Sinema, TV dizileri ve psikoterapi öyküleri: Her oda kırmızı değildir

Yazan
Dr. Semih Dikkatli
Psikiyatri-Psikoterapi Uzmanı
Yazının Okunma Süresi
31 dakika

Bu yazının temel amacı, filmler ve TV dizilerinde psikoterapi öykülerinin kullanılmasının olumlu ve olumsuz yanlarını ele almaktır. Psikoterapi öykülerinin film yapımcılarına nasıl ilham verdiğini incelerken, izleyiciye psikoterapinin dönüştürücü güçleri hakkında sunulan örneklerin niteliklerini incelemektir.

Bu tip öykülerin izleyicilerde derinden hissedilen ve unutulmaz deneyimler yaratabildiği geçmiş birçok film örneğinde gözlemlenmiştir. İşte bu nedenle de son zamanlarda ülkemiz televizyonlarında artan ve gerçek terapi öykülerinden alındığı belirtilen diziler ve filmlerin yaratması muhtemel sonuçları hakkında aşağıdaki soruları sormak bir gerekliliktir.

Psikoterapistlerin ve hastalarının filmlerde ve TV programlarında tasvir ediliş biçimlerinin yararlı ve zararlı etkileri nelerdir?

Bazı film ve diziler süregiden bir psikoterapi sürecine katkı sağlayabilir mi? Bir hastaya belirli bir filmi izlemesini tavsiye ederek hangi psikolojik işlevler yerine getirilebilir?

Filmlerde, hastanın benlik duygusunun oluşmasında önemli rol oynayan rol modeller olarak görev almış karakterler hakkında ne şekilde bir araştırma yapılması önerilir?

İnsanlar hakkında en iyi olanı tasvir eden filmler, yaşamı değiştiren taklit öğrenim biçimlerine ilham verebilir mi?

Terapistlerin eğitiminde filmlerin izlenmesi ve tartışılması ne gibi roller oynayabilir? 

Filmlerin yapımı ve “görülmesi” ile ilgili bilimsel araştırmalar, psikoterapinin potansiyel olarak dönüştürücü güçleri hakkında yeni ve kullanılabilir bilgilere katkıda bulunabilir mi?

Giriş

20. yüzyılda, hem psikoterapi hem de sinema, gerçekliği ve kendimizi algılama şeklimiz üzerinde derin ve yaygın bir etki yaratmıştır. Freud'un modern psikoterapi çağını başlatması ve Edison'un “sinema filmi” icadının 19. yüzyılın son yıllarında gerçekleşmesi bir tesadüf olabilir.

Sinema, ilk kez 1895'te, Paris'teki Lumie`re kardeşlerin hareketli resimlerinin halka açık gösterilmesiyle başlamıştır. İlk sinema örneklerinden biri de 1906'da Victorin Jasset tarafından yönetilen Les Reˆves d un Fumeur d'Opium '(Afyon İçenin Rüyası) adlı Fransız filmidir. İlginçtir ki ilk sinema filmlerinden biri bağımlılıklarla ilgilidir. [1]

Sinemanın daha ilk günlerinde, film ile izleyicinin sonraki davranışları arasında doğrudan ve evrensel bir bağlantı olduğu hissedilmiştir. Hareketli resmin gücü ile toplumlarda ahlaki paniğin saptırılabileceği veya kışkırtılabileceği anlaşılmıştır. Bugünün medyası bundan çok daha fazlasının farkında bir şekilde kitleleri maniple etme işlevini sürdürmektedir.

İnsan, estetik deneyimlerin dönüştürücü güçlerini keşfetmeye adanmış dans, resim, müzik, edebiyat ve şiir tarafından ayrı ayrı uyarılır ve bu uyarımların yarattığı sonuçlarla gelişir, zenginleşir. Buna karşın sinema (ki bundan sonra TV dizilerini de sinema adının altında ele alacağım) bir tür “pan sanatı”dır. "Roman, şiir, tiyatro, resim, heykel, dans, müzik, mimari gibi hemen hemen her sanat dalını kullanabilir, birleştirebilir, yutabilir." [2]

Sinema olanakları açısından ele alındığında, içerikleri ve üslupları açısından diğer sanat dallarına göre farklılık göstermektedir ve görünüşte tükenmez sayıda hedefe ulaşabileceği düşünülebilir. Çünkü film yapımcılarının sahip olduğu görüntülerin, diyalogların, müziğin, sesin, ışıklandırmanın, özel efektlerin ve düzenleme tekniklerinin sayısız birleşik efektleri göz önüne alındığında yaratıcı bir şekilde istediklerini yapabilecekleri konusunda hiçbir sınırları olmadığı ortadadır. Kulaklara hitap etmek ve görsel imgelerin yanı sıra bedensel duyumları uyandırmak için tasarlansa da filmler, ifade olanaklarının genişliğine rağmen insanları genellikle kendilerini deneyimlemenin duyusal doğasına atıfta bulunmanın kısa bir yolu olarak "görmek" ve "izlemek" ile sınırlarlar. Buna rağmen insanların yaşamları üzerinde çeşitli yollarla önemli bir şekillendirme etkisine sahiptirler.

Bir sanat formu olarak sinema yaklaşık bir asır önce ortaya çıktı ve o zamandan beri tematolojisini insan davranışının çoğu yönü, her gün hayali macera durumları ve sorunlar, tarih, siyaset, feminizm, hastalık, ölüm ve bu çerçevede tıp kapladı. Çeşitli dermatoloji gibi tıp alanları, film yapımcılarının odak noktası oldu. Plastik cerrahi uygulamaları da sinemanın popüler alanlarından biri haline geldi. [1]

Psikiyatri, tıbbın en genç uzmanlık alanlarından biridir. Ruhsal bozukluklarla ilgilenen uluslararası film yapımının büyük çoğunluğu psikanalize odaklanmıştır. Film teorisi ve psikanaliz arasındaki bağlar, büyük ölçüde Sigmund Freud'un rüyalar teorisi ve Jacques Lacan'ın başlattığı 'dilbilimsel dönüş' aracılığıyla kurulmuştur. Baudry'ye göre Platon'un mağara efsanesi, sinema salonunun tam bir tanımıdır. Her ikisinde de hareketsizlik, tekrarlama ve eski bir duruma geri dönüş için bir kısıtlama vardır. [3]

Sinema hakkında bu kısa girişten sonra bazı sorulara cevap arayarak yolumuza devam edelim.

İnsanlar; psikiyatristler ve ruhsal bozukluklu kişiler hakkında nasıl bilgi edinebilir?

Kişiler bu bilgilere öncelikle bizzat kendisi deneyimleyerek ulaşabilir. Doğrudan terapi deneyimi genellikle bu keşfin bir parçasıdır ancak bu da sırasıyla terapinin bağlamı, beklentiler, önceki deneyim, genetik hassasiyet, ruh hali ve tabii ki terapistin kendisi gibi sayısız faktörden etkilenir. Bu doğrudan deneyimden ayrı olarak; okuduklarından, diğer tanıdıklarının deneyimleriyle ilgili anlattıklarından ve medyanın ruhsal bozukluk, terapi ve terapisti ele alış biçimlerinden yola çıkarak bilgi sahibi olurlar. Filmler, bu bakımdan, kitlesel iletişimin en ilgi çekici biçimi olarak kabul edilir. [6] Seyirci film içi sınırları tarafından büyülenir ve nihai uyanma, rüya ya da çözülme -gerçeklikten kopma- deneyimi yaşar. [1]

İnsanların ömürlerinin 15 yılını sadece televizyon izleyerek geçirdiği tahmininden yola çıkarak, TV dizilerinin ve filmlerin insanların üzerindeki etkisinin tartışma götürmez olduğu ortadadır. [4]

Filmler bizi nasıl etkiler? 

