Tablo: Le Verrou, Jean-Honoré Fragonard, 1777.
Sevgiden ve aşktan ne anlıyorsunuz?
Aşk, sevginin özel bir biçimidir. Uygar insan canlısının karşı cinsten birine duyduğu “tutkulu" ve "tutuklu” sevgisidir. Öyleyse bir de sevgiyi tanımlamak gerek. Sevgi, öznenin çevresiyle kurduğu “olumlu” ilişkinin yarattığı duygu durumudur (bence). Sevginin ve aşkın bulabildiğim en kısa (minimum) tanımları bunlar.
Sevgi ve aşk tanımlarını üst üste koyalım. Örtüştükleri ve örtüşmedikleri noktaların bulunduğunu görürüz. Ayrıca aşkın sevgiye ters düşen bir boyutu da görünmektedir. İnsan tutkulu ve tutuklu bir duyguyla, çevresiyle her zaman "olumlu” bir ilişki kuramaz. Bazen sevgisi tutukluk yaratır, hiç ilişki kuramaz. Sevdiğini yüceltip, kendisini cücelttiğinde, böyle bir tutukluğa uğrayabilir. Böylesine “taşkın” bir duyguyla kurduğu ilişkiler, bazen “olumlu”, hatta “doyumlu” olabilir. Bazen kurduğu ilişki, sağlıksız bir biçim alabilir. “Doyumsuz” sonuçlar doğurabilir. (*) Kişiyi dengesiz ilişkilere sürükleyebilir. İlgisi, sevdiği üzerinde denetleyici bir biçime girebilir. Hatta sahiplenici bir biçim alabilir. Kısacası aşk, kişinin kendi öznelliğini yadsımaktan, sevdiğinin öznelliğini yadsımaya dek uzanabilir. Sevdiğini, sevgisinin ve cinsel gereksiniminin bir aracı olarak görebilir. Böylece sevdiğini nesneleştirme, ilişkisini metalaştırma sonucuna varabilir.
Bütün bunlara “olumlu” ilişki demek olanaklı mı? Bu olumsuz ilişkilerin (sanat, edebiyat, düşünce vb. alanlarda) süblimasyon (yüceltme) yoluyla, olumlu (yan) ürünleri doğabilir. Ama bu yan ürünlerin bile “çarpıklık” taşıması çok olasıdır. Kaldı ki burada, aşkın yan ürünlerinden çok temel ürünle ilgilenmekteyim.
Aşkın, kopkoyu bir tutku, sımsıkı bir tutukluluk, çırılçıplak bir bireysellikle damgalı bu yönlerini göz ardı edemeyiz. Onun olumlu yönlerinin sunuculuğunu yapan çok. Ben, pek değinilmeyen olumsuz yönlerini göz önüne almıştım. Hatta aşkı daha çok olumsuzlukların nitelediği sonucuna varmıştım. Bunun üzerine (kitabımda) Ozmos Kronos’ta aşkı, “sevgiyi sömüren toplumsal (kökenli ve çaplı) bir hastalık” olarak tanımlamıştım. Genç okurlarımı üzmüş, incitmiş olmalı bu tanım. Hele sevdikleri (ni sandığım) bir “hoca”larından okumuş olmaları. Yakaladıklarında soruyorlardı, bununla ne demek istediğimi. Aslında sormaktan çok katılmadıklarını (incelikle) dile getirmekti amaçları.
Öyle ya, bütün ilişkilerin “çıkar” bağlantılı metalaştırıldığı bir çağda yaşıyorduk. Herkese, güvensizliğin, yarışmanın yarattığı, düşmanlık, nefret, sevgisizlik duyguları egemendi. Çıkara dayanmayan, karşılık beklemeyebilen tek duyguydu aşk. Sevgiye dayanan tek ilişki olarak bir aşk kalmıştı ellerinde. O da alınırsa, bebeği elinden alınmış, yere çalınmış bir çocuğun durumuna düşmez miydi insan? Bu yüzden onlara (da) hak veriyordum. Ama kafamda da aşka ilişkin çözümlemelerim sonucunda ulaştığım “yargılar” vardı. Söz konusu yargılarımı sarsacak düşüncelerle karşılaşmadan susamazdım. Onların yerini alacak yeni yargılar geliştirmeden, gençleri kırmayacak biçimde konuşamazdım, yazamazdım.
Derken, bundan (1995 baharından) iki yıl kadar önce, kendimi o gençleri daha iyi anlayacak bir durumda buldum. Yaşıma yakışmayan duygulara kapıldım. Başıma yakışmayan davranışlarda bulundum. Açıkçası, torunum olabilecek yaşta bir insana ilgi duydum. Bu yüzden utanmadım, duygularımı bastırmaya kalkmadım. Böyle bir çarpıklığı, başka bir çarpıklıkla ezip yok etmeye çalışmamı engelleyecek değerlerim vardı. Bir kez “günah” duygusundan kendimi kurtarmıştım. Ama yerine, “hiçbir insanı araç gibi görmemek” ilkesini koymuştum. Kimseye (bilerek, isteyerek) zarar veremezdim. Bu, o kimseye karşı davranışlarımı denetleyen bir sigorta idi. Ne ona, ne kendime, ne üçüncü kişilere, bilmeden zarar vermemek için ise, “bilmek” gerekliydi. Bu duygu, bu ilişki nedir, bilmek istedim. Hatta bu yolda arkadaşlarımın yardımını istedim.
