Atatürk Devrimi'nin felsefesi

Taner Timur, doçentlik tezi olan Türk Devrimi (1968) çalışmasını esas alan Türk Devrimi ve Sonrası (1971) kitabında, Atatürk Devrimini Pozitivizm ile ilişkilendirmektedir. Öte yandan, Suat Sinanoğlu L’Humanisme à Venir (1960) ve bu iki kitabın Türkçesi olan Türk Hümanizmi (1980) kitabında Atatürk Devrimini “hümanist” bir hareket olarak tanımlamaktadır. Daha sonra Bedia Akarsu (1962) ve Macit Gökberk (1983) Atatürk Devrimini hümanizm ile az çok özdeş sayılabilecek olan “Aydınlanma” kavramı ile tanımlayacaklardır. Benim burada yapmak istediğim, bu tanımlamalardan hangisinin daha isabetli olduğunu araştırmaktır.(1)

Pozitivizm (Olguculuk) nedir?

Tanınmış Fransız sözlüğü Petit Robert’e göre pozitif, “akla deney yoluyla kabul ettirilen” anlamındadır. Pozitivizm ise öncelikle “Auguste Comte’un pozitif öğretilerinin bütünü”, sonra da geniş anlamda, “yalnızca olgular bilgisini, bilimsel deneyi kabul eden her türlü öğreti” anlamına gelmektedir. Demek ki Pozitivizm deyince öncelikle Auguste Comte’un (1798-1857) öğretisi akla gelmektedir. Comte’un ardından, öğretisini izleyen, ondan etkilenen bir takım düşünürler de olmuştur: Claude Bernard (1813-1878), Emile Littré (1801-1881), Ernest Renan (1823-1892), Hippolyte Taine (1828-1893), Pierre Laffitte (1823-1903), Emile Durkeim (1858-1917), John Stuart Mill (1806-1873), Herbert Spencer (1820-1903).(2)

Comte’un Olguculuğu metafiziğe, tanrıbilime bir tepki sayılabilir. Ondan önce Alman idealizmi Fichte, Schelling, Hegel, Schleiermacher, Schopenhauer sayesinde metafiziği doruklara tırmandırmıştı. İdealistler bir bakıma Hıristiyan geleneğinin temel değerlerini, yani  dinsel değerleri, değişik biçimlerde de olsa bir ölçüde ayakta tutmak isteyen tutuculardı. Oysa Comte yalnızca bilimi, bilimsel yöntemi kabul ediyor, böylece felsefede çok kökten bir devrim gerçekleştiriyordu.(3) O daha da ileri gidiyor, bilim nasıl fizik yasalarını bularak fizik evrenini “çözüyorsa”, bilimin toplumun yasalarını da bulabileceğini ileri sürüyordu. Nitekim sosyoloji sözcüğünü de uydurarak, sosyolojinin (toplumbilim) kurucusu sıfatını almıştır.

Toplum yasalarını bulan toplumbilim sayesinde, tabiri caizse, “toplum mühendisliği” olanaklı olacaktı. Yani, daha iyi, daha ileri bir toplum inşa edilebilecekti. Ve asıl önemlisi, bu iş kavga gürültü olmadan, devrim yapmadan gerçekleştirilebilecekti. Çünkü 1789’dan 1815’e değin uzanan çeyrek yüzyıllık Fransız Devrimi süreci çok kanlı, çok ıstıraplı olmuştu. Onun için Fransa’da 1815’te başlayan karşıdevrim sürecinde hem Devrim, hem onun getirdikleri bir bir reddedilmiştir.

Reddedilenler arasında Devrim’in çok iftihar ettiği akılcılık, bilimsellik de vardı. İşte Comte, Fransa’ya, toplumbilim sayesinde devrim olmadan ilerleme olabileceğini söylemiş oluyordu. Nitekim Olguculuğun şiarı ilerleme (terakki) ve düzendi. Yani düzen içinde ilerlemek, devrim yapmadan ilerlemek.