Film; toplumda doğal olarak kabul ettiğimiz şeyi dolaylı veya doğrudan etkileyen kültürel rezervuar olarak tanımlanabilir. Bazı yazarlar bu durumu açıklamak için ayna metaforunu kullanır, filmler gerçek yaşamı yansıtır. Nihayet beyaz perdede ortaya çıkan akıcılığı ve yansıma ya da bozulma açısını belirleyenler yönetmenlerdir ve filmlerde kültürel inanç ve tutumların görsel ve işitsel bir aktarımı vardır. Sosyal öğrenme teorisinden [1] ödünç alırsak; normlar, tutumlar, beklentiler ve inançlar etrafımızdaki kültürel çevre ile etkileşimden kaynaklanmaktadır. Hayata ilişkin sosyal bilişler, doğrudan deneyimlerden, başkalarının deneyimlerinden doğar ve bazıları dolaylı sosyalleştirme ajanlarına maruz kalma yoluyla oluşur: Kitaplar, dergiler, reklamlar ve en önemlisi filmler ve televizyon. Bazı yazarlar, filmlerin muazzam etkileşim gücü nedeniyle tarih yazdığını ve toplumsal norm ve değerleri dikte ettiğini söyleyerek bunu daha da ileri götürmüşlerdir. [2]

Ruhsal bozukluklar ve psikiyatristlere dair bilişlerimiz de benzer etkilerle şekillenir. Terapi ortamı ve insanların ruhsal sorunları esasen özel bir faaliyettir, ancak kameranın tarafsız gözü bu eylemi röntgenci bir şekilde izler veya ihlal eder. Bu kendi içinde hem bir cazibe (röntgencilik) hem de tiksinti (ihlal veya izinsiz giriş) sunar; bu, neyin gösterilmesinin kabul edilebilir olup neyin olmadığına dair daha ilkel (veya bilinçsiz) endişelerle etkileşime girer. [1]

Filmlerin sosyo-kültürel etkilerini kavramsallaştırmanın bir yolu, filmlerin süreçlerini incelemektir. Bu süreçlerde filmler, yeni bir dünyayı inşa edebilir ve bu dünyanın bakımını sağlar. [5] 

Filmler yeni bir dünyayı nasıl ve neden inşa eder? 

Yeni dünya inşası temel olarak yeni öğrenme ve bir bireyin dünya görüşünün oluşumu ve gelişimi ile ilgilidir ve genellikle çocuklara ve onların biçimlendirici gelişimine uygulanır. Bu, aynı zamanda, güçlü fikir veya bilginin hâlihazırda tutulmadığı insan deneyiminin yönleri için de özellikle önemlidir.

Filmler eğlence olarak kabul edilebilir, ancak aynı zamanda Yunan trajedilerine veya ahlak oyunlarına benzer bir eğitici işlevi vardır. 

Filmler inşa edilmiş dünyanın bakımına nasıl katkı sağlar? 

Dünya bakımı, esas olarak bizim tipolojilerimizi teyit etmek ve normun ne olduğu ve neyin sapkın olduğuna dair sınırlar koymakla ilgilidir. Dünyaya bir referans noktası olarak hizmet eder. Bu bakım işi genellikle, dünyasının çerçevesi zaten kurulmuş olan yetişkinler için geçerlidir, filmler bu dünyayı meşrulaştırır veya sürdürür. Aynı zamanda modern mitlerin korunması ve yapımında da yer alır. 

Bu bakım sırasında oluşturulan ve korunan mitlerden bir bölümü de psikiyatristler / psikoterapistler ve psikiyatri hastalarını kapsar. Psikoterapi öykülerinde hasta ve terapistin tasviri büyük ölçüde abartılı ve kuşkucudur ancak film sırasında izleyici kahramanla güçlü bir şekilde özdeşleşir ve ona bağlanır, (belki de biraz belirsizlikle) hastalık-terapi süreçlerini ve bağlamını kabul eder.

Pek çok faktör bir filme verilen tepkiyi etkiler ve bu etki tamamen filmin kendisine değil, gösterildiği bağlama bağlı olabilir. Benzer bir şekilde, filmler yanlarında oldukça kişiselleştirilmiş sembolik anlamlar taşır. Dolaysıyla hepimizin, başkalarına nadiren tam olarak uyan en sevdiğimiz filmleri ve karakterleri vardır. Sinemasever özne, film deneyimini kendi dünya görüşüne göre hızla seçer, katılır ve yorumlar. Buna karşılık, izleyicilerin bir ticari film endüstrisi tarafından işlenen ve kendiliğinden dönemin egemen ideolojilerinden etkilenen bir göstericiler koleksiyonuna bağlı oldukları ortadadır. [1]

Levi-Strauss'a [1] göre mitler, gerçekte çözülemeyen temel çatışmaların veya çelişkilerin dönüşümleridir. Filmler genellikle çözülemeyen ikilemlere hayali çözümler sunar. Hollywood'da yaygın bir örnek, aşk her şeyi fetheder paradigmasıdır. Birçok filmde, filmin kahramanı, iyi ve şefkatli bir kadının sevgisiyle, işlevsiz bir alkolik, işsiz, ruhsal sorunlu birinden; sevgi dolu, ayık, üretken bir beyefendiye dönüşür. Michael Wood’a göre filmlerin mitolojik işlevi, bu sorunları incelemektir. Filmler bulanık beyinlerin rahatsızlıklarını giderirken, aynı zamanda bu bulanıklığı da koruyarak işlev görürler. [1]

Ruhsal bozukluklar ve bunların yarattığı sorunların arkasındaki nedenler belirsizliğini korumaktadır ve bu nedenle filmler aracılığıyla sunulan çözümler inanılmaz görünmektedir. [1]

Sinema ve TV dizlerinden söz ederken, psikoterapi öyküleri, psikiyatristler / psikoterapistler arasındaki ilişkinin boyutlarını dört ana başlık altında toplayabiliriz. Bu ilişki, filmlerde bu öykülerin kullanılmasından çok daha geniş anlamlar taşımaktadır ve filmlerin hem terapi eğitiminde kullanımını hem de bizzat terapiye yardımcı olarak kullanımını da içermektedir. Şimdi bu dört başlığı ele alarak yolumuza devam edebiliriz.

 

1- Sinemanın psikoterapide kullanımı

Filmlerin psikiyatriye bir yardımcı olarak tanıtılması son yıllarda önemli ölçüde kabul görmüştür. Filmler terapi ve eğitim amaçlı kullanılmıştır. Ancak film deneyiminin izleyici üzerindeki etkileri, ürettiği yollar ve tarzlar hakkında çok az şey yazılmıştır, buna rağmen bu ortamı kullananlar elde edilen sonuçlardan memnun görünmektedir. Bu bölümün amacı, filmlerin hastalar üzerinde nasıl bazı yararlı etkiler yaratabileceğiyle ilgili bir yorum sunmaktır. 

Çoğu film kısa sürede unutulur. Ama her birimiz aklımıza unutamayacağımız ve hatırlamak istediğimiz bir film, bir karakter veya bir sahneyi getirebiliriz. Bu nedenle terapi sırasında merak etmemiz gereken bir soru olduğunu düşünüyorum: “Hastalarımız, hayatlarının farklı dönemlerinde bir filmi izledikleri zaman kendilerinde uyandırılan düşünceleri, duyguları, hatıraları ve fantezileri ne sıklıkla anımsamaktadır?” 

Bir hastanın benlik duygusunu ve değerlerini şekillendiren kültürel etkilere dair anlayışını ilerletmeye çalışırken, şu tür sorular sorma eğilimindeyim: Çocukluk kahramanlarınız kimlerdi? Hangi özellikleri paylaştılar? Peki ya onlara öykünmek ve özdeşleşmek istediniz mi? 