Aşk nedir?
“Torunumdan” umduğum ilgiyi göremeyince, bir Ege kasabasına savruldum. İki erkek iki kadından kuruluydu grubum. İki ayrı cinsten iki genç ile iki ayrı cinsten iki (orta) yaşlı idik. Dolayısıyla, aşk duygusunu ve cinsler arası ilişkiyi çeşitli boyutlarıyla inceleyebilecek bir örneklem oluşturuyorduk. Gündüzlerimizi, tarihsel, turistik yerlere geziler alıyordu. Sabah ve akşam dolaşmalarımızda, aşk üzerine konuşmayı önerdim. Antik tiyatro amfisinin taş basamakları ile kıyının sarp kayalıkları arasında mekik dokuduk. Mekik dokurken, bir hafta boyunca bu konuyu tartıştık durduk.
Not tutarak işi yapaylığa dökmek istemedim. Bu yüzden yaptığımız çözümlemelerin, vardığımız yargıların ayrıntılarını aklımda tutamadım. Ama belli başlı yargılarımızı (özellikle kendiminkileri) aklımda tuttum.
Aşk bir hastalık mıdır, bir esriklik midir?
Benim yorumum hazırdı. Bana göre aşk bir hastalıktı. Yoksa bunlar başıma gelmezdi. “Alabora” olmazdım (böyle özetliyordum durumumu). Bu yargıya psikoloji bilgimden hareketle varmıştım. Uygar insan, çeşitli (öteki memeli hayvanlarınkinden çok daha çeşitli) gereksinimleri olan (örneğin memelerini sutyenle kapatan) bir canlı idi. Gereksinimlerinin, en doğal ve en zorunlu olanlarının ön safları aldığı hiyerarşik bir sırası vardı. Ancak, gereğince karşılanamayan bir gereksinim, sırasından çıkıyordu. Önündekilerin sırtlarına basa basa tırmanışa geçiyordu. Böylece en ön sıraya kurulabiliyordu. Bu yolda, insanın fizik, psikolojik ve düşünsel enerjisinin büyük bir bölümünü sömürebiliyordu. Psikolojide buna, karşılanamayan “gereksinimlerin yeğinleşmesi” deniyordu. Bu olgu, tutkuların (ihtirasların) kaynağıydı. Bunu herkes biliyordu da, söz konusu duygu aşk ise, kimse onu “hastalık” saymıyordu. Benim yaptığım tanı bile değildi. Hastalığın adını koymaktan başka neydi ki?
Hastalık, insanın fizyolojik varlığında görülen bir dengesizlik olarak tanımlanabilir. Buna bakarak, psikolojik varlığındaki dengesizlikler de hastalık sayılmalıydı (ki aşk dışındaki ve düzenin “sınırsız mal mülk edinme tutkusu" gibi hoş gördükleri dışındaki tutkular, hastalık sayılır). Ama bu hastalık kategorisinin ayırıcı özelliğini belirten sıfatı da konmalıydı: “Psikolojik rahatsızlık” (insanın “düşünsel varlığı”nın hastalıklarından da söz edilebileceği üzerine Bilim ve Ütopya sayı 4’teki yazım, sayı 5’te tepki almıştı).
Ayrıca söz konusu psikolojik rahatsızlığın (aşk hastalığının) düşünsel uzantıları da oluyordu. Olgular çarpık algılanıyordu. Doğru yorumlanmıyordu. Sağlıklı yargılara varılamıyordu. Dolayısıyla uygun tepkilerde bulunulamıyordu. Yanlış davranışlara yol açabiliyordu. Sonuçta “davranış bozuklukları”yla karşılaşabiliyorduk.
Bu yorumum, gruptaki genç bayan arkadaşımızı üzmüş olmalı. Ama o akşam karşı çıkmadı. Gece uyuyamamış olsa gerek. Sabahleyin karşılaşır karşılaşmaz “gel şuna hastalık değil ‘esriklik’ (sarhoşluk) diyelim” dediğini anımsıyorum. Güzel bir buluş (ya da kaçış) idi. Ancak esrikliğin geçici, aşkın çok daha kalıcı bir duygu durumu olduğunu söyledim. Ayrıca, bu hastalığın, kendisi zamanla sağaltılsa bile (ileride değineceğim) sağaltılamayan uzantılarının, izlerinin kalabildiğini ekledim. Onu esriklik saymak aşkın “olumsuzluğu” görüşünün bir versiyonu olarak görülebilirdi. Ama aşkın olumluluğu görüşü içinde de algılanabilirdi.
Aşk insanı kendine yeterli mi yetersiz mi kılar?
