İnsanın kendine hayranlığı, kendini canlılar arasında yerleştirdiği özel konum ve geri kalan dünyanın o konumun çevresinde dönüyor olduğu düşüncesi varoluşunun merkezinde yer almaktadır. Yalnızca buradan baktığımızda bile, bildiğini bilen insanın (Homo sapiens sapiens), kendisine dair kavrayışını sakat bir bilginin üzerine kurduğunu söyleyebiliriz. Bu sakat bilgi evrendeki biricikliğine dair yanılsamasıdır.
Doğadaki tüm varlıkların insan türünün hizmetinde olduğunu öne süren -antroposentrik- bakışın evrimsel, felsefi, toplumsal vb. problemlerini konu dışında tutsak bile var olan her şeyin hizmetkarı olduğu tek bir ‘özel’ birey olamayacağı açıktır. Buna rağmen tarih çok sayıda kibirli, kendisi dışındaki kimseyi görmeyen, her şeye hükmetme arzusundaki kişilerin öyküleriyle doludur. Bu öykülerin hatırı sayılır bir kısmı gerçek kişiler olup; bir kısmı da edebiyatta, tiyatroda, sinemada, söylencelerde karşılaştığımız kurgusal, mitolojik karakterlerdir.
Narsisizmden söz ederken Yunan mitolojisinin yakışıklı avcısı Narkissos’un öyküsüne uğramadan geçemeyeceğimiz için en baştan kısaca hatırlayıp yolumuza devam edelim. Zeus’un karısı Hera tarafından lanetlenen su perisi Ekho, yeryüzüne gönderildiğinde karşılaştığı Narkissos’a aşık olur. Avcı Narkissos, Ekho’nun aşkına karşılık vermeyince su perisi kederinden ölür. Bu durum karşısında hiddetlenen tanrılar Narkissos’u cezalandırmak ister. Bir gün göl kıyısında yürürken kendi yansımasını suda gören yakışıklı avcı Narkissos, gördüğü güzellik karşısında çarpılır ve gözlerini yansımadan alamaz. Yemeden, içmeden günlerce kendi görüntüsünü hareketsizce seyreden Narkissos gözünü alamadığı bu güzelliğe dokunmak isterken suya düşerek boğulur. Bu hikaye insanın kendine hayranlığının, kendisinden başka hiçbir şeyi görmeyişinin bir temsili olarak resimde, edebiyatta, psikolojide önemli bir yer almıştır.
Ekho’nun yankıları Narkissos’un bakışlarını üzerine çevirmeye yetmemiştir. Ölümlü Narkissos da kendisini sonsuza kadar izleyememiştir. Fakat ismini verdiği narsisizm, özellikle son yıllarda hemen her alanda yankılanan bir kavram haline gelmiştir. Narsisizm nedir? Kimdir bu narsisistler? ‘Onlar öylelerdir’ diyip bir kenara atabileceğimiz belirli kişiler midir? Narsisistik kişilik denen bir bozukluğa yol açan, virüs gibi yayılan, aşılanarak korunabileceğimiz ve nihayetinde yeryüzünden silinmesi için beklememiz gereken bir dış etken midir? Yoksa insanın doğasının olmazsa olmazı mıdır?
Bu tür soruları sorarak ilerlerken narsisistik kişilik yapısının gelişimine dair görüşlerin bir kısmından kuramsal karmaşada boğulmadan söz etmek, narsisizm hakkında çarpıtılmaya müsait bilgileri bir miktar netleştirmek, ön yargılara alternatif kavrayışlar önermeye çalışmak bu yazının hedefleri olabilir. Buna karşın, narsisistik (olduğunu düşündüğümüz) kişilere nasıl davranılması gerektiği, bu kişilerle ilişkilerde nelere dikkat edileceği, kişilerin nasıl değişebileceği gibi sorulara “hap” gibi spot yanıtlar vermek ise bu yazının hedefleri arasında değildir. Peşinen söylemek isterim ki bu yazıyı okurken zihninizde canlanan kişilere “o da çok narsist ya!” diye etiketler koymanın neredeyse hiç yararı yoktur. Hakikati daha fazla gizleme veya çarpıtma gibi zararlar verme olasılığı ise oldukça fazladır.