Benim gibi birçok kişi, en eski idealleştirilmiş rol modellerinden bazılarıyla ilk kez filmlerde kurgusal karakterler olarak karşılaşmış olduğunu fark etti ve bu bulgu, hastalara şu soruyu sorma eğilimimi pekiştirdi: "Hangi filmler ve film karakterleri size olmayı umduğunuz ya da olmaktan korktuğunuz kişilere dair görüntüler sağladı?" "Terapinin nasıl çalıştığına ilişkin ilk beklentileriniz bir filmden veya bir TV programından etkilendi mi?" 

Hastaların, kendileri için kişisel önemi olan filmlerin hatıraları hakkında bizi tartışmalara götürdüğü zamanları memnuniyetle karşılıyorum. Bir karakterin eylemlerine ilişkin açıklamalarını gerçek bir insanmış gibi dinlerim. Hastaların bir psikoterapist veya psikoterapi filmini canlandıran anılarının, terapi hakkındaki belirsizlikleri, kim olduğuma dair korkuları ve terapideki tatminleri ve hayal kırıklıkları hakkında konuşmalar başlatmak için bir hareket noktası olarak hizmet ettiği zamanlara özellikle değer veririm. Biz de henüz bu tip terapi öykülerini ele alan deneyimler oldukça az olduğundan geçmişten sorulmuş bazı soruların genellikle Hollywood ile ilgili olması normaldir. Hatta bazen bu soruları sorabilmeleri için halen izlemedilerse hastalara izlemeleri için bazı filmleri öneririm. Bu filmlerden üretkenliği kanıtlanmış önemli bazı sorularla ve kıyaslamalarla karşılaşabilirim zira: "Annie Hall'da Woody Allen'ın psikanalistinden daha fazla konuşacak mısınız?" "Son terapistim bir kadındı. Prince of Tides'daki Barbara Streisand gibi, onu çok seksi ve baştan çıkarıcı buldum - bu yüzden bıraktım." "Keşke Robin Williams'ın Good Will Hunting'de oynadığı terapist gibi olsaydın." "Ofisiniz Ordinary People filmindeki terapistinkine çok benziyor, belki biraz daha düzenli, ama çok fazla değil."

Bunlar sinema üzerinden örnekler… Bir de TV dizisi olarak neredeyse çok belirgin bir ün kazanmış “The Sopranos” ile “In Treatment” örnekleri var. "Dr. Melfi'nin The Sopranos'ta yaptığı gibi bir amirle benim hakkımda konuşuyor musunuz?" "Bence Gabriel Byrne'ın In Treatment'da canlandırdığı terapist gibi görünüyorsun."

Dünyadaki bu yaygın örneklerin yarattığı yargılara ek olarak şimdi de ülkemizde bir başka soruyla karşılaşır olduk:

“Kırmızı Oda’daki doktor gibi terapi yapabiliyor musunuz?

Ya da Arif Verimli Hocamın sekreterine sorulan bir soruyla karşı karşıya kalabiliyoruz.

-Sizin Hocanızın odası da kırmızı mı?

Verilen cevapla en azından biraz gülümseyebiliyoruz.

-Hayır, Hocamızın odası turuncu, o nedenle size faydalı olamaz…

Hastaların bu tür karşılaştırmaları gönüllü olarak yaptıkları anlar, açık bir şekilde keşif psikoterapisinin hedeflerini ilerletme işine yarar.

Unutmayın her terapi odası kırmızı değildir…

Yaşam süresi boyunca edebi kurgu okumanın, başkalarının düşüncelerini ve duygularını anlama ve anlatma yeteneğinin altında yatan psikolojik yeteneklerin gelişimini desteklediğine dair biriken kanıtlar vardır (yani, “zihin teorisi”; Premack ve Woodruff, 1978). Benzer bir şekilde, 1920'lerden beri "bibliyoterapistler", hastalara ciddi romanlar okutmanın başkalarının düşünce ve duygularıyla empati kurma kapasitelerini güçlendirebileceği hipotezini öne sürmektedir. Daha yakın zamanlarda, “sinema terapistleri” (Berg-Cross, Jennings ve Baruch, 1990) hastaların izleyebileceği stratejik olarak film seçmenin terapötik olanaklarını araştırmışlardır. [2]

“Karakterin güçlü yönleri” ve “erdemler”in teşviki, kendilerini pozitif psikoloji hareketinin özlemleriyle uyumlu hale getiren terapistlerin birincil hedefidir (örneğin, Seligman, 2002). Niemiec, hastaları kişileştiren kahramanlarla özdeşleşmeye ilham veren filmleri seçmek için titiz bir yaklaşım geliştirmiştir. Niemiec'in filmlerin dönüştürücü güçleri hakkındaki kuramsallaştırması, ağırlıklı olarak Bandura'nın (1977) sosyal öğrenme kuramının temel ilkelerine dayanır. Buna göre “çoğu insan davranışı modelleme yoluyla gözlemsel olarak öğrenilir. Başkalarını gözlemleyerek kişi yeni davranışların nasıl gerçekleştirildiğine dair bir fikir oluşturur ve daha sonraki durumlarda bu bilgi eyleme rehberlik eder”. Sonlandırmadan uzun süre sonra, birçok eski hastanın hatırlayarak ve "ertelenmiş taklit" (terapistlerinin onları nasıl dinlediğini ve onlarla nasıl konuştuğunu) yaparak terapiden yararlanmaya devam ettiğine dair ikna edici kanıtlar da vardır. [2]

Niemiec'in sinema terapisine yaklaşımının birincil amacı, "sinematik yükseliş" yaratmak için karakterlerin güçlü yönlerinin ve erdemli eylemlerin film tasvirlerini kullanmak isteyen terapistlere rehberlik etmektir. Cesaretle ilgili çok sayıda film tasviri olduğu için, bir hastanın kendi yaşam öyküsünün özelliklerini, onları fark etmelerine engel olabilecek korkuları, engelleri ve zorlukları cesurca aşan kahramanların hikâyelerini anlatan filmler sinematerapi için seçilir. Örneğin, pozitif rol modellerden yoksun ve başaramayacağıyla ilgili kaygıları olan genç insanları, yokluğun içinden çıkan insanların otobiyografik filmlerini izlemeye teşvik etmek uygun olacaktır. Çünkü başaramama kaygısı, değersizlik hissi ve dünyada yalnız olduğuyla ilgili düşüncelerini kabul etmek için üstesinden gelinmesi gereken kırılganlıklarla yüzleşmek ve bunlarla başa çıkmak için ilham verici örnekler sunmaktadırlar. [2]

Eppler ve Hutching'in makalesi ("Sistemik dayanıklılığı göstermek için sinematerapinin kullanılması"), esas olarak, her türlü ikna olan terapistlerin değer verdiği bir karakter gücünü, dayanıklılığı teşvik etmek için sinematerapinin kullanımına odaklanır. Genel cesaret kavramının "metanet" yönü gibi, dayanıklılık, kişinin güvenlik duygusunu zayıflatan fiziksel ve psikolojik olaylarla yüzleşme ve bunlarla başa çıkma kapasitesini artıran bir karakter gücüdür. Dayanıklılığın temel bir niteliği, zorluklar ve önemli stres kaynakları tarafından yıkıldıktan sonra en azından eskisi kadar güçlü bir şekilde geri dönme kapasitesidir. [2]

Kahkahanın iyileştirici olduğuna ve hafif romantik, eğlenceli, esprili ve bazen sadece saçma olan filmlerin depresyon ve anksiyete gibi istenmeyen ve acı verici duyguları azaltabileceğine ve / veya hastaları daha önce kaçınılan olumlu duygulara daha fazla ilgi göstermeye ve onlardan keyif almaya teşvik edebileceğine inanıyorum.