Genç erkek arkadaşımız, aşka olumlu bakıyordu. Yanlış anlamamışsam O’na göre aşksız insan “tam insan” değildir. Eksik insandır. Yarı insan yan hayvandır. Karşı cinsten biriyle aşk ilişkisi, onu tamamlar, insanlaştırır. Hatta kendisini ve sevdiğini “üst insan”a taşır. Kendine yetersiz bireyi, kendine yeterli, yaratıcı bir üst varlığa dönüştürür.
Biyolojik yeterlilik, peki (onun bile başka yolları var ya neyse). Ya düşülen psikolojik yetersizliğe ne demeli? Tutkunun kişiyi yalnız yaşayamaz duruma düşürmesi. Öte yandan, karşı cinsten biri ile tartışmalardaki düşünsel yaratıcılığı yadsıyamam. Hele aşk ve sanat üstüneyse!
Aşk insan ilişkilerinin en önemlisi midir, yalnızca biri midir?
Grubun (orta) yaşlı bayan üyesi arkadaşımız, aşka yüksek bir statü tanımıyordu. Ne de onun rütbesini (benim gibi) indiriyordu. Aşkı, çok çeşitli insan ilişkilerinden biri olarak görüyordu. Öteki ilişkiler gibi olumlu ve olumsuz yönlerinin bulunduğunu söylüyordu. Güzel ya da çirkin bir ilişki olarak kurulup geliştirilebileceğine dikkati çekiyordu. Güzel yanlarının yakalanıp, çirkin yanlarından sakınılmasını öğütlüyordu (Gene yanlış anlamamışsam, yanlış anımsamıyorsam).
Aşkın özel kuramları
Kadın erkek ilişkisinin, aşkın, daha birçok yönlerini tartıştık. Gezinin sona ermesiyle birlikte diyaloğumuz koptu. Tartışmalarımız sona ermiş oldu. Ama kafamdaki tartışma bitmedi. Arkadaşlarımın görüşlerini evirip çevirdim. Özellikle aşkın "olumlu” yanlarına yaptıkları vurguları irdeledim. Bunlar benim (içinde bulunduğum olumsuz koşulların ürünü olabilecek) aşkın "olumsuzluk" kuramımın geçerlilik sınavını oluşturabilirlerdi. Ya da onun eksik yanlarını tamamlıyor olabilirlerdi.
Kafamdaki tartışma bitmedi dedim, çünkü içinde bulunduğum duygusal durumdan çıkabilmiş değildim. Üzerine düşünsel eğilme ile, tanısını koyma ile, çıkabilecek durumda değildim. Kaldı ki ilgim az çok karşılığını almaya başlıyor gibiydi. Olumlu bir raya oturuyor görünmekteydi (Fırtına öncesi sessizlik gibi). Bunun üzerine hemen “olumluluk" kuramları geliştiremezdim. Olumlu olumsuz yanlarını ele alarak çözümlemelerimi sürdürdüm. Olumlu, olumsuz gelişmeler üzerine, ilgili duygularıma ve davranışlarıma düşünsel kılıflar uydurmaya çalıştım. Bir yandan da aşkı “nesnel” çözümleme çabasındaydım. Ve aradan geçen iki yıl içinde, aşkın çeşitli yönleriyle ilgili çeşitli görüşler geliştirdim: Hemen belirtmeliyim ki bunlar, aşkın “genel kuramı”nı oluşturmamaktadır. O ya da bu yönüyle ilgili özel (kısmi) kuramlardır (O da ne kadar kuramsalar):
Aşk bir özgürleştiricidir ve bir tutsaklaştırıcıdır
Aşk toplumsal kültürel kaynaklı psikolojik bir olgudur. Ama kökeninde biyolojik evrim döneminde gerçekleşen cinsel farklılaşma yatmaktadır. İnsan, eşeyli üreyen canlılardandır. Bu onun doğasıdır. Biyoteknoloji onu aşıncaya kadar doğası olarak kalacaktır. Birey insan, bilincinde olarak ya da olmadan, üreme ile sonuçlanabilen cinsel gereksinimini karşı cinsten biriyle birlikte karşılayabilmektedir.
Bunun, insan türünün evrimine, çeşitlendirici, güçlendirici, geliştirici katkıları olmuştur. Aynı ana ve babadan bile olsalar, yavrular, farklı genleri “seçebilmektedirler.” Çeşitli genlere sahip bireylerin varlığı, türün değişen çevresel koşullara uyarlanması şansını yaratmaktadır. Bu, eşeysiz üreme nedeni ile genlerini olduğu gibi çocuklarına aktaran türlere göre büyük bir avantaj (üstünlük) oluşturmaktadır. Özdeş genetik yapılı üyelerden oluşan bir popülasyon, radikal çevresel değişikliklere uyarlanamayıp, toptan yok olma riski altındadır. İnsan topluluklarında ise (öteki eşeyli üreyen hayvan topluluklarında olduğu gibi) farklı genetik özelliklere sahip üyelerden biri ya da birkaçı, kazara, değişen koşullara uyum sağlayabilecek genlere sahip olabilir. Ötekiler yaşayamasa da topluluk, varlığını bu üyeleri çizgisinde sürdürebilir.
