazlarından yararlanan burjuvazinin bir kesimi ve kralın başında bulunduğu Anglikan Kilisesi vardı. Karşı tarafta parlamento içinde kümelenen, kentte ve kırda sanayi ve ticaretle uğraşan yeni kapitalist sınıflar, ilerici eşraf, küçük toprak sahipleri ve devrimin çıkarlarını paylaşan ve amaçlarını anlayan kitleler bulunuyordu. Devrim, I. Charles istibdadında temsil edilen Stuart hanedanlığına karşı yapılmıştı ve kapitalizm geliştikçe güçlenen yeni burjuvazinin siyasal, ekonomik ve dinsel iktidarı almak için yaptığı bir mücadeleydi. Kral mahkemede “uyruklarının özgürlüğü” adına konuştuğunu söylemişti ama bu elbette doğru değildi. Devrim sürecinde halk, burjuvaziden de keskin ve acımasız davranmıştı. I. Charles, halkın kanını emen tefecilerin ve asalak toprak sahiplerinin iktidarını temsil ediyordu.
Vebanın getirdiği kaos ve sınıf mücadelelerinden sonra gelirinden yoksun kalan İngiliz lordları, 1350’den sonra ne köylüleri yeniden serf haline getirebiliyor ne de mutlakıyeti tesis edebiliyordu. Tek çıkış yolu olarak geniş arazilerini topraksız çiftçilere kiralamayı gördüler ve kapitalizm böylece kendiliğinden bir gelişme yoluna girdi. Zaten kapitalizmin tarımsal olarak doğduğu tek özgün örnek de İngiltere’ydi. Ancak kapitalizmin önündeki engeli kaldırmak, feodal devleti yıkmaktan ve eski sınıfları tasfiye ederek yeni düzeni kurmaktan geçiyordu. Eski sınıflar, yani hanedan grubu, bir siyasal hak olarak mülkiyete sahiptiler ve mülkiyetini üreterek ve emekçilerin artıdeğerine el koyarak kazanan burjuvazinin önünü iktidar mevzilerinden kesiyorlardı. İdarimaslahatla yetiniyorlar, ortaçağa geri dönüşü çözüm olarak göstermek istiyorlardı. Kapitalizmin özgür gelişmesi en fazla burjuvaziye yarayacaktı ama halk sınıflarının da çıkarınaydı. 1640 öncesi tarım ve sanayide çalışan işçilerin reel ücretleri yarıdan fazla düşerken 1640’tan sonraki yüzyılda iki katından fazla arttı.
Kralcı tarihçiler feodalizmi aklamak için, ortaçağın istikrar ve göreli güvenlik dönemlerine vurgu yaparak devrimin gereksizliğini ve aslında dar bir kliğin eseri olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Çünkü onlar için gerçek düşman devrimdi ve apolitik tutumun dayatılmasıydı. Bu kurnazca girişim ezilenlere devrimci siyasetin yasaklanması, politik sahnenin tamamen ezenlere bırakılması yönünde atılan bir adımdı.
Din savaşı mı sınıf savaşı mı?
Ortaçağda din bugün olduğunda çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Doğumdan ölüme, düğünden cenazeye kadar her yerdeydi. Okuma-yazma oranı düşüktü ve insanlar papazların vaazlarından gündelik olayları dinliyor, ekonomik olarak ne yapacakları konusundan yönlendiriliyorlardı. Eğlenceler, cezalar ve haberler papazlar ve kilise tarafından insanlara sunuluyordu. Deyim yerindeyse kilise o zamanın kitle iletişim ve hegemonya aracıydı. Anglikan Kilisesine karşı Püritenler yani daha saf bir din öğretisini savunanlar krallığa ve onun kumandasındaki kilisenin çıkarlarına karşı mücadele edenlerdi. Bu mücadele dinsel bir biçim altında yapılıyordu ama o biçimi kaldırdığımızda altından sınıf savaşı çıkıyordu. Köydeki papazın arkasında toprak beyi vardı. Cromwell önderlik ettiği devrimde kilisenin katedrallerini ahır yaptı ve insanların ayinlere katılmadığı için kırbaçlanmasına son verdi. Cromwell, Anglikan kilisesinin “siz ki koyunsunuz, sizi yönetenleri yönetmeye kalkmayın, haddinizi bilin”, “tanrı isyan ve kargaşalık değil, düzen ve barış tanrısıdır” buyruğunu devrimci savaşla yerle bir etti. Çünkü bu dayatmaların ardında feodal devletin ideolojik kutsanması yatıyordu. Bu kutsallık aslında feodal mülkiyet ve ayrıcalıkların kutsanmasıydı ve yıkılmalıydı. Savaş, her boyutuyla bir sınıf savaşıydı.