Filmler bazen danışanlarımıza iletmek istediğimiz mesajları verebilmek için son derece kolaylaştırıcı olabilir. Kendisini sıkıştırılmış hisseden, artık yapılacak bir şey kalmadığını düşünen ve bu nedenle derin bir atalet içinde, anlamsız bir hayat algısıyla acı çeken danışanlarıma Jack Nicholson’un başrol oynadığı “Guguk Kuşu” filminden bir sahne anlatırım. O sahnede filmin kahramanı, bir akıl hastanesinde yerinden sökülmesi mümkün olmayan, sökülse bile kaldırmanın imkânsız olduğu bir su terapi cihazını yerinden sökerek, camdaki parmaklıkları kırmayı ve firar etmeyi önerdiğinde, tüm arkadaşları bunun imkansız olduğunu söyler. O ise bunu başarabileceğini ifade ederek, denemeye başlar. Uzun bir uğraşın ardından ve epey çaba sarf etmesine rağmen elbette dediğini başaramaz. En başından aslında o da bunu biliyordur. O bırakınca arkadaşları ona “bak sana başaramayacağını söylemiştik” der. O ise onları etkileyici bir biçimde cevaplar:

-Ben hiç değilse denedim…

Bu ve benzeri vazgeçmeyen insanlarla ilgili filmleri izleyen danışanlarımın bu filmlerden olumlu etkilendiğini biliyorum. Benzer etkilenme edebi eserlerdeki karakterler için de geçerlidir. Bu nedenle hastalarım film kahramanlarıyla derin bir şekilde özdeşleştiğinde ve bana filmi izlemenin onu nasıl olumlu etkilediğini söylediğinde şaşırmıyorum. Bu filmlerde keşfedilebilecek temel anlamları keşfetme yaklaşımı iki temel öncüle dayanır ve filmleri otobiyografik belgeler olarak görme psikanalitik geleneğinden ayrılır ve yazarlarının kişiliklerinin bilinçdışı kaynaklarını analiz etmek için kullanılabilir. Edebi metinlerin ve filmlerin yakın okumaları ile terapötik seanslar sırasında gerçekleşen konuşmaların sözlü ve sözsüz yönlerinin biçimi ve içeriği arasında klinik açıdan önemli benzerlikler bulunur ve ayrıca yaratıcılık travmatik deneyimlerin tahribatını iyileştirmede önemli bir rol oynayabilir. 

Bu filmleri izlediğimizde bazı sorular sormamız iyi olacaktır: Gördüğümüz şeyin gerçekten gerçekleşip gerçekleşmediğini veya bir halüsinasyon, fantezi veya vizyon olup olmadığını belirlememizi sağlayan ipuçları nelerdir? Başkasının acısıyla derin bir empati kurmanın zorlukları ve "dolaylı travmatizasyonun" tehlikeleri nelerdir? Bazı durumlarda, yakınlık için çabalamakla özerklik için çabalamak arasındaki dinamik gerilim insanı nasıl etkiler?  

Ayrıca sinema ya da film terapisi grup çalışmalarında da etkin bir biçimde kullanılabilir. Yıllar önce gerçekleştirdiğim grup çalışmalarında, grup üyeleriyle birlikte bazı filmleri izlemenin, hem üyeleri birbirine açılma konusunda daha motive ettiğini hem de insanların kendileriyle ilgili farkındalıklarının arttığını fark ettim. Bu nedenle her zaman elimizde bir dizi uygun film bulundurmak iyidir ve bunları farklı ihtiyaçlara göre nasıl kullanacağımızı da bilmeliyiz. Terapist ne yaptığını, izleyicinin zihninde neler olup bittiğini, izleyicinin ekranda gösterilenle duygusal ilişkisinin ne olduğunu, filmin ürettiği etkiyi ve bekleyebileceği tepkiyi bilmelidir.
 

2- Sinemanın psikoterapi eğitiminde kullanılması

Seminerlerde ve uygun olduğunda süpervizyonda, öğrenci terapistleri / asistanları, hayatlarının farklı aşamalarında kendileri için kişisel olarak önemli olan filmlerin perspektifinden kendi gelişimlerini düşünmeye davet ediyorum. Çocukluk, ergenlik ve gençlik dönemlerinde hayatlarında biçimlendirici bir rol oynayan film karakterlerinin hatıralarını hatırlayarak ve paylaşarak öğrenebileceklerini onlara modellemek için onlara “sinemaya gitme” geçmişimi anlatıyorum. Kısaltılmış hali şöyledir: 

Çocukluğumdan beri elimden geldiğince sık sinemaya gidiyorum. 1976 yılında henüz 8 yaşımdayken ve daha evlere doğru düzgün televizyonlar bile girmemişken, Bayrak Garnizonu’nunda evimizden sinema salonuna yürürdüm. İçimdeki heyecanı anlatmam halen mümkün değil bence…

O garnizon ve o sinema salonu hayatımın en güzel ve en güvenli yeriydi. Hemen karşısındaki spor salonuyla ikisi sığınaklarımdı. Sinema salonunun karanlığı ve anonimliği, kaygılı bedenimi cezalandırılmadan ya da aşağılanmadan sinema perdesine gömülerek yatıştırabileceğim en önemli yeri sağlamıştı. Geniş ekranın önünde, tehditkâr olmayan karanlıkta, yumuşak ve destekleyici koltuklarda otururken hissettiğim rahatlık, sevdiğim filmlere duyusal bir şekilde ilgi göstermemi kolaylaştırmıştı. O güvenli ortamda film izlemek beni, gözlerime ve kulaklarıma yansıtılan insanlar, yerler ve şeyler tarafından duygusal ve estetik olarak hareket etmeye yöneltiyordu.

Yirmi beş kuruş karşılığında, bazen aynı filme iki kere girerdim ve dışımda var olan dünyaya şaşırmış bir çocuk olarak birkaç saat, kendini unutmanın mutluluğunu yaşardım. Tıpkı rüya görmek gibi, film izlemek de beni günlük yaşamın pratik gerçekleriyle baş etmek için gerekli olan araçsal bilme biçimlerinden kurtarırdı. Hissettiğim güvenlik, beyaz perdedeki kahramanların ve kötü adamların hayat görüntülerinden elli kat daha büyük olan dikkatimi tam anlamıyla verebilmek için kendimden dışarı çıkmamı sağlardı. Benimki değil, onların hikâyeleri ve meşguliyetleri ilgi alanımı daha çok doldururdu. 

Bir filme derinlemesine daldığımda, sahte bir gerçekliği izlediğimi geçici olarak unutmanın eşsiz deneyimlerini yaşadım hep. Cüneyt Arkın filmlerinin çıkışında arkadaşlarla beraber yapmaya çalıştığımız karate hareketleri film bitiminde bile gerçekliğe dönmemizde ne kadar zorlandığımızı gösteriyordu herhalde…

Müjde Ar’ın tecavüze uğradığı sahnelerin, Otobüs filminde Alamanyaya giden Türk’lerin acısının ama bir taraftan da Alman kadınlarının çıplak bedeninin benim aklımda hala yerinin olduğunu söylemeliyim. Çıplak kadınlar karşısında utanılacak duruma düşen Türk işçilerinin yaşadığı kaygı ve utancın izleri de hala üzerimdedir. O kadınlarla birlikte bir parti kalabalığının o insanların, açlığına, şaşkınlığına, çaresizliğine gülüşünü hala unutamam. Diğer bir deyişle, çocuklukta, bir rüyada olduğu gibi, bu filmleri bağımsız bir gözlemci olarak değil, aksiyonun bir katılımcısı olarak deneyimlediğimi hatırlıyorum.

Gençliğimin filmleri bana işlevsiz korkularımdan ve kaygılarımdan –değersizlik hislerimden- geçici bir rahatlama yaşamaktan çok daha fazlasını sağladı. En eski rol modellerimden bazıları ise Tarık Akan, Yılmaz Güney, Aytaç Arman gibi devrim üzerine korkusuzca film yapan sanatçılardı. 12 Eylül’ün yıkıp döktüğü sol siyasetin ama en önemlisi sanatın geride kalan temsilcilerine hayrandım. “Uçurtmayı Vurmasınlar” filminde Nur Sürer’e âşık olmuştum.