Bu ve genetik zenginlik, varlığı sürdürme (survival, yani yaşarkalma) şansını yükseltir. Çevresel koşulların olumsuz etkilerinden korunma olanağı yaratabilir. Ve çevresel koşullardaki çeşitlilikten daha fazla yararlanma fırsatı verebilir. Tüm bunlar, cinsel farklılaşmanın özgürleştirici sonuçlandır. Hatta sürü hayvanlarında görülmeyen “bireylik” bilincinin bile, bireyler, kardeşler arasında cinsel vd. farklılıkların ayrımına varılmasıyla “başlamış” olacağı söylenebilir. Madalyonun bir yüzü bu.
Madalyonun öteki yüzü, sizin karşı cinsten birine gereksinim duymanızdır. Cinsel gereksiniminizi (mastürbasyon, homoseksüel ilişki gibi “taklit” yolları dışında) başka yolla karşılayamayışınızdır. Bu yüzden karşı cinsten olanlara “bağımlı” bulunmanızdır. Bağımlılık ise insanı “kendine yetersiz” duruma sokar. “Özerk” olmasına olanak tanımaz. İnsanın “özgürlüğünü sınırlar.” Giderek onu “tutsaklaştırabilir." Bu yüzden öteki koşullar bir yana, salt erkek ya da dişi olduğumuz için tam özgür olamayız. Aşkın tutsaklaştırıcı etkileri kolaylıkla, bu biyolojik temel üzerinde yükselebilir.
Aşk, sürü yerine sürüden birine dönüştürür
İnsan, ilkel topluluktan, hele ilkel sürüden ayrıldığından beri, sürüsünü yitirmiş kuzu gibidir. Sınıflı, eşitsizlikçi, bireyci, uygar toplumda, sürünün (genetik doğasına, türün psikolojisine sinmiş olabilecek) sıcaklığını özlemektedir. Soğuk, gergin, güvensiz ilişkiler içindeki yalnızlığın karşıtı bir durumu anlatmaktadır “sürünün sıcaklığı” kavramı. İnsan bu özlemle sürüyü aramaktadır. Bulamayınca, sürünün yerine sürüden birine koşmaktadır.
Cinsel çekim, o kimsenin, sürünün karşı cinsten bir temsilcisi olmasına yol açmaktadır. Bunun, kişinin sürüye benzer (spor, kültür, politika vb.) gruplara girmesini de az çok engellediği unutulmamalıdır. Söz konusu girişimi başarıyla sonuçlandığında, sürüye değil, sürüden birine takılmış olmaktadır. Sürününki- ne benzer ilişkileri, şöyle bir tatmaktadır. Ağzına sürülmüş bir parmak bal ile yetinmek zorundadır.
Bu, daha ötesini uman insanda düş kırıklığı yaratabilmektedir. İlişkisi, bireyci ilişkilerin özel bir türüne dönüşebilmektedir. Sürünün sıcaklığına, ancak kalabalık aileler kuranlar ulaşabilmektedir. Eğer, bireyci toplumun ailenin üye sayısıyla birlikte geometrik diziyle artan sorunlarından fırsat bulabiliyorsa! Kısacası, aşkın kaynaklarından biri, hiçbir zaman ulaşılamayan sürü özlemidir.
Aşk, batış ile sonuçlanabilen bir kurtuluş umududur
Sınıflı, uygar, çağdaş toplumda, görünüşe bakılırsa, her insan bir bireydir. Özgürdür ve geleceğini özgürce (dilediğince) kurabilir. Bu, insanı özgürlük düşünden ve kurtuluş umudundan başka bir sonuca götürmeyen bir mitos olarak kalır çoğu kez. İnsan bir süre sonra toplumsal, sınıfsal, yerel, eğitsel vb. sınırlılıklarının ayrımına varır (ya da varmaz). Varsa da varmasa da, sınırlılığın sıkıntısını duyar. Yaşamını zenginleştirme, özgürleştirme girişimleri, art arda sonuçsuz kalır. Giderek günlük, haftalık, aylık, yıllık rutinlere takılır. Onların kısırdöngüleri içinde dolanır durur; bunalır.
Derken, bu kısır döngüden, karşı cinsten biriyle ortak yaşam (sybiosis) yoluyla kurtulabileceği umuduna kapılır. Bu, fizikte nesnenin, onu bir yöne çeken bir güç yerine, iki farklı yöne çeken iki gücün etkisi altında yön değiştirmesine benzer. Yeni yönü, güçlerin bileşkesini gösteren ok boyunca olacaktır. Aşk, benzer biçimde, bireysel yaşamların rutinini kırarak, insanı özgürleştirebilir.
Ancak, ortak yaşamın da yeni bir rutine düşme olasılığı her zaman vardır. Serüven, sürtüşme dönemi bitip dengeler kurulduğunda, bu olasılık artacaktır. Ve söz konusu yeni rutinden kurtulmak, çok daha güç olacaktır. Değişmeye, kişilerin kendileri dışında, eşlerinin tutucu güçleri karşı çıkacaktır. Aşkın yarattığı kurtuluş umudu, bu durumda daha büyük bir umutsuzlukla sonuçlanabilir. Kişi, tek başına yaşamında, karayolundaki araç gibi arada bir şarampole, park yerine girebilecek konumdadır. Ortak yaşamla, demiryolunun raylarından ayrılamayan treninkine benzer bir rutine düşebilir. Bu, tam bir umutsuzluğa, bir batışa dönüşebilir.