Tudor ve Stuart hanedanlıkları ve mülk sahipleri
Stuart Hanedanlığı insanların siyasal olarak toplanmasını ve tartışma yapmasını engelledi, keyfi vergiler koydu ve karşı çıkanların kulaklarını kesmekten kırbaçlamaya kadar insanlık dışı işkenceler yaptı. Stuartlar 11 yıl parlamentoyu kapattı ve ülkeyi sadece merkezden atadıkları memurlarla yönetti. Peki Stuartlardan önce ülkeyi yöneten Tudor hanedanlığını, Stuartlara isyan eden parlementodaki toprak sahipleri ve ticaretle uğraşan sınıflar neden desteklemişti? Çünkü bu sınıfların da çıkarına olan işler yapılmıştı ve ortak bir yönetim vardı. Roma Kilisesiyle bağlar koparılmış ve zenginlik ülke içinde kalmıştı, İspanya krallığına karşı direnilmişti, feodal beylerin orduları ve yarattıkları kaos bastırılmıştı. Yani ticaret ve üretim için, feodalizm altında olsa da bir düzen sağlanmış ve zenginlik dışarıya aktarılmamıştı. Böylece dışa karşı ve özellikle deniz seferleri yapmak için uygun koşullar yaratılmıştı.
Sorun monarşinin, mülk sahibi sınıfların yönetimdeki payını yani parlamentodaki varlığını ortadan kaldırması ve keyfi savaşlarla onları vergilendirmesiydi. Hâkim sınıflar mülkiyet haklarının korunmasını ve genişletilmesini talep ediyorlar, kralın feodal bir derebeyi gibi davranıp kendileriyle rekabete girmesini istemiyorlardı.
Geçim
Nüfusun büyük çoğunluğu aile işletmelerinin ürünüyle hayatını sürdüren bağımlı köylülerden oluşuyordu. Toprak sahiplerinin geçimiyse köylülerin ilk zamanlarda besin ya da emek biçiminde, daha sonra para biçiminde ödediği kiraya dayanıyordu.
Ekonomi ve mülksüzleşme
Böyle bir toplumda el zanaatlarına, iç ticarete, denizaşırı seferlere yer vardı ancak tek bir koşulla: Ticaret ve sanayinin toprak sahiplerine ve onların çıkarlarına bağlı olması.
Ticaret sermayesi feodalizmin bağrında gelişebilirdi ve gelişmişti de ancak mevcut feodal hâkim sınıflara ve onun devletine meydan okuma kapitalist üretim tarzının önüne çıkan engellerle karşılaşmasıyla başladı. 16. yüzyıldan itibaren küçük toprak sahiplerinin hakları budandı, toprakları ellerinden alındı ve ekilebilir büyük tarım arazileri otlaklara dönüştürüldü. Mülksüzleşme İngiltere’de en büyük sorundu ve topraktaki kapitalistleşmenin, kira sözleşmelerinin ve rekabetin bir sonucuydu.
Toprak mülkiyetinde kapitalist gelişme
17. yüzyılın başına kadar İngiltere esas olarak bir tarım ülkesiydi ve nüfusun büyük çoğunluğu kırlarda yaşıyor, besin ve yün üretiminde çalışıyordu. Üretim kendi kendine yeterli bir şekilde yapılıyordu ve iç ticaret zayıftı ama durum değişmeye başlamıştı. Köyün ürettiği besin ve yün yavaş yavaş dışarıya satılıyordu.
Kolomb’un 1492’de Amerika’yı keşfi İngiliz tüccarlarının önce bu yeni kıtaya sonra Rusya ve Hindistan’a gitmelerine yol açtı. Sanayi ve ticaret geliştikçe İngiliz dokumaları daha uzak diyarlara satılmaya başlıyor, bu durum içteki üretimin niteliğini de değiştiriyordu. Üretim ihtiyacının artması uzmanlaşmayı ve emek gücünün o uzmanlık alanındaki üretime yoğunlaştırılmasını gerektiriyordu. Bu nedenle farklı bölgelerin beslenme ihtiyaçları arttı. Parası olanlar topraklarında ya koyun sürüleri otlatmaya başladılar ya da tahıl ekmeye. Bundan büyük kazançlar elde ettiler çünkü fiyatlar durmadan yükseliyordu ve bu sınıf zenginleşiyordu. Feodal dönemin mal ve angarya ilişkisi yerini işçi-işveren, toprak sahibi-kiracı ilişkisine, para ilişkisine bırakıyordu. Zenginler servetlerini katlarken küçük mülk sahipleri ve sabit gelirliler yoksullaştı. Bunların arasında yüksek feodal aristokrasi de vardı. Bu dönemde besin fiyatları üç kat, tekstil fiyatları yüzde 150 arttı.
1536-1540 yılları arasında Reformasyon olarak adlandırılan dönemde Katolik Kilisesinin mallarına ve topraklarına el konmuştu. İngiltere’nin bağımsızlığında bir dönüm noktası olan bu olay, en verimli toprakların serbest kalmasına yol açtı ve zengin çiftçiler bu topraklardan da yararlandılar.