“Abdülhamit istibdadı”na karşı 1889’da Askeri Tıbbiye öğrencilerinin kurduğu gizli örgütün adı “İttihad-ı Osmanî Cemiyeti”, yani Osmanlı Birliği Derneği idi. Söz konusu birlik dinleri, milliyetleri ne olursa olsun, Osmanlı uyruğu olan herkesin oluşturacağı bir birlikti. O zamanlar buna “İttihad-ı Anasır”, (unsurların birliği) de deniyordu. Aynı yıl Bursa’da Maarif Müdürü olan Ahmet Rıza, Fransız Devrimi’nin 100. yılını kutlamak için Paris’te kurulmuş Dünya Sergisi’ni görmek üzere Fransa’ya gitmişti. Ahmet Rıza bu yolculuktan geri dönmedi. Paris’e yerleşti. Orada yaptığı şeylerden biri de Pierre Laffitte’in öğrencisi olmaktı. Böylece sıkı bir “Olgucu” oldu. O sıralar

İttihad-ı Osmanî Cemiyeti ile temas kurdu. Anlaşılan, bilim sayesinde düzen içinde ilerlemek düşüncesi ona çok çekici gelmişti. Onun etkisiyle Cemiyet adını değiştirdi, İttihat ve Terakki (İT) Cemiyeti oldu. Ahmet Rıza uzun yıllar İT’nin Paris şubesi başkanlığını yaptı. Hürriyetin ilanı (1908) üzerine İstanbul’a döndü, mebus seçildi ve Meclis-i Mebusan başkanı oldu. Fakat kısa bir süre sonra İttihatçı önderlerle anlaşamadı, İT’den koptu. İT’de herhangi bir ağırlığı kalmadı.

Ahmet Rıza dışında Olguculuktan etkilenen Türkler: İlk Türk Olgucu, bilim için intihar eden Beşir Fuat(4), matematikçi ve Halide Edib’in ilk kocası Salih Zeki, Sevr’i imzalayanlardan “feylesof” Rıza Tevfik, Durkheim’dan etkilenen Ziya Gökalp ve gazeteci, siyaset adamı Hüseyin Cahit (Yalçın).

Burada, Comte’un insanlığın zihinsel gelişmesinin üç aşamasından söz etmek uygun olabilir. İnsanlık ilk önce tanrıbilimsel (teolojik) bir aşama geçirmiştir.

Bu aşamada önce cansız ve canlı bütün nesnelerin canlı, duygu ve düşünce sahibi sayıldığı görülür (fetişizm). Daha sonraki bir gelişmede çoktanrıcılık ortaya çıkar. Sonunda bu da tektanrılılığa dönüşür. Bunun ardından ikinci aşamaya, metafizik aşamaya gelinir. Burada Tanrı düşüncesi iyice somutlaşmıştır. Tanrıdan söz edilse de, o artık kişilerin yaşamları, yazgılarıyla ilgilenmez. Üçüncü aşama pozitif (olgusal) düşünme aşamasıdır. Bu anlayışta yalnızca olayların (fenomenlerin) yasallığı, görgül (ampirik) varsayım ya da yasalar söz konusudur. (5)

Hümanizm-Aydınlanma nedir?

Orta Çağ’ın sona erip Yeni Çağ’ın başlaması için verilen tarih 1453’tür. Orta Çağ’dan çıkmak devrimsel nitelikte büyük bir toplumsal dönüşümün gerçekleşmesi demektir. Bu devrimle feodal düzen son buldu, yerine kapitalist düzen geldi. Fakat Batı’da bu iş yüzyıllara yayılan bir sürecin sonucuydu. Süreç 1453’ten önce başladı, 1453 sonrasında da devam etti. Hatta bunun 20. yüzyılın başına değin sürmüş olduğu savlanabilir. 1453’ün gerisine baktığımızda, sürecin ilk kez İtalya’da hızlandığını ve 1300’den başlayarak, burada Rönesans’a (yeniden doğuş) yol açtığını görüyoruz.