Aşkta ayrılık ölüme denktir
Bu batıştan her zaman “ayrılış” ile kurtulunabilir mi? Nerede! Kendisini başka bir batış bekleyebilmektedir. Batış sözüyle, kendisi üzerindeki denetimini de yitirip, kendisine, rakibine, sevdiğine zarar verebileceğini anlatmak istiyor değilim. Amacım, aşkı bir kimsenin karşı cinsi temsil eden herhangi biriyle kurabileceği ilişki olarak görmemin, olgusal düzeyde gerçekleşmeyişine bir kılıf bulmaktır. Dikkati çekmek istediğim nokta, seven insanın ayrılışı kabul edememesidir. Dünyada başka kadın (erkek) kalmamış gibi tek bir kişide gönül diretmesidir. Koşullar onu gerektirse de, bu onun daha yararına da olsa, artık sevilmiyor olsa bile, ayrılmayı içine sindirememesidir. Sindiremeyişinin, alışkanlık, prestij vb. nedenleri olabilir. Ama ben, daha genel, daha derin bir nedeninin bulunduğu sanısındayım.
Gençliğimde, arkadaşımın ikizlerinden birinin “öldürsen konuşmamak” gibi bir psikolojiye girişini anımsıyorum. Atalay Yörükoğlu’na göstermiştik. Babasının (master yapmak için) gidişini, onun “ölümü” olarak algıladığı tanısına varmıştı. Kendisine katılmamıştım. Ama bu tanı, yıllar sonra, kendi ayrılışımı sindiremememi açıklamama yaradı: Kişi öldüğünde, çevresindeki, diyelim on kişi ile kurduğu insanca yakın ilişki sona ermektedir. Ayrıldığında, biriyle ilişkisi (onu ölene dek görmeyebilecek biçimde) kesilmektedir. Bu, “onda bir” ölüm demektir. Ölümünü çağrıştırmakta, ölüme karşı gösterilene benzer bir tepkiye yol açmaktadır. Onca şarkı, türkü sözünde, ayrılığın ölümden beter olduğu söylenir de inanmazdım. Bir farkla ki, ayrılışta, dönüş umudu ölmez. Bu umudun da etkisiyle olsa gerek, ölümü sindirebilmekte, ayrılışı içimize bir türlü sindirememekteyiz.
Aşk, cinsel gereksinimi güvenceye alma çabasıdır Yeniden klasik psikoloji kuramına dalıp, ondan aşk adına bir inci daha çıkaracağım. Bu kurama göre (yeterince) karşılanamayan gereksinimlerle ilgili istekler tutkulaşır ve tutkallaşır. Ketlenen (engellenen) istekler insanın (ilgili) psikolojisini bozar. Nevrozlara (huzursuzluk, sinirlilik durumlarına) yol açar. Psikozlara (hastanın, hastalığını bile kabule yanaşmadığı psikolojik rahatsızlıklara) varabilir. İş bununla bitseydi gene iyi. Ketlenme kalkar kalkmaz, nevroz da ortadan kalkardı. Söz konusu gereksinimler düzenli karşılanmaya başlar başlamaz, psikozların sona ermesi gerekirdi. Aç aslan avını yer ve saldırganlığı sona erer. “Güvensizlik” duygusu içinde bulunmadığından, bunun yol açtığı korkuya düşmez. Ve yeniden acıkıncaya dek, korkunun yol açabileceği türden bir saldırganlık tepkisi göstermez.
İnsan davranışı söz konusu olduğunda, gereksinim, ketlenmişlik durumu ortadan kalksa da, tutkuların, monomanik davranışların sürebildiğini görüyoruz. Bu duruma aşkta da tanık oluyoruz. Durumu kavramamıza yardımcı olacak anahtar kavram “güvenlik.” Ya da onun bulunmadığı durumda duyulan “güvensizlik” duygusu.
İnsan, hayvandan farklı olarak, yalnız “an” içinde değil, “geçmiş zaman içinde” ve gelecekte de “yaşar.” Korku duygusu + bellek kutusu, insanın, yaşadığı an içinde, yaptığı sürekli çağrışımlarla, geçmişi de yaşamasını sağlar. Geçmiş yaşamlarını (kafasında) yeniden yaşamasına yol açar. Umut duygusu + geleceğe ilişkin düş gücü ise, an içinde yaşarken (düş gücüyle) sık sık geleceğe de uzam vermesine yardımcı olur.
Bunu cinsel gereksinimleri alanında da görürüz. Karşı cinsten kimselerle insan ilişkileri kurma özleminde de gözlemleriz. Kısacası insan, hayvan gibi o gün için gereksinimlerini karşılamakla yetinip dinginliğe ulaşamaz. Dünü çağrıştırdığında gereksinimlerini karşılayamadığı anlarda çektiği acıları anımsar. Yarınını düşündüğünde, gereksinimlerini gelecek günler için de karşılayıp karşılayamayacağının tasasına düşer.