Tarkowski, Kieslowski, Kustarica, İmamura gibi yönetmenleri takip eder, onlarla ilgili sabahlara kadar süren “Beyaz Geceler” gösterimlerinde gerçek hayatı tüm unsurlarıyla unuturdum. Avrupa filmlerinin sürekli akışının gelişini hevesle beklerdim. Yönetmenler Bergman, Bresson, Fellini, Godard, Rosselini ve Truffaut entelektüel kahramanlarımızdı. Bize “kutsal metinlerimizi” sağlamışlardı. Karmaşık ve anlaşılması zor filmlerinin anlamları hakkında entelektüel olarak tartışmayı severdik.   

80’lerden sonraki çalkantılı dönemde, arkadaşlarım ve ben sıradışı Amerikan film yönetmenlerinden izlemeniz gereken bir sonraki filmi merakla beklerdik. Hollywood film endüstrisinin sınırları içinde, John Cassavetes, Francis Ford Coppola, Stanley Kubrick, Allan Pakula ve Martin Scorsese gibi yönetmenler, Amerikan olmayanlar kadar kişisel, gerçekçi ve zekice gerçekleştirilen filmler ürettiler.

O sırada TV’de, Flamingo Yolu’nda fakirlerin mahallesi olan Küba Mahallesi ile özdeşleşir, Küçük Ev’in konuğu olmayı çok isterdim. Köleler dizisinde ırkçılığın iğrençliğini kemiklerime kadar hissetmiş, beyaz derimden utanmıştım.

O günlerden hafızamda kalanlardan yola çıkarak, filmlerde tasvir edilen hayali karakterlere, eylemleri tanımlanabilen ve açıklanabilen gerçek insanlar gibi davranmanın, gözlemsel ve taklit öğrenmeyi kolaylaştıran süreçlerden biri olabileceğini düşünme eğiliminde biriyim.

Oldukça etkilenebilir bir ergen olarak, Grease filminde Olivia Newton John’a da âşık olduğumu, onun için de şiirler yazdığımı itiraf etmeliyim. Gençliğimde ilk kez bir kadının elini Bayrak Sineması’nda tuttum. Bizim neslimizde gençlerin, mahremiyetimizi sağlayan başka bir yerimiz olmadığı için "sevişmek" için sinemaya gittiğini hatırlıyorum şimdi… 

Bazı filmleri yıllar sonra tekrar izlediğimde bazı fikirlerimin değiştiğini fark ettim. Kendi sinema tarihimle ilgili anlatımımı, bende oluşan bu fikir değişikliğini iki nedene dayandırarak sonlandırıyorum: Birincisi, öğrencilerime, kendimden farklı olarak, farklı sinema tasvirlerinin çok daha fazla "gerçekçi" görüntüsünü gördükleri gerçeğinin gelişimsel sonuçlarını görmelerini tavsiye ediyorum. İkinci olarak da onların kendilerine şunları sormalarını istiyorum: Psikoterapide neler olduğunu anlatan ilk izlediğim film hangisiydi? Bu filmi gördüğümde kaç yaşındaydım? Hastanın karakteri nasıl tasvir edilmişti? Terapist nasıl ele alınmıştı? Ne tür bir terapi uygulamıştı ve bunu hangi bağlamda (ofis, hastane) gerçekleştirmişti? Hasta ve terapist rollerini hangi aktörler ve aktrisler oynamıştı? Tüm bu soruların cevaplarının onların gelişimine sağlayacağı katkıdan emin olarak, onlar için çok daha etkili olan bir yolu daha tavsiye ediyorum. Psikoterapi hakkındaki belgeselleri izlemek…

Belgesel filmler gerçeği diğer herhangi bir medyadan daha gerçekçi olarak temsil ettikleri için, açık bir şekilde öğretim amaçlı kullanılabilirler. Dijital teknoloji sayesinde günümüzün öğrenci terapistleri, Aaron T. Beck, Milton Erikson, Otto Kernberg, Marsha Linehan, Martin Seligman, Virginia Satir ve Irvin Yalom gibi oldukça etkili terapistleri geniş bir şekilde ele alan videoları izleyebilirler.

 

3- Sinemada psikiyatristler/psikoterapistlerin ele alınışı

Yeni dijital çağ medyasının ortaya çıkması ve multimedyaya artan bağımlılık, halkın büyük olasılıkla, medyaya dayalı görüşler, tutumlar ve algılar oluşturacağını göstermektedir. Sinematik görüntülerin basılı kelimenin gücünden daha ağır bastığı düşünüldüğünde filmler aracılığıyla elde edilen bilgi (bazen bilgi-eğlence olarak anılır), diğer medya yoluyla elde edilene göre doğrudan veya dolaylı olarak güçlü bir etki yaratmaktadır. [5]

Medyanın halkı bilgilendirme ve yanlış bilgilendirme üzerindeki etkisi oldukça önemlidir. Çevremizdeki teknolojik gelişmelerle birlikte, medyanın etkisinin daha da önemli hale gelmesi beklenen bir durumdur. Bu durum, psikoterapi öyküleri, psikiyatrist ve psikoterapistlerin ele alındığı filmler için de geçerlidir. Psikiyatristin ve psikiyatriste başvuranların sinema filmindeki imgesi, bir psikiyatristi ve yaptıklarını ilk elden yeterince tanımayanların tutum ve inançlarını etkileyebilir. Bir psikiyatristten yardım istemek için ilk adımı atmak genellikle en zor kısım olduğundan böylesine filmlerden olumsuz etkilenen insanlar bu ilk adımı atmak konusunda ciddi sıkıntılar yaşayabilir. Psikiyatristin olumsuz bir klişesinin yalnızca o ilk adımı atma zorluğuna katkıda bulunacağını veya onu önemli ölçüde geciktireceğini düşünmek ise eksiktir. Bu müracaatın yapılmaması ya da geç yapılması, sürecin uzamasına ve hatta hastalık ve ölüm oranının artmasına neden olur. 

Başka bir deyişle, psikiyatristler olarak inandırıcılığımızla ilgili olumsuz algılar oluşabilir. Basılı medyadaki karikatürlerin aksine, sinema filmleri son birkaç on yılda psikiyatristlerin ve terapistlerin itibarını zedeleme eğilimi göstermektedir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada, 1940-1990 yılları arasında çekilmiş sinema filmlerinin incelenmesinde karakterlerin %71,2'sinde psikiyatrist/terapist erkek olarak tasvir edilmiş, yaş dağılımı (cinsiyete bakılmaksızın) %22.9 genç, %50.8 orta yaşlı ve %26.3 yaşlı olarak gösterilmiştir.  Tasvir edilen 118 psikiyatrist/terapistin %44,9'u yetkin, %47,5'i yetersiz ve geri kalan %7,6'sı klinik yeterlilik yönünden tam değerlendirilemeyen bir durumla ele alınmıştır. Ayrıca bu karakterler arasında sınır ihlali yapan psikiyatristler/psikoterapistlerin de dikkat çekici oranlarda olduğu belirlenmiştir. [6] Öyle ki gerçek hayatta rastlanan sınır ihlallerinin 7 kat daha fazlası bu film karakterlerinde gösterilmiştir. [6,7,8] 

Türkiye’de de yaygın olarak izlenmiş ve beğenilmiş bazı filmleri ele aldığımızda söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır. Lethal Weapon 3'teki psikiyatristi eksantrik veya tuhaf olarak tasvir etmekten, örneğin Buried Alive (1990) ve Lies (1983) gibi filmlerde bir katil olmaya kadar çeşitlilik gösteren düzeylerde olduğundan çok farklı profillerle terapistler ele alınmıştır. Bu çeşitlilik Do Not Look in the Basement(1973)'te olduğu gibi, psikiyatristin aptallık derecesine kadar naif gösterilen imajını ya da olumsuz temaların çeşitliliği, Raising Cain'de (1993) olduğu gibi psikiyatristin bilişsel olarak bozulmuş portrelerini de içermektedir. 