İtalya’da Rönesans’ı oluşturan etkenler kabaca şunlardır:

  1. Akdeniz’de Doğu-Batı ticaretini (ipek ve baharat) yürüten İtalyan kentlerinin çok zenginleşmesi...
  2. Eski Yunan ve Roma’ya daha kapsamlı bir yönelme olması (yapıtların okunması, incelenmesi, çeviriler)...
  3. Yeni bir hayat felsefesi...

Son etken üzerinde biraz duralım: Yeni hayat felsefesi, Orta Çağ’ın hayat felsefesinin tersine, iyimser, bu dünyacı (laik), doğasever, bireyci oldu. Böylece en geniş anlamıyla insancıl ve doğal olanın kutsallığa ve öbür dünyacılığa yeğlenmesi ve yüceleştirilmesi başladı ve buna da “Hümanizm” dendi.

Rönesans’ın, Hümanizm’in çok kapsamlı sonuçları oldu:

  1. Üniversiteler gelişti ve bilimsel düşünce başladı. Skolastik felsefe gözden düştü.
  2. Edebiyat ve sanatın önemi artı, doğacılık benimsendi.
  3. Şövalyelik aşağılandı (Don Kişot). Kâr etmek için ticaret, iş yapmak makbul oldu.
  4. Devletlerin Papalığa ya da Mukaddes Roma-Cermen İmparatorluğu’na az çok bağımlı olması yerine bağımsız olmaları gündeme geldi. Roma Hukuku önem kazandı.
  5. Günah, cehennem korkusu azaldı.(6)

Rönesans, çağcıl (modern) dünyaya kapıların ardına dek açılması demekti.

İtalya’da başladı ama zamanla bütün Batı ve Orta Avrupa’ya yayıldı. 1450’de basımevinin icadı Rönesans’ın yayılmasını olağanüstü hızlandırdı.

Ne var ki, bir süre sonra Protestanlığın doğuşuyla, yani Reform hareketiyle bu olumlu gelişmeler karanlık bir gölgenin altına girdi. Bizde Reform olumlu, ilerici bir hareket olarak algılanır. “Ah, bizde Rönesans, Reform, Aydınlanma olmadı.” diye hayıflanılır. Oysa Reform sonuçta belki çoğulculuğa, hoşgörüye kimi katkılarda bulunduğu için olumlu sayılabilirse de, en az iki yüzyıl süren (1500- 1700) bir yobazlık ve kanlı kavga dönemine yol açtığı, Rönesans’ı kesintiye uğrattığı için de olumsuz olarak değerlendirilmelidir.

Reform, 1517’de Almanya’da Martin Lüter (Martin Luther) önderliğinde başladı. Katolik Kilisesi bölündü, Protestan mezhebi (mezhepleri) ortaya çıktı. Lüter’in niyetleri belki çok iyi idi. Katolik Kilisesi’nde ileri derecedeki hurafe, yolsuzluk, sömürücülükleri önlemeye çalışıyor, Kutsal Kitap’a dönüşü savunuyordu. Ama, dediğim gibi, iki yüzyıl boyunca Avrupa’nın altı üstüne geldi, çok kanlı mücadeleler oldu. Lüter yobazdı. Akılcılığa karşıydı. “Akıl, şeytanın orospusudur.” diyordu. Küçük kan dolaşımını bulan İspanyol hekimi ve bilim insanı Miguel Servet, üçlemeyi (teslisi), ilk günah (insanların günahkâr doğduğu) öğretisini reddetti; Filistin’in, İncil’in dediği gibi bereketli bir ülke olmadığını, kıraç bir yer olduğunu söyledi diye sığınmış olduğu Cenevre’de Kalvenci Protestanlar tarafından 1553 yılında küçük ateşte yakıldı (gaddarlığa bakın).