Yarınının olanaklarını o günden yaratmanın yollarını araştırır. Mülkiyet duygusunun kökeninde (öteki sosyolojik, tarihsel koşullar yanı sıra) psikolojik düzeyde, bir de bu duygu vardır. Aşkın kökeninde de (gene öteki etmenler yanı sıra) sahiplenme isteği ve güvensizlik duygusu yatmaktadır. Kısacası aşk, cinsel gereksinimlerimizi yarın için de güvenceye almak çabasıdır.
Bunu “keşfetmem", cinsler arası ideal davranışlara ilişkin görüşlerimde bazı düzeltmeleri gerektirdi: Taraflar ilişkilerinde “hiç ayrılmayacakmış gibi davranmalı; ama birbirlerinden yarın ayrılacaklarmış gibi alacakları verecekleri kalmamalı.” İlişkilerinde, karşılık beklenmeyen türden ve karşılıklılık ilişkileri kadar yoğun edimler bulunmalıdır.
Ama ayrıldıklarında (başkalarıyla ilişki kurana dek) birbirlerine tutukluluk duymayacak biçimde dengeli bir psikoloji tutturabilmelidirler. Daha önemlisi, kendilerini haksızlığa uğramış, aldatılmış, kazık atılmış, sömürülmüş duymalarına yol açmayacak türden bir “karşılıklılık ilişkisi’” geliştirmiş olmalıdırlar. Birbirlerinden aldıkları hiçbir şey “kazanılmış hak”, “alınmış kredi” olarak görülmemelidir. İlişkilerini her gün sıfırdan örmeye başlamalıdırlar, diyordum. Kısacası, birbirleri üzerinde ileriye yönelik “yatırımlar” yapmamalıdırlar. İlişkileri iflas edip yatırımdan umdukları kazançları gerçekleştiremeyince, kendilerini (ya da eski ortaklarını) balkondan aşağı atmaya kalkmamalıdırlar(!) diyordum.
Artık demiyorum. Sevgi ilişkilerinin "her an bitebileceği” varsayımı üzerinde sağlıklı bir psikolojinin gelişemediğini, kendi deneyimimde yaşadım. Ve bunun nedenini bugün, yukarıda işlediğim “gereksinim ile güvenlik ilişkisi” çözümlememin yardımıyla anlayabilmekteyim. Öyleyse taraflar, birbirlerine, öteki koşullarda (yıldırım aşkını da içerebilen) köklü bir değişiklik olmadıkça, ilişkilerinin yakın gelecekte de süreceği yolunda (güvence değilse bile) umut verecek biçimde davranmalıdırlar. Böyle davranıldığında, güvenlik içinde yaşanılan günlerden sonra bir ayrılık gelebilir. Gelirse böyle bir ayrılık (ender görülen bir yıldırım aşk ile birlikte gelse bile) sindirilemez bulunmayacaktır. Bir yıldırım düşmesi gibi olağan, katlanılabilir bulunacaktır. Ağız tadıyla yaşanan günler yanlarına kâr kalacaktır.
Aşkın düzeneği, ideolojinin düzeneğinden farksızdır
İdeolojinin düzenekleriyle aşkın düzenekleri arasındaki benzerlikler, beni şaşırtmıştır. Bir arabeskte “bir tanrıyı bir de beni sakın unutma” deniyordu: Bir kutsala bir kutsalın ilişkilendirilerek, onun yüceltilmesi. Komşunun çocuğu, daha Allah nedir aşk nedir bilmezken, zamanın “yarabbi bu ne büyük aşk” gibi bir şarkısını söylemeye çalışıyordu. Sabah andında, birinci sınıf öğrencisinin, kendi varlığının bilincine varmadığı bir yaşta, varlığını, ne olduğunu bilmediği “Türk varlığına” armağan (kurban) etme sözünü verişi gibi. Âşıkın maşukuna, kendini ölene dek adadığını söylemesi: Roller, daha o rolü oynama yaşına ve başına gelmeden, koşullandırılarak öğretiliyor: “Zil koşullandırma ise dil de koşullandırmadır." Kişi, bu nedenle, o rolü oynama yaşına gelince (hatta gelmeden) oynamak için can atar duruma getiriliyor. Söz konusu rolün kendi yapısına, değerlerine, koşullarına uygun olup olmadığını irdelemeden, rolü havada kapıyor. Âşık rolünü de kendini ve karşısındakini ince eleyip sıkı dokumadan, otomatik olarak oynamaya başlayabiliyor.
İdeolojik endoktrinizasyon (öğreti aşılama) seline benzer bir telkin süreci, kadın erkek ilişkileri alanında da işliyor. Sanatın, edebiyatın içeriği, yüzde doksan aşk. Cinsel gereksinimlerin cinsel olgunluk yaşına ulaşıldığında karşılanmasına izin vermeyen bir toplum, onun sözel düzeyde dile getirilmesine ses çıkarmıyor. Bu noktada bir güvenlik supabı konularak, baskıların patlamalar yaratması önlenmeye çalışılıyor. Hatta, platonik düzeyde işlenen bir “aşk ideolojisi” ile kişi, aile kurumuna yönelişe yardımcı olacağı için olmalı, kışkırtılıyor.