Gelişmeler toprağı meta, yani alınıp satılır bir mal haline getiriyordu.
Ayrıca şehirlerde biriken sermaye kırlara doğru taşıp yayılıyordu. Babadan oğula geçen ve çok az sayıda el değiştiren toprak, artık kapitalist bir üretim aracı haline geliyordu. Eskiden topraklarda çalıştırılan insanların gerektiğinde savaş gücü olarak beslenmesine dayanan feodal üretim tarzı yok oluyordu. Bazı toprak sahipleri yeni duruma uyum göstererek topraklarını ya kiraya veriyor ya da ihtiyaçtan fazla üretim yaparak ürün satıyordu.
Yeni bir ahlak doğuyor
Feodal dönemde hırsızlık, dilencilik ve açlıktan ölmek rezillikti ve toplumsal bir utançtı. Oysa kapitalizmin her şeyi alınır satılır hale getirmesi, küçük köylülüğün topraklarını türlü zor yollarıyla (hileli sözleşmeler, topraktan silahla atmak, borçlandırmak) eline geçirmesi yeni bir ahlakı doğurdu. Bu ahlak emekçilerin sefaletini umursamadığı gibi kilise törenlerini, din adamlarının zenginliğini ve şerefini de hiçe sayıyor; kamu kredilerini, sömürgelerin yağmalanarak sermaye biriktirilmesini ve ticareti esas alıyor ve değerler sistemi bunlar üzerine inşa ediliyordu.
Topraklarından kopan köylüler lümpenleşiyor, lümpenleşen emekçiler devlet tarafından kırbaçlanıp cezalandırılıyor, damgalanıyordu. Bu dönemde yaşayan, Ütopya eserinin yazarı Thomas More durumu “uysal ve kolaylıkla bakılan koyunlarınız şimdi insanları yutuyor” diye betimliyor ve devam ediyordu: “Sanki kullandıkları ormanlar ve bahçeler çok fazla verimli toprağı yutmamış gibi, ülkelerini veba gibi saran bu saygıdeğer insanlar, en meskûn yerleri ıssızlaştırmış; binlerce dönüm toprağı kapatmaya karar verip, sahiplerini ve kiracılarını hilelerle ya da kaba kuvvetle mülksüzleştirmiş ya da yanlış kullanımdan bitap düşmüş bu insanları, topraklarını satmaya zorlamışlardır.” Ancak bu dokunaklı satırların yazarı Thomas More’un kendisi de bir toprak kapatmacısıydı ve insanlar eğer topraklarından yararlanamıyorsa toprakları haklı savaşlarla ellerinden alınabilir diyordu. More’un çözümü hayali bir ülke olan ütopyaydı.
Topraklarından atılanlar daha sonra emek gücünü satan işçiler haline geldiler ve Marx’ın deyişiyle “ücret sisteminin getirdiği disipline sokuldular”. Bütün bunlara rağmen köylülerin büyük kısmı yarı-bağımsız çiftçiler olarak yaşıyordu. Devrimde burjuvaziyle ittifak yaptılar ve devrimi sola çekmeye çalıştılar. Ancak bu girişim ilerici bir dünya görüşünden yoksundu, kapitalizm öncesi köy topluluğunun eşitlikçi ve istikrarlı dönemine özlem duyuyordu ve gerici nitelikleri vardı.
Kapitalizmin feodal sistem içindeki bütün ataklarına rağmen hâkim sınıf hâlâ kral, kilise ve feodal toprak sahipleriydi. Siyasal ve toplumsal güç, en önce de devlet iktidarı onların ellerindeydi. Büyük israfları ve vurgunculuklarına rağmen bu sayede en önemli sermaye kaynağı olan toprakların mülkiyetini ellerinde bulunduruyorlar ve bu değerli topraklar kapitalist üretim faaliyetinin dışında kalıyordu. Toprak mülkiyeti ve üretim miktarı değişiyordu ancak yeterli değildi. Siyasal iktidarın fethedilmesi kapitalist üretici güçlerin önünün açılması için belirleyici etken olacaktı.
Sanayi ve ticarette kapitalist gelişme
1640’tan önce sermaye birikiminde belirleyici gelişmeler yaşanıyordu. Birincisi manastırların ortadan kaldırılması ve yağmasıyla, ikincisi ticaret, korsanlık, yeni dünyanın yağması ve köle ticaretiyle sermaye birikimi genişliyordu. Hollanda’ya daha önce kumaş yapımı için hammadde satan İngiltere artık üretimi de kendisi yapıyor ve İngiliz dokuma sanayisi işlenmiş kumaş ihraç etmeye başlıyordu. Kömür madenciliğinde de büyük bir atak olmuştu ve Avrupa’da üretilen kömürün beşte dördünün menşei İngiltere’deydi. Kömür; demir, cam, gemi yapımı gibi birçok sanayinin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Hammadde ihracından işlenmiş mal ihracına doğru kayma, bunun getirdiği rekabet ve Türkiye, Rusya, Hindistan gibi uzak pazarları ekonomik olarak egemenliği altına almak ve siyasal denetim kurmanın ilk adımıydı. Yani İngiliz sömürgeciliğinin!