Protestanlığın saldırıları karşısında zor durumda kalan Katolik Kilisesi, kendine çekidüzen vermek için Trento Konsili’ni topladı (1545). Böylece “Karşı Reform” hareketi başlamış oldu. Oysa Katolik Kilisesi’nin ileri gelenleri daha önce Rönesans’ı desteklemişler, kiliselerin Rönesans sanatçıları tarafından bezenmesine önayak olmuşlardı. Trento Konsili, “disiplini” sağlamak için Engizisyon uygulamasını canlandırıp yaygınlaştırdı. Cadı avı başladı. Tahminlere göre iki yüzyıl boyunca (16.-17. yüzyıllar) Avrupa’da yaklaşık 500.000 insan cadı, diye diri diri yakıldı.(7) Demek ki Katoliklerle Protestanlar yobazlıkta yarışmışlardı.

Ancak 1700’lerde, 18. yüzyılda Rönesans geri gelebildi. Fakat bu sefer Aydınlanma adıyla tanındı, tanıtıldı. Kuşku yok ki Rönesans-Hümanizm-Aydınlanma sözcükleri aynı olayı anlatıyor. Toplumbilimsel bir anlatımla, bu hareketler feodalizmden kapitalizme geçişe işaret ediyorlar. Bunlar kapitalizmin bilim, sanat, kültür, ideoloji olarak ifade ediliş biçimleridir ve feodalizm, Orta Çağ karşıtlığını anlatırlar. Onun için Suat Sinanoğlu Atatürk Devrimini “Hümanizm”, Bedia Akarsu ve Macit Gökberk “Aydınlanma” hareketi olarak betimlerken aynı şeyi söylemiş oluyorlar.

Atatürk Devrimi ve Pozitivizm

Şimdi de Taner Timur’un görüşlerine bakalım. İlk ağızda dikkati çeken nokta, Timur’un Atatürk Devrimi için Türk Devrimi deyimini kullanması. Atatürk Devrimi Türkiye’de uygulanmış olduğuna göre, bu deyime itiraz edilemez. Fransa’daki devrime Fransız Devrimi, Rusya’dakine Sovyet, Çin’dekine Çin Devrimi dendiğine göre, Türkiye’dekine de Türk Devrimi denebilir. Bununla birlikte, şu var ki Atatürk, Türkiye’deki devrimin tek tasarlayanı, tek uygulayıcısı olmuştur. Sözü edilen devrimlerin hiçbirinde “Tek Adam” olayı yoktur. Robespierre Devrimi, Lenin Devrimi, Mao Devrimi demek pek doğru değildir. Oysa Türkiye’deki devrime Atatürk Devrimi, demek yanlış değildir. Yanlış olmadığı gibi, bir gerçekliğin anlatımı olduğu için, özgül bir adlandırma olarak bence daha uygundur.

Gelelim Pozitivizm sorununa. Kanımca, Timur Yeni Osmanlıları Pozitivist yaparken zorlama bir sınıflandırma yapmış. İT’ye Pozitivist, derken çok daha haklı; çünkü yukarda da anlatıldığı üzere, 1908 öncesinde her bakımdan Pozitivist Ahmet Rıza var. 1908 sonrasında da İT’nin Merkez-i Umumî’sinden eksik olmayan ve Durkheimci olan Ziya Gökalp var.(8) 1918 sonrasına gelince, sanırım Pozitivizm yakınlaştırması yine zorlama oluyor. Sorun şu ki Timur, Son Çağ Batı felsefesini iki kümeye indirgemiş görünüyor: bir yanda Pozitivizm, öbür yanda Diyalektik Materyalizm. Yani, biri olmazsa öteki...

Timur’a göre Comte’un kuramlarının önemi kalmamıştır. Pozitivizm bugün yöntemiyle ve “Neo Pozitivizm” olarak devam etmektedir. Timur, Marksçı olduğu için sınıf mücadelesini kabul etmeyen Pozitivizmi, dolayısıyla Atatürk Devrimi’ni pek tutmuyor. Burada iki nokta ileri sürülebilir. Bir tanesi şu: Batı’da, Orta Çağ’dan bu yana gelen ve Orta Çağ karşıtlığı ile belirlenmiş olan Aydınlanma felsefesini, daha somut olarak 19. yüzyıl ve sonrasının felsefesini sözü edilen iki kümeye indirgemeye hakkımız var mı? Çünkü bunu yaptığımızda, bu iki kümeye girmeyen birçok filozofu, birçok felsefe akımını görmezden gelmiş oluyoruz.