Filmlerdeki psikiyatrist/terapist imajının gurur verici olmadığı ortadadır. Parlak nokta, psikiyatristlerin/terapistlerin daha çok arkadaş canlısı olarak tasvir edilmeleridir. 

Filmlerin gerçeği taklit etme zorunluluğu olmadığı argümanına rağmen, psikiyatrik ilaç tedavisinin zihin kontrolü ve kimyasal kısıtlama aracı olarak tasvir edilmesi gibi halkın psikiyatristlere olan güvenini potansiyel olarak aşındıran temalara sık ​​sık rastlanılmaktadır. Psikotrop ilaçlar halka anestezik gibi, yani hastaları dizginlemek, yatıştırmak ve kontrol etmek için kullanılan ilaçlar gibi sunulmuştur. Diğer bir ortak tema da gerçekliğe karşı oluşturulan ve haklı gösterilen Sanrı Gerçekliktir. Bu temada, ortak senaryo, filmdeki kahramanın başkalarının (özellikle bunun bir yanılsama olduğu konusunda ısrar eden psikiyatristin) paylaşmadığı belirli bir inanca sahip olmasıdır. Film hastanın başından beri haklı olduğunu ortaya koyarken, psikiyatristin büyük yanılgısından söz eder. Örnekler arasında, sözde sanrıların çok doğru olduğu Mel Gibson'ın Komplo Teorisi (1997) ile Bruce Willis’in başrol oynadığı Twelve Monkeys (1995) yer alır.

Birçok olumsuz örneğe rağmen, psikiyatristleri olumlu bir şekilde sunan bazı filmler de bulunmaktadır. Citizen X(1995)'de, bir adli psikiyatrist, katilin çok doğru bir psikolojik profilini sağlamış ve daha sonra polise katille üretken ve insancıl bir şekilde görüşme konusunda yardımcı olmuştur. Böylece dedektiflerin seri bir cinsel katili yakalamasına yardım etmede çok yetkin olarak tasvir edilmiştir. 

Sonuç olarak, ticari olarak satılan Amerikan filmlerindeki psikiyatristlerin/terapistlerin imajı gurur vericiden daha azdır. Gösterilen iki psikiyatrist/terapistten neredeyse biri, doğrudan bir ihlal gerçekleştirmiş olarak karakterize edilmiştir. Sınır ihlallerinden bağımsız olarak klinik yetersizliklerinin gösterilmesi de çok yaygındır.
 

4- Sinemada psikiyatri hastalarının ele alınışı

Filmlerin insanların davranışlarını nasıl etkilediği üzerine birçok araştırma mevcuttur ve akademisyenler hala bu konularla ilgili sorulara cevap aramaya devam etmektedir: Sinemadaki şiddet ve saldırganlık içeren unsurlar toplumsal ya da bireysel şiddeti teşvik eder mi/neden olur mu? Filmde ele alınan şiddet unsurlarını izlemek, ham ve yoğun nefretle, başkalarına yıkıcı bir şekilde saldırma duygularıyla doldurulmuş bir izleyicinin saldırgan olma riskini azaltabilir mi?

Dünyanın neredeyse her köşesinde çekilen filmlerin bütçesi, ülkesi, yapımcısı fark etmeksizin hemen hepsinde ruhsal bozukluğu olan kişiler oldukça abartılı ele alınmıştır. Öyle ki ruhsal sorunu olmakla, sapık, katil, geri zekâlı, tuhaf davranan, röntgenci, tacizci, seri katil hep eşdeğer tutulmuştur. Özellikle kara komedilerde bu indirgeyici ve damgalayıcı tutum daha da belirgin hale gelmiştir. Şizofreni gibi hastalıklar hakkında yaralayıcı, hastaların toplum dışına itilmesine, evlerine gömülmelerine neden olan önyargılar yaratılmıştır. İntihar, madde bağımlılığı kavramları ve hatta kriminal tipler maalesef ruhsal hastaların hepsinde bulunurmuş gibi karakterize edilmiş ve toplumsal önyargılar önüne geçilemez hale gelmiştir.

Yunanistan’da yapılan bir çalışmada, Yunan toplumunda akıl hastalarının hiçbir zaman 'kutsal' olarak görülmediği, tam tersine engelliler olarak görüldüğü ve sinemanın bu yargıyı büyük oranda desteklediği görülmüştür. Toplam 30 filmde yer alan, doğrudan veya dolaylı bir şekilde ruhsal bozukluk gösteren kahramanlar gözden geçirildiğinde -ki bu gözden geçirmeler DSM-IV kriterlerine göre yapılmıştır- beş vaka yapay bozukluk, yedisi psikotik bozukluk ve ikisi disosiyatif (histerik) bozukluk tanısı almış ve sekiz vakada kişilik bozukluğu veya karakter sapması tespit edilmiştir. İki vakada teşhis koyabilmek neredeyse imkânsızdır. [9]

Tartışma

21. yüzyılda filmlerin nasıl yapıldığı, nasıl ve nerede izlendiği konusunda bir devrim yaşanmaktadır. COVID-19'un ortaya çıkmasından önce, ABD’de yapılan bir araştırma bir zamanlar düzenli olarak sinema salonlarına giden kişilerin yılda ortalama dört kez sinemaya gittiğini göstermektedir (Statista, 2019). Ancak şu anda sinema salonlarını yeniden doldurmamız ihtimalinin uzak olduğu ortadadır ve bunun yerine filmleri televizyonlarda, bilgisayarlarda ve akıllı telefonlarda izleme olasılığı giderek artmıştır. Görüntü yönetmenleri de, görüntüleri görünüme taşıyan ekranların küçülen boyutlarına uyum sağlamak için izleyicilere oyuncuların yüz ifadelerinin giderek daha fazla yakın çekimini sunmaya başlamıştır. [2]

İnsanların evlerinde mahsur kalmasıyla, filmler ve diziler insanların en önde gelen eğlence şekli halini almıştır. Bu nedenle de sektörün ilgisi farklı konulara yönelmiş, aslında sinemanın ilk gösterimlerinden itibaren popüler olan, kolay işlenen, daha çok diyalogla ilerleyebilen psikoterapi öyküleri yeniden öne çıkmıştır. Ülkemizde de Kırmızı Oda, Masumlar Apartmanı gibi diziler izlenme rekorları kırmaya başlamış, ortaya çıkan bu popülerlik, özellikle gerçek hikâyelerden oluştuğu iddia edilen bu diziler hakkında olumlu ve olumsuz eleştirilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aslında tüm bu makale de bu diziler hakkında söyleyebileceklerimi söyleyebilmek için yazıldı. Bir psikiyatrist olarak eleştirilerimi yaparken önce genel hatları çizmeyi, bu tip yapımların olumlu ve olumsuzluklarını genel olarak ele almayı, ardından da bu popüler diziler hakkında düşüncelerimi söylemeyi daha uygun buldum.

Öncelikle bu tip yapımların artması, psikiyatrist/psikoterapistlerin ele alınması, ruhsal bozuklukları olan insanların terapi süreçlerinin işlenmesi konusunda hiçbir önyargım olmadığını belirtmek isterim. Bu yazıyı da bu faaliyetlere katkı olarak yazdığımın da bilinmesini isterim. Bu dizilerin yapımcıları ve senaristlerini de tebrik ederek sonuca gitmeyi de onların başarısı karşısında şapka çıkarmak olarak kabul etmenizi dilerim.