Aşk sistemleri
Aşkın kredi sistemi
Evlilik öncesi cinselliği bastıran toplum, aşka sonsuz bir kredi açmış. Kişi de bu krediyi sevdiği kişiye açıyor. Ona, daha onu (yeterince) tanımadan bir çek defteri uzatıyor. Aynı şeyi sevdiği kendisine yapabiliyor. İlişkiler ilerledikçe, krediler savurganca kullanıldıkça, kredi limitleri, genellikle düşürülüyor. Ender olarak düşürülmüyor. Çok daha ender olarak, tarafların ilişkiye olumlu katkılarıyla, yükseltilebiliyor. Kredilerin, ilişkiye hiçbir katkıda bulunulmaksızın kullanılması durumunda krediyle birlikte sevgiler sıfırlanabiliyor. Ve ondan sonra birbirlerine (ya da taraflardan birinin ötekisine) borçlanması dönemi başlıyor. Borçlanmayla birlikte ise, nefret, hatta düşmanlık artabiliyor.
Aşk ideolojisinin “kredi sistemi” böyle işliyor. Bunun bilincine varmak “krediyi ben açtım ben kapatıyorum” diyebilme olanağını yaratabilir. Böylece bizi “aşk oyunu”nu fazla ciddiye almanın yol açabileceği düş kırıklığından koruyabilir.
Sevginin emek sistemi insan ilişkilerinde olduğu gibi cinsler arası ilişki de, “emek sistemi” ile kurulup geliştirilebilir diyorum. Bugünlerde böyle bir yaklaşımı yaşama geçirmeye çalışıyorum. İnsan, herhangi bir “rastlantıyla” ya da “kasıtla”, daha çok da “fizik yakınlık” ile, karşı cinsten biriyle bir arkadaşlık başlatabilir. Birbirlerine sıfırdan hesap açabilirler. Ve defterlerine, sevgi ilişkileri için gösterdikleri istek ve çaba, döktükleri “emek” ölçüsünde “değer” yazabilirler. Böyle bir anlayış ve davranış, kredi sisteminde görülen türden düş kırıklıklarına, sömürülere yol açmayacaktır. Bu sistemde taraflar birbirlerini sahiplenmeye kalkmayacaktır.
Aşkın fizyolojik psikolojik düşünsel dönüşümleri
Aşka iyi bakın. Nasıl bin kılığa girerek karşımıza çıkabiliyor. Yardımlaşma, acıma, dayanışma duygularını giyinebiliyor. Yaşınız küçük mü, sizi çocuk rolü oynamaya yönlendirebiliyor. Büyük mü, hoca, hatta baba rolüne yöneltebiliyor. İlginizi, sanat, spor, düşünce vb. alanlarında başarılar kanalıyla, dolaylı yollardan sevdiğiniz kimseye ulaştırmaya çalışabiliyor. Bu yolda sanatçı, sporcu, düşünür olmaya kalkabiliyorsunuz.
Eski Yunan mitolojisinde Alkyoneus adında bir kahraman vardır. Efendisi olan Deniz’in, Poseidon’un sırlarını ondan öğrenmek ister, denize çıkarlar. O, ateş, su, yılan vb. biçimine girerek, kılıktan kılığa geçer. Böylece ellerinden kurtulmayı başarır. Aşkın da bin bir kılığa girebilen Alkyoneuscu bir karakteri var [Ben bu metaforu daha önce bir yerde (Yazın dergisi, sayı 61’de “Gerçek, Düşsel, Dinsel Topluluklar” yazımda da) kullanmıştım ya neyse]. Aşk, her kılığa girebiliyor da, gerçek kimliğiyle neredeyse hiç çıkmıyor karşımıza. Gerçekten, kim üremek amacıyla âşık olup sevişiyor ki? Bu niteliğinden dolayı aşk, kimilerine amacını gizleyen bir sahtekâr gibi görünebiliyor. Ya da kişiyi, türün, toplumun yararına (elma şekeriyle kandırarak) harcayan bir tarih canavarı. Yoksa, seven, sevişen kuklaların gerisinde, onları yöneten erekli bir varlık mı var? Gizemli bir güç mü var? Söz konusu niteliği, çoğu düşünürü “aşkın metafiziği” denen şeyle uğraşmaya itmiş. Ben fiziğini, kimyasını ortaya çıkarabilmek isterdim. Bugünkü bilimin düzeyiyle olanaklı görünmüyor. O zaman, nedenlerden değil, görüngülerden, görüntülerden yola çıktım. Aşkın psikolojisini, sosyolojisini yapmaya çalışmakla yetindim. Ortada “psikopatolojik” bir olgunun bulunduğu sanısına vardım.