Kavramın Türkçedeki en yaygın çevirisi özsevi şeklinde olsa da sıklıkla sözlü ve yazılı dilde narsisizm kullanımı tercih edilmektedir. Kelimenin konuşma dilindeki güçlüğü nedeniyle 'narsist' şeklindeki hatalı kullanımı da az değildir. Hatta Serol Teber'in aktardığına göre Freud da artikülasyon problemi nedeniyle kelimeyi narsisist olarak telaffuz edememekte, çevresinin uyarılarına rağmen inatla narsist olarak kullanmaya devam etmektedir. Dolayısıyla bu kullanım da yazında ve konuşma dilinde kabul görmüştür.
Kendini beğen-miş gibi
Kendine hayranlık, kendisinden başkasını sevememe, ilişkilerde sömürücü ve aşağılayıcı olma gibi özellikleriyle tanımlanan narsisist kişiler sahiden de kendilerini çok güçlü, üstün, kimseye ihtiyacı olmayan kişiler gibi mi görmektedir? Bu soruya evet yanıtı vermek çok zor. Yani narsisist kişilik yapılanması olan biri, bilinçdışı ve bir miktar da bilinçli olarak, sürekli ve derin yetersizlik, değersizlik duyguları yaşamaktadırlar. Mutlak olarak diğer kişilerin beğeni, takdir ve onaylamalarına muhtaçtırlar. Bu kişilerin kendi kendine yeten görüntüsü aslında içerideki bu çok kırılgan yapıyı korumaya çalışmak için örtülen bir kılıftır. Narsisist "kendini beğenmiş" değil, "kendini beğen-miş gibi" olan kişidir.
Özsevi, esasında kişinin dış dünya ile ve diğer nesnelerle sevgi bağı kurabilmesinin ön koşuludur. Diğerlerine yönelen sevgi karşılıklı olup kapsandıkça özdeğerlilik ve kendine güven hissedebilmek mümkün olur. Fakat bu sevgi, ilk bakımverenlere yöneldiğinde karşılaşılan hayal kırıklıkları nedeniyle kişinin kendisiyle ilgili algısı parçalı kalır. Bu parçalı kendilik algısı yaşamın ilerleyen dönemlerinde büyüklenen, diğerlerinin beğenisi ve hayranlığı için sürekli çabalayan, kırılgan ve sömürücü ilişkiler kuran bir kişilik yapısının oluşumuna neden olur. Burayı konuyla ilgili önemli kuramların bir kısmından faydalanarak biraz daha anlaşılır kılmaya çalışacağım. Çünkü narsisistik kişilik yapılanmasının temelleri tam da buralardan geçmektedir. Bazı teknik ifadeleri kullanmadan anlatmak çok zor olacağı için onları da kısaca açıklayarak ilerleyeceğim.