Aynı zamanda İspanyol donanmasının yenilgisi ve denizaşırı ticaretin önündeki yabancı engelin kaldırılması burjuvazinin ve parlamentonun daha da bilinçlenmesine ve içteki engellere karşı mücadele azminin bilenmesine yol açtı. Bu durumlar yeni sınıf çatışmalarının habercisiydi.
Sermaye birikimini temsil edenler denizaşırı ticaret yapan tüccarlar, korsanlar, köle tacirleri, yeomanlar(zengin toprak sahipleri) ve zanaatkârlardı.
Üretici güçlerin önündeki engel: Loncalar
Ticaret ve sanayinin özgürce gelişmesinin önündeki en önemli engellerden biri loncalar ve bunların getirdiği sistemdi. Loncalar üretim ve rekabeti sınırlandırabiliyor, fiyatları ve üretim kalitesini düzenliyor, yerel pazar üzerinde tekel kuruyorlardı. Lonca düzeni durağan ve kapalı bir pazar fikrine dayanıyordu ve göreli olarak istikrarlı bir orta çağ toplumu öngörüyordu. Kapitalizmin ve sermayenin gelişme ve genişleme, milli bir pazar kurma hedeflerinin tamamen dışındaydı. Buna rağmen rekabet lonca tekelini yıkıyor, tekelin yasal baskılarından kaçmak isteyen tüccarlar loncaların olmadığı kent ve kasabalarda üretim yapıyor, topraklarını kaybeden çiftçiler işçileşiyordu.
Tüccarlar, yeomanlar ve yeni burjuvazi büyük miktardaki sermayeyi yatırıma çevirmek istiyorlar ancak feodal kalıntılar, ticari tekeli elinde tutmak isteyen loncalar ve onları koruyan devlet buna izin vermiyordu. Ayrıca köylülük de bu devletin ve bankerlerin zulmü altındaydı.
Monarşiyle burjuvazinin çelişkisi uzlaşmaz boyuta gidiyor
Tudor monarşisi dönemi sınıflar arasında denge dönemiydi. Monarşiyle burjuvazinin çıkarları İspanya’ya karşı mücadelede, Katolik Kilisesiyle bağların koparılmasında işbirliğinde ve rakip soyluları saf dışı bırakma, ülkede güvenlik ve istikrarı sağlama noktasında kesişmişti. Ortaklığın nedeni de buydu. Gerçek bir çıkar birliğine dayanıyordu ve parlamentonun yetkileri de çok azdı.
16. yüzyılın son döneminde iç ve dış düşmanlar ezildikten sonra işbirliğinin nesnel temelleri de ortadan kalktı. Burjuvazinin monarşinin korumasına olan ihtiyacı sona erdi, monarşi burjuvazinin büyüyen servetinin siyasal iktidara doğru uzanacağını ve güç kaybedeceğini, iktidarının tehlikeye girdiğini fark etti. Zaten sorunun özü maliye ve ekonomiydi. Burjuvazinin gelirleri sürekli artıyor, başta kral olmak üzere feodal soyluların gelirleri yerinde sayıyor ve artan harcamalarına maliye dayanamıyordu. Kral ya vergileri artırarak ya da üretime katılarak gelirlerini artıracaktı. Bunu yapmazsa gücü eriyecek ve kaybolacaktı. Vergileri, zorunlu borçları ve gümrükleri artırdı ve bu durum parlamentoyla ciddi tartışmaların doğmasına yol açtı. Bunun yanı sıra kral; kömür, sabun gibi sanayi dallarına ve ticarete getirdiği tekel yasalarıyla burjuvazinin gelirine el koymaya ve rantiyecilerle paylaşmaya çalıştı. Bu durum sosyal ve ekonomik krizlerin doğmasına yol açtı.
Kiliseye karşı ideolojik mücadele
Kilise de otoritesini artık Katolik Kilisesinden değil doğrudan krallıktan alıyordu ve onun emrindeydi. Çıkarları doğrudan ona bağlıydı. Elinde kalanları kaybetmek istemiyordu. Kiliseye karşı püriten eleştirinin ve tüccarların muhalefeti arttı. Bir grup Londralı tüccar ülkenin kırsal bölgelerine eğitmenler yollamaya ve kilisenin otoritesini sarsmaya başladı. Püritenler tarafından kilise yeni papalık kurmakla suçlanıyordu ve kral hegemonyasını kiliseye borçlu olduğunu şu sözlerle vurguluyordu: “Piskopos olmazsa kral da olmaz.”