Bu yazının genel kısmını yazdıktan sonra, bu son bölümde düşüncelerimi yazmadan önce Twitter’da küçük bir soru sordum ve gelen cevapların da üç aşağı beş yukarı benim görüşlerimden farklı olmadığını gördüm. Şimdi bu cevapları buraya koyarak kendi sonucuma ulaşmaya çalışacağım.

Sonuç

Terapistle ilgili görüşler

“Psikiyatrist değilim ama psikotik özellikleri olan hastayı 4-5 seansta çiçek gibi yapanlar var. Bu da toplumda beklentiyi arttırıyor. Hatta birisi psikotik atak geçiren hastayı yumuşak ses tonuyla 3 dk da sakinleştirip hastaneye yatmaya ikna etti.”  

“Danışanı ile birlikte kanlı gözyaşları ile ağlayan terapistler...”

“Ben kırmızı odayı çok beğeniyorum. Alabilene çok güzel mesajlar var. Bazıları gerçeklerle yüzleşmek istemedikleri için beğenmiyor. Üstelik gerçek hikâyeler bunlar. Toplumda var olan sorunlar. Ama ben yıllardır böyle bir psikiyatriste rastlamadım, özele gittiğim halde. Hep baştan savma.”

“1)Sanki ilahi bir değnek dokunmuş gibi 4-5 seansta tertemiz olan hastalar

2)Hastaya terapötik ilişkiyi zedeleyecek derecede sempatik ilişkiler kurmak

3)Belki yatış gerektirecek derecede psikotik yasantıları olan hastaların pür terapi-destekleyici görüşmeyle düzelebileceği algısı vb…”

“Psikiyatri pratiğinin farkındalığı için psikiyatrik dizi ve filmlerin yükselişi sevindirici. Ancak istisnasız etik, bilimsel ve sınırları belirlenmiş olmalı.”

“Bir danışan olarak hiç hoşlanmadım, her şeyi o kadar basite indirgemişler ki keşke her şey bu kadar kolay olsaydı”.

“Dizideki doktor hastaya dokunup elini omzuna koyunca hele sarılınca acayip rahatsız oluyorum. Ekrana bardak fırlatasım geliyor. Ama hikayeleri, duyguları irdelemesi güzel oluyor. Bu arada psikiyatrist değilim, diğer branş tıp doktoruyum.”

“Sağlıkta şiddetin durdurulamaz olduğu ülkemizde dizilerden yanlış beklentiler ile polikliniğe başvuracak hastaların olası hayal kırıklığının kolayca öfkeye dönmesi ihtimalinden çekiniyorum, reyting uğruna terapi-tedavi çerçevesi, etik ilkeleri ve kuralları çiğnenmemeli…”   

Bu cümlelerden sonra aslında kendi görüşlerimi de söylemiş gibiyim. Yine de toparlayayım:

1- Psikiyatrist/Psikoterapistlerin tüm öykülerinin gerçek olduğunun söylendiği bir dizide, bu kişilerin gerçek terapi koşullarına uygun davranmasını beklemek etik açıdan bir gerekliliktir. Bu duruma uyulmaması ise, gerçek anlamda psikoterapi yapanların haksız eleştirilere maruz kalmasına neden olabilir. Üstelik ülke gerçekleri göz önüne alındığında, ortaya çıkan yüksek beklentiler nedeniyle adli sorunlarla karşılaşmak bile olasıdır.

2- Yine terapistlerin terapi ortamında uyması gerekli etik kurallara uygun davranması gereklidir. Bu kuralları esneten aşırı görüntüler beklentilerin değişmesine neden olur.

3- Terapistler sürekli üzgün yüz ifadeleri kullanan kişiler değildir. İşleri empati kurmak ve sempatiden uzak durmaktır.

4- Psikotik içeriği olan hastalar terapiye uygun değildir. Önce akut atak giderilir, ardından gerekli terapi süreci belirlenir ve bu öyle 3-5 seanslık iş değildir.

5- Her hastayı kısa sürede iyileştirmesi umut gibi görünse de bu yüksek beklenti sonunda hasta ve yakınları için de bir yıkıma dönüşebilir.

Hastalarla ilgili görüşler

“Mesela çocuk istismarı ile ilgili bir bölüm izledim. Çok başarılı buldum. Aileleri uyarmak, dikkat çekmek adına.”

“Dizilerin farkındalık yarattığı kesin ama bu farkındalık, böyle hassas bir konuda, daha belgesel tarzı programlarla yaratılsa daha iyi olur kanısındayım.”

“Bu dizileri hiç izlemedim. İzlemeyi düşünmüyorum. Senaryo, kitap yazarı hanımefendinin vaka deneyimlerini bu şekilde kullanmasını etik, doğru bulmuyorum. Topluma mal olmuş, medyaya düşmüş bir vakayı hikayeleştirmiş olsa neyse ama bunlar gizli kalması gerekenler!”

“Hepimizin hayatlarında tamam artık bundan sonrası yok dediğimiz yaşanmışlıklar var. İzlediğiniz şeylerden etkilenmeniz gayet normal. Ben sizin yerinizde olsam ne kadar kötü şeyler yaşanmış olsa da sonlarının güzel olduğuna yoğunlaşırdım. Demek ki hep bir umut var...”

“Travmatik bir çocukluğu olan bir OKB hastasının yakını olarak gözlemlerim şu: Kendisi isteyerek diziyi açmıyor ancak eşi sebebiyle diziye maruz kalıyor. Dizinin kendisini çok olumsuz etkilediğini hissediyorum, dizi başlayınca hemen arkasını dönerek uyumaya çalışıyor. Diziyi açan eşi ısrarla ‘Bak bunlar da aynı senin gibi. Şunun ellerinin haline bak, Allah'ım aynı senin ellerin gibi kabuk bağlamış... Ah ben neler çekiyorum...’ vb. beyanlarda bulunuyor. Hasta hiçbir tepki vermiyor ama diziden hoşnut olmadığı tavırlarından belli. Israrla sessiz kalıyor.”

Bu cümlelerin de çoğuna katılsam da hastaların sunuluş biçimiyle de ilgili söyleyeceklerimi ifade etmek isterim.

1- Çocuk istismarı hakkında yarattığı farkındalığın önemli olduğunu düşünüyorum.

2- Kadına şiddet konusunu ele almasını önemli buluyorum.

3- Hastaların gerçek olduğu söylenen hikayelerinin böyle ayrıntılı verilmesini doğru bulmuyorum.

4- İnsanların özellikle OKB gibi bazı hastalıklar hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamasını önemsiyorum. Ancak OKB ve başka ruhsal bozukluklara sahip kişiler hakkında oluşabilecek bir damgalama hakkında da kaygılıyım.

5- Bence dizilerde kurgular, eklemeler var. Bu nedenle gerçek öyküler demek yerine, gerçek öykülerden kurgulanarak sunulmuştur demenin birçok sorunun aşılmasını sağlayacağı kanaatindeyim.

Olaylarla ilgili görüşler

“Kırmızı odayı 3 bölüm izleyebildim sonrasını bünyem kaldırmadı maalesef. Türk dizileri seyredemiyorum. Senaryolar, vahşet, acı, cinayetler, vurdu kırdılarla dolu. Dizi yapmasını dört gözle beklediğim sadece bir kişi var o da @gulseyazar…”

“Ben acılı ve de tekrar tekrar öykülerin bu kadar yaralı halka sunulmasından yana değilim. Zaten kitapları satışta…”

“Olumlu tek tarafı ‘psikiyatriste giden herkes deli değildir.’ fikrini yerleştirmesi kanımca.”

“Konunun mesleki ve etik boyutu elbette sizin bileceğiniz şey. Dizilerde işlenen vakalar oldukça ağır ve insanı üzebilecek nitelikte. Ancak yaşanan olay ne olursa olsun umut hep var mesajını veriyor. Ve bence bu oldukça önemli.”