Narsisistin yolu
Psikodinamik gelişime dair anlatımlarda çok sık kullanılan bir başlangıç noktasıyla yola çıkacağım: insan yavrusunun doğumdaki çaresizliği. İnsanın evrim zincirinde zihinsel olarak en gelişkin canlı olmasının bedelleri olmuştur. İki ayağı üzerinde durup iki elini kullanabilmek için daha dar bir kalça kemiğine ihtiyaç varken, gelişmiş bir beyin korteksine sahip olabilmek için bu daralmış doğum kanalından tam olgunlaşmadan çıkması gerekmiştir. Yani insan zihinsel/ruhsal olarak prematür (erken doğmuş) bir canlıdır. Bu prematürite yenidoğan bebeğin ilk aylarındaki acizliği, çaresizliği ile kendisini gösterir. Diğer canlıların hemen tamamı doğumundan kısa süre sonra daha fazla kendi kendine yetebilir, en azından yaşamda kalabilirken; insan yavrusu için bu mümkün değildir. Yaşamının ilk aylarındaki bir insan yavrusu yalnız bırakılsa, olduğu yerde yeterince besin olsa dahi uzun süre sağ kalabilmesi imkansızdır. Dolayısıyla bu çaresizlik, eksiklik mutlak olarak bir diğerine muhtaç olmayı gerektirir. Onun (ötekinin) varlığı yaşamsaldır. Bebek acıkır, öteki doyurur. Bebek üşür, öteki ısıtır. Bebek altını kirletir, öteki temizler. Bebek huzursuz olur, öteki yatıştırır.
Fakat bebek yaşamın ilk döneminde ötekini kendisinden ayrı bir varlık olarak algılayamaz. Sıklıkla anne olan bakımverenin bedenini kendisinin bir parçası gibi görür. Bebek, zihinselleştirme gelişimi nedeniyle bu ayrımı yapamazken anne de duygusal olarak bu ilişkiyi yapışık yaşar. Winnicot “sadece bebek diye bir şey yoktur” diyerek tam da buraya işaret etmektedir. Yaşamın bu döneminde, nesne ilişkileri kuramcılarının “simbiyoz” dediği anne-bebek kompleksi vardır. Bu kompleks bebeğin anne karnındakine benzer bir “tamlık” duygusu yaşamasını ve tümgüçlülük hissetmesini sağlar.
Dürtülerden kendiliğe narsisizm
Bu noktaya Freud’un libido kavramı üzerinden yeniden bakalım. Çünkü narsisizmin psikanalitik literatüre girişi Freud’un dürtüler üzerine çalışmalarıyla olmuştur. Libido genel anlamda kişinin haz ve doyum arayışını içeren bir yaşamsal dürtüdür. Buradaki haz ve doyum cinselliği de kapsayabileceği gibi diğer fiziksel istekleri, yakınlaşma ve birleşmeye dönük talepleri de içerir. Freud, bebeğin ilk dönemde tüm libido enerjisini kendi bedenine yönelttiğini ifade etmiş, buna birincil narsisizm adını vermiştir. Daha sonra bebeğin, isteklerini doyurmaya hizmet eden bakımvereni ayırt etmesiyle libido yatırımının bir kısmının ona doğru kaydığnı öne sürmüştür. Fakat gelişmekte olan çocuk bu nesneler tarafından reddedilme gibi travmatik deneyimlerle karşılaşınca yatırımı tekrar kendine döndürür. Freud buna ikincil narsisizm adını vermiştir. Fakat dürtü kuramının bu bakışı narsisizmi açıklamak için yeterli görülmemiştir. Ayrıca Freud’un çalışmalarında narsisizm hakkında tutarlı ve net bir tanım olmadığı ifade edilmektedir. Daha sonraki dönemlerde bu tür kişilik özellikleri olan hastalarla çalışan psikanalistler, tanımlamaya ve gelişimsel açıklamaya dair önemli katkılar sağlamışlardır. Bunlar arasında en önemlisi kendilik psikolojisinin kurucusu Heinz Kohut’tur.