İki toplumsal sistem ve ideoloji çatışıyordu.
Monarşi burjuvazi üzerindeki baskısını artırıyor
Stuartların dış politikası sadece ulusal alanda değil uluslararası alanda da monarşinin korunması yönündeydi. Avrupa’nın en gerici güçlerinden biri olan İspanyol imparatorluğuna dayanıyordu ve burjuvazi İspanyol karşıtı bir politika izleme yanlısıydı. Bu durum ancak devrimden sonra mümkün olabilecekti. Monarşinin ayak sürümesi İngiliz burjuvazisinin deniz taşımacılığını Hollanda’ya kaptırmasına ve Almanya’daki pazarının yok olmasına neden oldu. Kral yükümlülüklerini yerine getirmediği için tüccarlara yüklü miktarda cezalar kesiyordu. Devrimin bir nedeni de burjuvazi için güvenli bir yatırım ortamının olmamasıydı. İthalat parlamentonun onayı olmadan vergilendiriliyor, tekeller ihracat gelirlerini kendi kârlarına katmaya çalışıyorlardı. Parlamento bunu tanımıyordu. Mücadele gitgide daha da açık hale geldi. 1628 yılında parlamento kendi iradesi dışında vergilendirmeye, keyfi yargılamalara ve kralın özel ordu bulundurmasına karşı çıktı. Kral bir süre sonra Avam Kamarası’nı yani parlamentoyu feshetti. Keyfi yargılamalar arttı. Feodal vergiler artırıldı ve bu durum toprak sahiplerini ve kiracıları doğrudan etkiledi. Kralın ve saray çevresinin ekonomi üzerindeki baskısı tekel kârlarını artırıyor ama geniş işadamı çevresi ve küçük üreticileri baskı altına alıyordu. Tekellerin neden olduğu fiyat artışları özellikle yoksulları vuruyordu. 1637’de başlayan vergi ödenmemesi davranışı 1639-40 yıllarında yaygınlaştı ve burjuvazi greve gitti.
Kilit mesele: İktidar kimin olacak?
Devrime doğru İskoç İsyanı meydana geldi ve isyan kazanımlar elde etti, İngiliz ordusu parasını alamıyordu ve kargaşalık vardı. Kralın madenlere el koyma ve paranın değerini düşürme girişimi öfkeyle karşılandı. İskoç ordusu da savaş tazminatı istiyordu. Parlamento kaçınılmaz hale geldi ve ilan edildi.
Temel mesele iktidarın kimin elinde kalacağıydı. İrlanda’ya karşı sömürgeci tutumda da farklılıklar vardı. Burjuvazi yerel işgücünden faydalanmak isterken kral isyancıların sürgün edilmesini istiyordu. Burjuvazi isyanın bastırılması için krala ordu vermek istemezken kral ordu istiyordu. Temel mesele silahlı güçler ve bürokratik devlet mekanizmasının geleceğiydi ve şiddete kimin kumanda edeceğiydi.
İş buraya gelip dayandığında parlamento içindeki oy birliği sonra erdi. Kralcılar ve devrimden yana olan kesimler bölündü. Bu bölünmede kralcılar, “kilisede eşitlik kurulursa devlet içinde de eşitlik kurulacağından ve topraklarının paylaşılacağından” endişe duyuyorlardı. Büyük burjuvazi de kralın yanında yer aldı çünkü mülkiyetini kaybetme korkusu onu uzlaşmaya doğru götürüyordu.
Temel mesele siyasal iktidardı. Var olan iktidar, koşullar uygun olmasına rağmen kapitalist gelişmenin önünü kesiyor, milli servet artışını engelliyordu. Tüccarlar, zanaatkârlar, çıraklar ve küçük toprak sahipleri bir yanda; kral ve saray kliği diğer yandaydı. Burjuvazi artık vergi vermek istemiyordu çünkü krala verilecek her kuruş kendi gelişiminin temelini oymak için kullanılacaktı. Sadece zengin sınıflar değil, güneydeki ve doğudaki sıradan insanlar da gelişmenin önündeki engelin mevcut devlet aygıtı olduğunu biliyorlardı. Çözüm onu parçalamak ve yeni kapitalist sistemin devletini kurmaktı.
Söz konusu dönem, yağma ve korsanlıkla sermaye birikiminin at başı gittiği zamanı kapsıyordu. Gelişen burjuvazi karşısında gelirleri azalan feodal eşraf saraya daha çok yanaştı, asalaklaştı ve bağımlı hale geldi. Ayrıca kralın kendisi de en büyük toprak beyiydi ve çıkarları feodal düzenin sürmesinden yanaydı.