“Dizi izleyicilerinin Youtube’da yaptıkları yorumlara baktığımda ise izleyen kişilerin dizide işlenen konulardan az ya da çok nasibini aldığını, bana bu kadar da olmaz dedirten hikâyelerin aslında gerçek olduğunu gördüm. Bu beni şaşırttı ve üzdü.”

“Böyle içerikleri izlemek genel olarak insan üzerinde nasıl bir etki yapar onu bilemiyorum. Ama bana bir kişinin içini dilediğince döktüğü ve ilgiyle dinlendiği sahneleri seyretmek huzur veriyor. Belki de sadece terapiden oluşan konuşmaya dayalı bir dizi denemesi çok daha iyi olur.”    

“Merhaba hocam. Ben dizi izlemiyorum maalesef. İzlemeye de karşıyım. Ama reklam izleyen vs.lerden dolayı az çok vakıfım konuya. Bu tür psikiyatrik olayların dizilerde yer almasını doğru bulmuyorum. İnsanı bunalıma sürüklüyor. Kendini sorguya çekmesine neden oluyor ama o sorgu kendini suçlamayla sonuçlanıyor.”

“Ben bu şekilde düşünmüyorum. Bilinçli izleyenler olursa bir insanın hayatını yüzde 90 anne babasının yönlendirdiğini görebiliyoruz. Çıkarımınıza bakış açınıza bağlı birçok şey…”

“Mecbur bir iki kısa bölümü önüme düşünce 15-20 dakika izledim. Daha ilk bölümleriydi. Daha o gün bir daha izlememe kararı aldım ve kararım kesin. Hiçbir şekilde bu diziyi izlemeyeceğim. Benim hayata olan inancımı, güvenimi, umudumu yerle bir edecek düzeyde konular ele alınıyor. Biliyorum izlersem bunları kaybederim.”

“Bu dizileri izleyenler sanıyor ki gidecek rahat koltuğa oturacak, gözlerini kapatacak, çocukluğuna gidecek ya da hayat hikayesini anlatacak. Mesela Kırmızı Oda izleyip profesyonel destek almaya karar verse dahi aradığı Kırmızı Oda ve Binnur Kaya’nın oynadığı karakter olacak, çünkü izleyici o bilinçle hareket eder, diziler sanal dünyalar onun gerçekliğine inanıp o hayatı arıyor izleyici oysa kırmızı oda yok hayatta, doktor hanım da yok, öyle değil o tedaviler. Öyleymiş gibi yansıtılmasını tehlikeli buluyorum. Kaldı ki gerçekten terapi yapan ya da kişiye özel terapi geliştirebilen kaç hekim var? Olanla yolunuz nasıl kesişecek hadi kesişti diyelim maddi olarak nasıl karşılayacaksınız? Ben çok şanslıydım, çok iyi bir hekimle kesişti yolum birazda o yüzden 4 yıl devam ettim, terapiyi çok sevdim.”  

“Merhaba abi; Kırmızı Oda Farkındalık getirdi. Zor açılan hasta grubu daha rahat anlatıyor.”

“Hocam merhaba, Arif hocam bu dizilerin yapılmasına meslek etiği olarak karşı ama ben toplumun bir üyesi olarak çok çok doğru buluyorum. Çünkü ruhsal problemler her evde hasıraltı edilmekte ve psikolojik şiddete uğrayan hep kurban olmaktadır. Ben 42 yaşındayım hem terapi görüyorum hem de psikiyatriste gidiyorum. Neden? Aynı masumlar apartmanındaki Safiye’nin annesi gibi iğrenç bir annem var. Ben safiye gibi kabullenmedim ama hep savaştım ve yüzleştim ama yorgun düştüm. Bu kişiler ekranlarda yer almalı ki kurbanlar neyin içinde olduklarını fark edip yollarını çevirme cesareti gösterebilsinler.”

“Şimdi kadın şiddetinin gösterilmesi, TV dizilerinde ders çıkarmak veyahut propagandasını yapma arasındaki bağlantıyı izleyicinin anlamaması, dizi senaristlerinin kurgucularının anlatamaması meselesini söylemek istedim. Sadece kadın şiddeti değil, şiddetin kendisi dahil.”

“Olumlu, yani psikiyatrik sorunlara olan ilgiyi artırması ve insanların sorunlarını çözmek için daha çok profesyonel yardım aramalarına yol açması olabilir. Negatif yanları bu yaşam hikâyeleri insanların parmak izi gibidir. Bunları böyle ekrana aktarmak etik mi? Değil gibi geliyor bana… Bu bir teşhir etme durumu gibi bir şey. Ayrıca terapist çok fazla süper insan şeklinde sunulmuş.”

Olayların ele alınış biçimiyle ilgili düşüncelerimi kısaca ele alacak olursam:

1- Şiddet içerikli öyküler anlatılırken dikkatli olunması, bazı insanların bu içerikler nedeniyle travmatize olabileceğinin unutulmaması önemlidir. Ayrıca geçmişinde benzer travma olan insanların da travma içeriklerinin kontrolsüz ortaya çıkması bir sorun haline dönüşebilir.

2- Ancak, olaylarla ilgili bir farkındalık oluşturulmasının da mutlaka olumlu yanları olacaktır.

3- Ayrıca olayların gerçek olduğunu söyleyerek, kurgu terapi süreçlerini vermek izleyiciyi yanıltmak anlamı taşır ve bu daha sonra diğer psikiyatristler/psikoterapistler için bir sorun oluşturabilir.

Son not 

Çocukluğumda izlediğim filmlerin çoğunun son saniyelerinde büyük harflerle yazılmış “Son”, “The End”, “Fin” kelimeleri ekrana gelirdi. Gençliğimin filmlerini görünüşte doğal bir sonuca götüren “Mutlu Sonlar”ın netliğini ve kesinliğini hâlâ özlüyorum.

Hala karantinada olsanız da olmasanız da, ustaca hazırlanmış komedi ve dramaları izlerseniz, koronavirüsün hüküm sürdüğü bir dünyada yerleşik olmanın baskıcı ve depresif etkisinden geçici bir rahatlama yaşayacağınıza söz veriyorum.

Kahkaha iyileştiricidir ve paylaşılan kahkaha bulaşıcıdır.

 

Kaynaklar

1- Cape GS. Bağımlılık, damgalama ve filmler. Açta Psychiatr Scand 2003: 107: 163-169. ª Blackwell Munksgaard 2003.

2- Geller Jesse D. Introduction: Psychotherapy through the lens of cinema. J Clin Psychol. 2020;1–15.

3- Baudry JL. Dis-pozitif:metapsychologica ~ observa izlenim gerçeklik ları.Psyche (Stuttgart) 1994 48: 1047-1074. 

4- Tudor A. The role of stereotypes. In: Cook J, Lewington M, eds. Images in alcoholism. London: British Film Institute, 1979: 22–36.

5- Byrne P. Psychiatry and the media. Advances in Psychiatric Treatment (2003), vol. 9, 135–143.

6- Gartrell N, Herman J, Olarte S, Feldstein M, Localio R. Psychiatrist–patient sexual contact: results of a national survey. I. Prevalence. Am J Psychiatry 1986;143:1126–31.

7- Akamatsu TJ. Intimate relationships with former clients: national survey of attitudes and behavior among practitioners. Prof Psychol: Res Pract 1988;19:454–458.

8- Bernsen A, Tabachnick BG, Pope KS. National survey of social workers sexual attraction to their clients: results, implications, and comparison to psychologists. Ethics Behav 1994;4:369–388.

9- K. Fountoulakis, K. Kogiopoulos, I. Nimatoudis, A. lacovides, T. Nikolaou, Ch. lerodiakonou The concept of mental disorder in Greek cinema. Acta Psychiatr Scand 1998: 98: 336-340.

 

 

Psikoloji