Metnin şimdiye kadar olan bölümünde yaklaşık otuz kez -kasıtlı olmayarak- “kendi” kelimesini kullanmışım. Narsisizmden bahsederken bu kelimenin sık kullanılmış olması boşuna olmasa gerek. Çünkü narsisistin bütün derdi kendiliğinde ve kendiliğiyledir. İlk bakışta kavraması pek kolay olmayan ve tanımı açısından görüş farklılıklarının olduğu bir kavramdır kendilik. Peki nedir? Jacobson’a göre kendilik (self) bireyin kendi dış görünüşü, bedeni, fizyolojik yapısı gibi fiziksel özellikleri ve istekleri, davranışları, beklentileri gibi ruhsal yapısına dair imgeler ve tasarımların bütününü kapsar. Bu imgeler ve tasarımlar fiziksel ve ruhsal gelişim ile birlikte giderek daha organize ve bütünlüklü olmaya başlar. Çocuğun, ötekiler kendisine baktığında ne düşündükleri, duyumsadıklarını anlayacak zihinselleştirme kapasitesine gelmesiyle kendiliğin kurulması ve organize olması mümkün olur. Celal Odağ, kendiliğin ruhsal yapının çatısını oluşturduğunu vurgular. Bu çatının sağlamlaşması, kendiliğin bütünleşmesi de bakımverenlerin çocuğa ayna tutmasıyla, destek ve onaylamalarıyla mümkün olur.
Tümgüçlülüğün kaybına karşı: Büyüklenme ve ülküleştirme
Burada, anne ile bütünleşmiş bir yapı oluşturduğu yerde bıraktığımız bebeğin öyküsüne yeniden dönelim. Ötekinin varlığı kendisi için yaşamsal önem taşıyan bebek, bakım veren ile yapışık olduğu bu yapıdan yavaş yavaş ayrılsa da daima onun bakışına ihtiyaç duymaktadır. Onun bakışı, onayı, kabulü olmadığında kendilik tasarımları parçalanıp dağılma tehlikesi yaşar. Bu evrede çocuk “o olmadan olmayacağını” fark etmesinin yarasını iki ayrı yol ile sarmaya çalışır. Bu iki yolu anlamak narsisistik kişilik yapısının oluşumunu anlamamızı büyük oranda kolaylaştıracaktır.
İlki büyüklenmeci-göstermeci kendiliktir (grandiose-exhibitionist self). Çocuğun diğerlerinin gözündeki yerini sağlamlaştırma, onlar için daha da görünür olma, kendisini izleyen ve onaylayan seyirciler toplama coşkusuyla ortaya çıkar. Eğer bu dönemde çocuk davranışlarını, duygusal tepkilerini, ihtiyaçlarını aynalayan, eşduyum gösteren, gördüğünü ve onayladığını belli eden, coşkusuna dengeli biçimde eşlik eden ebeveynlerle ilişki içinde olabilirse bu büyüklenmeci yapı yumuşayarak bireyin heves ve tutkularına dönüşecek; özsaygısı ve yaşam coşkusu yüksek olan birisi olması mümkün olacaktır.
Fakat aile bu noktada çocuğun büyüklenmeci-göstermeci sahnesini görmezden gelir, reddeder, o sahneden hemen indirmeye çalışır veya sahnedeyken incitirse büyüklenmeci kendilik benlik tarafından özümsenemeyecektir. Bu durumda değişmeden kalarak halen ilkel amaçlarının doyurulmasını bekleyen, acımasız bir kusursuzluk arayışı içinde olan, çabuk incinebilen, sürekli olarak kendisine ayna tutacak, onay verecek ve hayranlıkla bakacak seyirciler arayan, bulamadığı anda derin bir boşluğa düşen bir birey haline gelecektir.
Büyüklenmeci kendilik çocukluğun normal bir yapısıyken, gelişimle birlikte varlığını sürdürmeye devam etmesi yetişkinlikte narsisistik kişilik yapısına neden olur. Normal büyüklenmeci kendiliği bir balon gibi düşünecek olursak, ebeveynlerin balonun varlığını kabul eden, onu gördüğünü yansıtan tutumları yapıyı esnek biçimde dış gerçeklikle ve benlikle uyumlu hale getirir. Aksi halde balon sürekli olarak şişmeye devam eder ve küçük bir zorlanmada patlayıp dağılabilecek bir yapı meydana gelir.