Yeni Tip Ordu kuruluyor
Krala karşı savaşın başlamasıyla birlikte iki taraf vardı. Bir yandan kralın ordusu olan şövalyeler diğer yanda kentlerde yaşayan ilerici sınıfları temsil eden yuvarlak kafalılar. Yuvarlak kafalıların ilk başta savaş tecrübesi yoktu ve parlamento, şövalyelere karşı kendisine sadık feodal milislerle savaşmaya çalışıyordu. Ancak bu durum burjuvazinin iktisadi ve yönetsel potansiyellerinin harekete geçirilmesini, dolayısıyla da zaferi engelliyor; sıradan halkın inisiyatifinin ve militanlığının önüne geçiyordu. Kitleler kralcılara karşı kendiliğinden başarı da kazanıyorlardı. Bu başarılar zaferin nereden geleceğinin ipuçlarıydı. Dağınıklığı önlemek ve devrimci bir durumu devrimci bir savaşa dönüştürmek görevi Oliver Cromwell’e düştü.
Cromwell ilk olarak yükselmenin soyluluğa yani unvana dayandığı rütbe sistemini ortadan kaldırdı, yerine yeteneği, liderliği ve adanmışlığı koydu. Şöyle diyordu: “Soylu olan ve başka hiçbir şey olmayan birisindense ne için savaştığını bilen ve bu bildiğini seven sıradan bir kaba paltolu yüzbaşım olmasını tercih ederim.” Cromwell bu uğurda, sistemini kabul etmeyen yüksek rütbelilerle çatışıyordu. Söz konusu ayrım, devrimin gelişmesiyle birlikte kendini iyice açığa çıkaracak bölünmenin bir işaretiydi.
Cromwell ordudaki soylulara karşı
Yüksek rütbeliler büyük burjuvazinin adamlarıydı ve presbiteryen mezhebine mensuplardı, diğerleri ise bağımsızlar olarak yani dinsel merkezden bağımsız inançlılar grubu olarak adlandırılıyorlardı. Ancak dinsel örtü bir yana mesele siyasiydi ve devrimin kralla uzlaşarak mı yoksa onun şahsında temsil edilen düzenin tasfiye edilerek mi ilerletileceğine ilişkindi. Cromwell, “kralı 99 defa yensek bile o yine kraldır” diyen bir lorda şöyle yanıt vermişti: “Eğer bu doğruysa neden silahlandık?” Burjuvazi meşruti monarşi yoluyla kralın bir simge olarak kalmasını istiyordu çünkü devrimin daha ileri ve halkçı bir yöne gitmesinden, mülkiyetin paylaştırılmasına yönelik halkın taleplerinden korkuyordu. Cromwell de durumun farkındaydı ve “lordlardan kurtulana kadar İngiltere’nin iyi bir günü olmayacak” demişti. Askerlerin de görüşü onunla aynı yöndeydi. Burjuva devrimi, burjuvazinin orta kesimleri dışındaki katmanının uzlaşmacı eğilimlerine rağmen ilerliyordu.
Milli Ordu doğuyor
Presbiteryenler, krala karşı İskoç ordusunu kullanmak istiyorlardı ancak Cromwell’in 1644’te kazandığı zafer planlarını bozdu. Vergi veren sınıflar onların işi ağırdan almalarına artık tahammül edemiyordu ve yeni bir örgütlenmenin zamanı gelmişti. Nisan 1645’te çıkarılan Feragat Yasasıyla soyluların kumandanlıklardan el çekmesi ve silahlı kuvvetlere kumanda edememesi sağlandı. Yükselmenin yeteneğe bağlı olduğu, milli olarak örgütlenen, milli vergiyle finanse edilen Yeni Tip Ordu kuruldu. Bu muazzam bir devrimdi. Milli ordu tarihin gündemine böylece girmiş oldu.
Bu duruma krallık bürokrasisinden doğan boşluğun doldurulması eşlik etti. Olayların baskısıyla yeni kurumlar oluşuyor, yerel komiteler kuruluyor, eşraf ve burjuvazi bu komitelerin büyük bölümünü yönetiyor ancak bazı komitelerin yönetiminde de küçük zanaatkarlar ve emekçiler yer alıyordu. Yeni devletin organları mücadelenin ateşi içinde kuruluyordu.
Kralcılarla yapılan savaşta şövalyeler disiplinsizdi ve ilk hücumdan sonra hemen yağmaya girişiyorlardı. Cromwell’in önderliğindeki Yeni Tip Ordu ise birlik içinde, disiplinli, sabırlı ve ne için savaştığının bilincindeydi. Orduda tartışma özgürlüğü vardı, militan bir siyasi güçtü ve sıradan askerler köktenci radikal tedbirler alınmasını ve haklar verilmesini istiyordu. Hatta o kadar ki bir anayasa taslağı önerisinde bulunmuşlar ve 1647’de yani iç savaşta şöyle demişlerdi: “Sağlam ve hemen barış için, beşinci süvari alayının temsilcilerince önerildiği gibi, ortak haklara ve özgürlüğe dayanan halk sözleşmesi, orduda genel kabul görmüştür ve bu, İngiltere’nin bütün özgür insanlarının onayına sunulmuştur.” Silahın emekçileri aynı zamanda özgürlüğün de bayraktarlarıydı. Onlar zanaatçılara, köylülere hitap ediyorlardı. Devrimci demokratik enerji ve onun şiddeti sonuna kadar açığa çıkarılmıştı ve kralcılar ağır biz hezimete uğradı.