Aşkın altındaki fizyoloji ve ideoloji
Öyle sanıyorum ki bu psikopatolojinin altında bir fizyoloji yatmakta. Ve üstünü, bir “ideoloji” kapatmakta. Pek çok kişi, aşkın çeşitli görünümlerini tanıyamıyor. Hatta kendisinin ilgili duygularının ve düşüncelerinin kaynaklarını anlayamıyor. Bu gerçeğin temelinde, fizik bir olgunun fizyolojiye dönüşmesi yatmakta. Fizyolojik olguların psikolojik uzantılarının bulunduğu; psikolojik olguların ideolojiye dönüşebilmesi gerçeği uzanmakta.
Fizyolojiden psikolojiye, psikolojiden ideolojiye dönüşüm.
Söz konusu dönüşüm sonucunda, fizyolojik bir nedenin (diyelim aktif hipotroidin) ideolojik bir sonul üründe (diyelim ki şoven bir ulusçulukta) kendini ortaya koyabildiği kimin aklına gelebilir? Temeldeki nedenler bilinmeyince, sonul ürün, gizemli bir olgu olarak görünebilir. Ya da hakkında metafizik açıklamalara başvurulabilir.
Aşkta da durum böyle değil mi? Temelinde DNA moleküllerinin, kimya yasalarına uygun biçimde, kendi kopyalarını üretecek yolda bölünmesi yatmakta. Ama bu fiziksel-kimyasal olgu, çokhücreli, organlaşmaya uğramış ve sinir sistemi merkezileşmiş bir canlıda, sürece cinsel simgelerin de karışabildiği çok karmaşık bir biçim alabiliyor. Çoğalma, üreme süreci öylesine dolaylı bir yol izleyebiliyor ki, başıyla sonu arasındaki değişmeleri izlemek olanaksızlaşıyor.
İdeolojiden fizyolojiye tersine dönüşüm
Aşkta fizyolojinin psikolojiye, psikolojinin “ideolojiye” (örneğin karşı cinsle ilgili olumlu, olumsuz yargılara) dönüşebilmesine ilişkin saptamamız, toplumbilimleri alanında başka olguları da kavramamıza modellik edebilir. Hele bu “dönüşme” ve “belirleme” sürecinin, aynı zinciri izleyerek tersine işleyebildiğini de kavrayabilmişsek. Gerçekten, kabaca, altyapının üstyapıyı “belirlemesi”; üstyapının altyapıyı “etkilemesi” biçiminde özetlenen fizik-fizyoloji-psikoloji-ideoloji dönüşümüdür söz konusu olan. Özel durumlarda ise, ideolojilerin (düşüncelerin) belli bazı psikolojileri (duygulan) beslemesi. Bu psikolojilerin belli bazı fizyolojilere etkide bulunması. Fizyolojilerin de, fizik sonuçlara yol açması gerçeklerini kavramamıza yarayabilir.
Aşk çiçek hastalığı gibidir, kendi geçer izi kalır
Aşk, çok nedenli bir olgudur. Ve çok görünümlü bir sonuçtur. Gene de temelinde, fizyolojik bir gereksinimin, zamanında ve gereğince karşılanamamasının (engellenmesinin, ketlenmesinin) yattığı söylenebilir.
Söz konusu fizyolojik gereksinim daha sonra düzenli olarak karşılanmaya başlanmış olsa bile, olay çoktan psikolojiye dönüşmüş bulunabilir. Patolojiye, örneğin cinsel soğukluğa, ya da tam tersine cinsel oburluğa yol açmış olabilir. Ve cinsel yoksunluk tehlikesi tümüyle ortadan kalkmış olsa bile, bu alışkanlıklar kendilerini, yeniden üreterek sürdürebilir. Bir zamanlar yaşanan cinsel ketlenme, kadın düşmanlığı, ya da tam tersine, erkeği aşağılayan bir radikal feminizme dönüşmüş bulunabilir (Bende ilgimin, gözlem yelimin kadınlara yönelik yapılanmasına yol açtı).
Kısacası aşk, çiçek hastalığı gibidir. Hastalık geçer, izi kalır. İnsanlık gün gelir, cinsler arası ilişkiyi özgürleştirip kolaylaştırabilir. O zaman da, biyolojik temellerini yitirmiş olsa bile (geçmişte sanata, kültüre dönüşmüş aşk) ortadan kalkmayabilir. Söz konusu kültürel geleneklerin etkisiyle, kendini daha bir süre yeniden üreteceğe benzemektedir. Kısacası, yakın gelecekte “psikopatlıktan” kurtulma umudumuz yok gibi (!)
(*) Liz Hodgins, Sex is not compulsory adlı (“Sevişmek zorunda değilsiniz: Cinsellik üstüne aykırı düşünceler” adıyla çevrilmesini önerdiğim) yapıtında, “cinsel” gereksinimi; doyuruldukça, azalacağına artan, karşılanması insanı dinginliğe ulaştırmayan, kısacası, doyurulamayan bir nitelik taşımasıyla, öteki doğal gereksinimlerden ayırır; hatta onu doğal gereksinim saymaz.
Bu sayı Bilim ve Ütopya'nın Temmuz 1995 sayısında yayımlanmıştır.