Bu yapıdaki kişiler klasik narsisistik kişilik özelliklerini gösterirler. Çevreleri tarafından kibirli, sürekli kendini gösterme ve ispatlamaya çalışan, hırslı kişiler olarak görülürler. Eleştiriye aşırı duyarlı ve kırılgandırlar. Çoğunlukla sosyal ilişkilerde kendisine hayranlık duyacak, olumlu yönlerine ayna tutacak kişileri çevrelerinde tutmaya çalışırlar. Bu ihtiyaçları karşılanmaz olduğunda ise ilişkileri hızlıca bozabilirler. Bu yönleriyle sömürücü ilişkiler kurdukları söylenebilir. Yoğun haset duygusu yaşayabilir ve diğerlerinin başarılarını kolayca değersizleştirebilirler. Kimi zaman ise bu haset ve değersizleştirmeyi sahte bir alçakgönüllülük ile gizleyebilirler. Eğer çevresel yapı ve bireysel becerileri uygunsa ciddi anlamda başarılı kişiler haline gelebilirler. Çünkü sürekli dışarının onayı ve beğenisine bağımlı yaşayan bu kişiler bu özellikleriyle hırslı ve çalışkandırlar. Ancak başarılı oldukları o işe derin bir tutku ile bağlı olamazlar. Peşinde oldukları şey o işle ilgili merakları değil, o iş aracılığıyla toplanacak hayranlar veya narsisistik hizmetkarlardır. Bu büyüklenmeci kişilik yapısı özellikle liderlerde, yönetici konumundaki kişilerde sık karşılaşılır.
Çocuğun diğer kendilik yapısı ise ülküleştirilmiş ebeveyn imgesidir (idealized parental imago). Bu yapıda, çocuk ebeveynlerine kusursuz, tümgüçlü bir süper kahraman rolü atfeder. Büyüklenmeci kendiliğin gelişiminde kendi eksikliğini kapatmak için var olandan daha büyük bir zar oluştururken, burada gücü her şeye yeten bir kahramanın gölgesine sığınmayı seçer. Her ikisi de esasında derindeki yetersiz ve çaresiz bebeği korumaya hizmet eder. Eğer bu ülküleştirme karşısında ebeveyn dengeli bir tutum sergilerse, çocuğa yalancı bir alçakgönüllülük ya da abartılı büyüklenmecilik göstermezse, içtenlikle yaklaşır ve kendisinin eksiklerini görmesine izin verirse ülküleştirme üstbenlik (süperego) yapısına yapılarak yerini kendini kontrol edebilme, duygusal gerilimi denetleme yetisine bırakır. Çocuğun ebeveynlerini olduğundan daha güçlü algılaması karşısında ebeveyn yok sayıcı bir tutum sergiler, ani bir hayal kırıklığı ile gözden düşer veya ortadan kaybolursa ülküleştirme gereksinimi engellenir. Bu durumda ise o dönemdeki ihtiyaç duyduğu kahramanın kaybını gidermek için sürekli olarak benlik saygısını dengeleyecek ve kendisini onaylayacak ilkel kendilik nesneleri arayışında olur.
Bu yapıdaki kişiler narsisistik kişilik yapısının diğer özelliklerini de gösterebilirken daha önce belirtilen ve genelde bilinenden farklı olarak dışarıya karşı çok güçlü bir görüntü vermeyebilirler. Bulunduğu ortamda lider, öncü, yönetici olarak en ileride olmayıp bu şekilde güçlü gördükleri kişilerin yakınında durmayı tercih ederler. Kimi zaman bu kişilerin kabul edilemez biçimde yetersiz oldukları durumlarla karşılaştıklarında oradan uzaklaşarak yeni ülküleştirme arayışlarına girerler. Diğerlerinin bakışlarını bu yol ile üzerine toplayarak, derindeki yetersizliğe karşı koruyucu bir araç sağlarlar.