Halk hareketi derinleşiyor
Protesto gösterileri yaygınlaşıyor, Kök ve Hak Dilekçesiyle siyasal bilince sahip olan insanlar piskoposluğun kaldırılmasını istiyordu. Başpiskopos Laud vatana ihanetle suçlandı, Strafford Kontu idam edildi ve Parlamento krala karşı halkı harekete geçiren bir bildiri yayınladı. Son gelişme büyük bir deprem etkisi yaptı ve parlamentonun önderliği radikal olanların eline geçti, O güne kadar krala karşı mücadele eden birçok parlamenter, devrimin derinleşmesi ve mülkiyet hakkı tartışmasının açılmasından korkarak kralın safına geçti ve halkı aşağılamaya başladı. Onlardan biri olan Sir George Digby şöyle konuşuyordu:
“Çokluğun parlamentoya, Tanrı’nın kelamına göre ne olup olmayacağını öğreteceğini varsaymaktan daha büyük bir haddini bilmezlik olamaz.”
Devrimin derinleşme olasılığının güçlenmesi, kralcı partiyi doğurdu.
Soyluların tasfiyesi ve Düzleyiciler
Presbiteryenler teslim olan kralla görüşme yollarını arıyorlar, zafer kazanan orduyu hemen İrlanda’ya göndermeye kalkıyorlar, ordunun maaşlarını ödemiyorlar, toplumsal reform yapmıyorlar ve erlerin savaştaki hareketleri için af bile çıkarmıyorlar ve dolaylı olarak tehdit ediyorlardı. Orduyu tasfiye etmeye yönelik girişimler bizzat ordudaki devrimci askerler tarafından boşa düşürüldü ve tasfiyeciler tasfiye edildi.
Presbiteryen saldırısının küçük burjuvazide yarattığı toplumsal hoşnutsuzluk Düzleyiciler adı verilen bir siyasi parti kurulmasıyla sonuçlandı. Bu parti İrlanda seferi için yeni birliklerin oluşturulmasına ve terhis edilmelerine karşı çıkıyor, taleplerinin yerine getirilmesini istiyordu. Ordu içinde hâkim güç haline geldiler ve generaller onların etkisini sınırlandırmak için meslekî ve siyasal taleplerini kabul etti ancak toplumsal ve ekonomik taleplerini öteledi. Düzleyiciler, küçük rütbeli subaylara ve erlere dayanıyordu. Bu partinin matbaası, aidat sistemi, haberleşme ağları vardı. Nihayet Kral Charles’ı rehin aldılar ve özgürlük talepleri karşılanıncaya kadar dağılmama sözü verdiler. Bir ordu konseyi kurdular ve Londra’ya yürüdüler. Artık inisiyatif onların elindeydi. Presbiteryenler geri adım attı, yönetim Cromwell ve Bağımsızların eline geçti.
Düzleyiciler, küçük mülkiyetin güvence altına alınmasını, borçlar kanununun değiştirilmesini, feodal vergilerin kaldırılmasını, kilisenin devletle ilişkisinin kesilmesini, parlamentonun haklarının genişletilmesini, erkeklerin oy kullanma hakkına sahip olmasını ve bütün bunların siyasal biçimi için de cumhuriyetin ilan edilmesini istiyorlardı.
Entelektüel savaş
Devrim entelektüel cephede de hak ve özgürlüklerin nasıl yorumlanacağı konusunda bir mücadeleyi doğurdu. Bir tarafta Cromwell ve damadı Ireton’un temsil ettiği görüş vardı. Onlar halkı krala karşı savaştırmalarına ve ordudaki tartışma özgürlüğünü sağlamalarına rağmen genel oy hakkının sadece mülk sahiplerinde olması gerektiğini savunuyorlar, hak kavramını İngiliz anayasası, siyasi tarihi ve pratiğiyle sınırlandırıyorlardı. Karşı tarafta yer alan, küçük ve orta mülk sahibi sınıfları temsil eden Eşitlikçiler ise bu tarihselliğin dışında bir doğal hak kuramı öne sürüyorlardı. Onlara göre tüzel bir kişilik olarak halkın ötesinde yoksul da olsa bireylerin kendilerini yöneten iktidarı reddetme ve benimsememe hakları vardı. Bireyin özgürlüğü mülkiyet hakkından önce geliyordu. Eşitlikçiler ısrarla özel mülkiyete karşı olmadıklarını söylüyorlardı çünkü kendilerinin sınıfsal konumu da buna izin vermiyordu. Ancak öne sürdükleri fikir yoksul sınıfların cumhuriyetçiliğine çıkıyor, siyasal eşitliğin ötesinde mülkiyet eşitliğinin ve bu uğurda verilecek mücadelenin kapısını aralıyordu. Eşitlikçiler Cromwell’in cumhuriyetçiliğini halk demokrasisiyle derinleştirmek istemeleri bakımından ondan daha ilericilerdi ancak sonunda tutuklanarak tasfiye edildiler.
Cromwell önderliğindeki Cumhuriyet
İkinci iç savaş patlak verdi ve ordu yine Cromwell önderliğinde birleşti. Bu kez parlamentodaki uzlaşmacılar tasfiye edildi ve kral 1649’da halk düşmanı ilan edilerek idam edildi. Lordlar Kamarası tehlikeli bulunarak kaldırıldı, monarşi lağvedildi ve cumhuriyet 19 Mayıs 1649’da ilan edildi. Ancak Düzleyicilerin talepleri gerçekleşmemişti, parlamentonun Büyükbaşlar olarak adlandırılan kanadı onları tasfiye etmek için ayaklanmaya tahrik etti ve liderleri kurşuna dizildi. Düzleyiciler oluşum içindeki unsurlardı, ekonomik ve ideolojik olarak büyük burjuvaziye bağımlıydılar, devrimci bir dünya görüşünden yoksundular ve oluşumları iki yönlü olarak devam ediyordu. Bir yönünü işçileşen ve mülksüzleşen kesimler oluşturuyordu, diğer yönünü de burjuvazi saflarına katılanlar…
Restorasyon süreci
İngiliz Devrimi, Cromwell’in Düzleyicileri kurşuna dizmesiyle kesin bir yön değişimine uğradı ve ekonomik devrim hızla ilerledi. İrlanda fethedildi ve çoğu Düzleyici İrlanda’ya toprak sahibi olarak yerleşti, kabotaj yasasıyla deniz taşımacılığı İngilizlerin eline geçti ve donanma büyüdü. İngiltere’nin rakipleri saf dışı kaldı. Şövalyeler silahsızlandırıldı ve çeşitli yollarla mülkleri tasfiye edildi.
Tüm bu gelişmeler sonunda koruyucu unvanını alan ve parlamentoyu saf dışı bırakan Cromwell, bir süre sonra öldü ve orduda yine bir devrim olasılığı meydana geldi. Düzen özlemi ve sol kanattan duyulan korku, hâkim sınıflara ölen kralın oğlunu geri getirtti ve restorasyon dönemi başladı. Düzen, kralı bir ayinle kutsadı ancak bu kutsama aşağıdan gelen devrim tehdidinin savuşturulması için alınan manevi önlemden başka bir anlam taşımıyordu. Bu dönem görünüşte krala yetkilerin verildiği ancak gerçek iradenin parlamentoda olduğu bir zamandır. Kilisenin gücü yok edilmiş, piskoposluk mahkemesi kaldırılmış, kralın yürütme gücü elinden alınmıştı. Kilise parlamentoya bağımlı kılındı.
Devrim ve onun şiddeti teknolojinin ve bilimin önünü açtı, özgür düşünceyi geliştirdi. İngiltere’deki entelektüel ortam Fransız Devriminin fikirlerini büyük ölçüde etkiledi.
İngiliz Devrimi, çoğu kez öznesi büyük burjuvazi olmayan ancak sonuçları itibariyle burjuva devriminin zafere ulaştığı, burjuvazinin çıkarlarını siyasal ve iktisadi olarak kesin güvenceye alan özgün bir devrim niteliğindedir.
Kaynaklar
N. V. Yelesiyeva, Yakın Çağlar Tarihi, Yordam Kitap, Birinci Basım, Nisan 2009, İstanbul
Christopher Hill, 1640 İngiliz Devrimi, Kaynak Yayınları, Üçüncü Basım, Mayıs 2005, İstanbul
Christopher Hill, İngiliz Devrimlar Çağı, Kaynak Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2015, İstanbul.
Ellen Meiksins Wood, Özgürlük ve Mülkiyet, Rönesans’tan Aydınlanma’ya Batı Siyasi Düşüncesinin Toplumsal Tarihi, Yordam Kitap, Birinci Basım, Kasım 2012, İstanbul.
Paul Blackledge, Marksist Tarih Kuramı Üzerine, Yordam Kitap, Birinci Basım, Aralık 2017, İstanbul.
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Nisan 2022 sayısı, Uygarlık ve Devrimlerde Şiddetin Rolü'nde yayımlanmıştır.