Vamık Volkan ise yas yaşayan ebeveynlerin çocuklarına özel bir vurgu yapar. Bu çocukların yeterli miktarda sahnede görünemediklerini ya da sahnede ikame ettikleri bireylerin (kaybedilen nesne) görüntüsü dışında var olamadıklarını belirtir. Bu da bu kişilerde yatırımın sahte kendiliklere yapılmasına ya da “özel” olduklarına dair inanca sebebiyet vererek çelişkili ve değişkenlik gösteren kendilik algıları geliştirmeleri sonucuna yol açar.
Bu kişi narsisistse, şu nasıl narsisist?
Anlaşılabileceği gibi narsisist kişiler her zaman kibirli görünen, diğer insanları hor gören, sürekli kendisi ve başarıları hakkında konuşulmasını talep eden bir tavır içinde olmayabilir. Kendisinden daha güçlü görünen başka birilerinin yanında duran, kendisinden nadiren söz edip diğerlerinin yıldızını parlatan, sözde mütevazilik içindeki kişiler de olabilirler. Kimi zaman da büyüklenmeci kendiliğin kırılgan yapısı öyle baskın olur ki kişiler narsisistik incinmelerin olasılığından uzaklaşmak için toplumdan geri çekilebilir, yeni insanlarla tanışmak ve ilişki kurmaktan kaçınabilirler. Bu görünümdeki narsisist kişiler klinikte kaçıngan kişilik, sosyal kaygılı gibi görülebilir; hatta şizoid kişilik yapısında veya silik otizm belirtileri gösterdikleri şeklinde değerlendirilebilirler. Büyüklenmecilik bazen öyle bir noktaya gelebilir ki diğer insanlarla iletişim dahi kurmak bu türden kişiler için aşağılayıcı bir şey olabilir.
Öyleyse en iyi bildiğimiz, grubun lideri olmaya çalışan, sürekli çevresinde hayran toplayan, insanları aşağılayan tutum sergileyen birine de bunların neredeyse tersi özelliklerdeki bir diğerine de nasıl aynı şeyi söyleyebiliyoruz? Narsisist denen şey buysa, nasıl diğeri de olabilir? Buradaki durum klinisyenler için ayırıcı tanıda zorluklar içerse de oluş biçimi açısından daha nettir. Narsisistik kişilik yapısındaki tüm bu bireylerin davranış örüntüleri, arayışları, ilişki biçimleri, görünümleri farklı olsa da hizmet ettikleri şey durmaksızın süren onay arayışıyla, kaçınmayla veya sığınmayla derindeki aşırı kırılgan yapıyı korumaktır. Aynı nihai hedefe çok farklı yollarla ulaşmaya çalışırlar.
Buraya kadar anlaşıldığı üzere narsisizm en başta söylediğimiz gibi korunmak için aşılanma benzeri yöntemler geliştirebileceğimiz, insanlık olarak mücadele etmemiz gereken bir dış etken değildir. Aksine olağan gelişimin tam ortasında yer alan ve bir sürü karmaşık ruhsal mekanizma ile çevresel, toplumsal etkilerin ilişkisiyle her insanda belirli miktarlarda bulunan bir yapıdır. Belirli bir noktaya kadar adaptif, hatta gelişim için olmazsa olmazdır. Fakat özellikle yaşamın erken dönemindeki deneyimlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak dış gerçeklikle uyumu bozucu hale geldiğinde kişilik bozukluğundan söz etmek mümkün olmaktadır.
Tedavi sürecinde narsisistik kişilik bozukluğunun zemin hazırlayabileceği diğer psikiyatrik bozuklukların değerlendirilmesi önemlidir. Narsisistik kişiler depresyon ve kaygı bozukluklarına yatkın olabilirler. Ayrıca kırılgan kendilik yapısı bazı durumlarda mikro-paranoid hezeyanlar görülmesine neden olabilir. Psikoterapide Kohut, bu kişilerin saplandıkları gelişim sürecinde yapılmamış olanları terapistin yapmasını önermiştir. Örneğin terapiste yapacağı ayna aktarımları veya ülküleştirme aktarımlarının ayırdına varıldığında kişinin zihinsel dünyasındaki eşduyum yapmayan, görmezden gelen ebeveyn yerine bütünleştirici bir rol almak gerektiğini ifade etmiştir. Kernberg ise bu şekilde olumlu ebeveyn rolüne girmenin kişilerin zaten arayışında olduğu şeyi onlara vermekten öte gidemeyeceğini belirtmiştir. Onun yerine bu kişilerin olumsuz, yıkıcı taraflarıyla yüzleştirilmesi gerektiğini öne çıkarmıştır. Önceleri hiçbir şekilde tedavi edilemez görülen bu bozukluğun psikoterapiden yarar görebileceğine dair çok sayıda veri bulunmaktadır. Özellikle uzun süreli psikodinamik psikoterapi, destekleyici psikoterapi, aktarım odaklı psikoterapi, şema terapi bu kişilerde yararlı olmakta, uyumu arttırmaktadır.
Sonsöz
Elbette ki son yüzyılın ekonomik, politik ve toplumsal ikliminde neo-liberalizmin kişileri büyük gruplardan ayırıp parçalayan bireyselliği öne çıkaran manipülasyonlarının bu kişilik yapısı hakkında her alanda daha fazla çalışılıyor ve konuşuluyor olmasındaki etkisi yadsınamaz. Ayrıca günlük iletişimimizin neredeyse tamamının aracı haline gelen sosyal medyanın da ilişkilerdeki derinliği azaltması, beğenme ve beğenilmeye dair sahte kısa yollar sağlaması, hoşa gitmeyen içerik ya da ilişkileri engelleyerek yok gibi davranmamızı kolaylaşlastırması gibi katkıları bireysel ve toplumsal düzeyde narsisistik yanımızı beslemeye devam ediyor olabilir.
Bununla birlikte narsisizmi yalnızca çağımıza ait bir ‘hastalık’ gibi görmek doğru değildir. Binlerce senelik uygarlık, narsisistik ereklerin üzerinde yükselmiş dersek abartmış olmayız. Bir narsisizm yüceltmesi yapmak için değil, insanlığın olağan durumu içinde yer aldığını anımsatmak için vurgulamamız gerekir bu noktayı. Narsisizmin son derece yıkıcı olabilen etkilerinden, içsel dünyamızdaki varlığını görmezden gelerek uzaklaşamayız. Belki de en önemli ihtiyacımız bu varlığı fark etmek ve diğer insanlarla olabildiğince gerçek ilişkiler kurmaktır. Spinoza’nın Etika’sından bir alıntıyla bitirelim; “…insana insandan faydalı bir şey yoktur.”
Yararlanılan kaynaklar ve ileri okuma önerileri
Akhtar S (2009) Ağır kişilik bozukluklarının tanı ve sağaltımı için başvuru kitabı. Çev: M Alkan, C
Gürdal. Odağ Yayınları, İzmir
Akhtar S (2015). Hasarlanmış çekirdek. Çev: M Alkan, C Gürdal. Odağ Yayınları, İzmir
Freud S (2016). Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları. Çev: E Kapkın, A Tekşen. Payel Yayınları, İstanbul
Kohut H (2004). Kendiliğin çözümlenmesi. Çev: C Atbaşoğlu, B Büyükkal, C İşcan. Metis Yayınları, İstanbul
Odağ C (2012). Nevrozlar-4. Odağ Yayınları, İzmir
Schmidt A (2019). Kernberg ve Kohut’un Narsisistik Kişilik Bozukluğu Kuramlarının Karşılaştırması. Türk Psikiyatr Dergisi. 30 (2): 137-141.
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Ekim 2020 sayısında yayımlanmıştır.