İkinci nokta: Bence Atatürk Devrimi’ni Pozitivizm kategorisine yerleştirmek için yeterli veri yoktur. Onun için feodalizm ve Orta Çağ karşıtı genel Aydınlanma kavramı daha uygundur. Atatürk Devrimi’nin felsefesi, Akarsu-Gökberk’in (dolayısıyla Sinanoğlu’nun) dedikleri gibi Aydınlanma olarak belirlenmelidir. Zaten Timur da doçentlik tezinde yer alan Pozitivizm yakıştırmasını 1971’de sürdürmekle birlikte bir dipnotunda kısmen de olsa eleştirmiş gibidir: “Kemalizm’in bir “pozitivizm” olarak isimlendirilip isimlendirilmemesi o kadar da önemli değildir. Burada bir özeleştiri yaparak, bizzat bu satırların yazarının da bir çalışmada (1968), aslında yanlış olmayan, fakat eksik olan bu görüşün etkisi altında kaldığını belirtelim.” Timur’un “bu görüş” dediği “ilkel” Pozitivizm yakıştırmalarıdır.

İlkel Pozitivizm yakıştırmaları Kemalizm’i “resmi balolarla ve Türkçe tangolarla sembolize edilen dar bir Batıcılık” olarak yorumluyormuş.(9)

Şunu da belirtmek gerekir: Timur, Padişahlık ve Halifeliğin kaldırılmasının tek “gerçek” devrimci adım olduğunu, arkasının, hatta sanayileşmenin bile gelmediğini düşünüyor(10). Oysa o dönemde ciddi sayılabilecek, sürekli gelişen bir sanayinin temellerinin atıldığını biliyoruz. Ayrıca feodalizme -Orta Çağ’a- şeyhlik ve ağalık düzenine karşı mücadele -ki bu bir sınıf mücadelesidir- tek parti döneminde ideoloji düzleminde kalmış olsa da, hep sürdürüldü. Orta Çağ’ın kaleleri olan dincilik ve cehalete karşı laiklik için kitleleri eğitmek için (okullar, yüksek öğrenim kurumları, Halkevleri, Köy Enstitüleri) büyük çaba harcandı. Daha ötesine gitmeye Devrimin gücü yetmemiştir. Ama Rejim kendini yeterince güçlü hissettiği bir noktada toprak reformu da yapılacaktı. Ne yazık ki, bunu İsmet İnönü en zayıf olduğu, çok partililiğe geçiş kararı sırasında yapmaya kalkışarak acemilik sergilemiş oldu. Çokpartili düzenle birlikte, toprak reformu ne kelime, Türkiye’ye “Karşıdevrim” egemen oldu. Devrim dondurulmuş ya da askıya alınmış oldu.

Prof. Dr. Sina AKŞİN
 

DİPNOTLAR

1. T. Timur, Türk Devrimi (Ank., SBF Y., 1968); T. Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, 1919-1946 (Ank., Doğan Y., 1971); S. Sinanoğlu, L’Humanisme à Venir (Ank., DTCF Y., 1960); S. Sinanoğlu, Türk Hümanizmi (Ank.,Türk Tarih K. Y., 1980); B. Akarsu, “Aydınlanma Felsefesi ve Atatürk Devrimi”, Atatürk Devrimi ve Temelleri (İst., İnkılap Kitabevi, 1995); M. Gökberk, “ Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk (İst., Eczacıbaşı Y., 1983).

2. Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi (İst., İnsan Y., 1986), s. 140-170.

3. Henry D. Aiken, ed., The Age of Ideology (New York, Mentor Boks, 1956), s. 115-6.

4. M. Orhan Okay, İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti Beşir Fuat (İst., Dergâh Y., t.y).

5. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi (Ank., Bilgi Y., 1967), s.559-60.

6. Edward McNall Burns, Western Civilizations, vol. I (New York, W. W. Norton, 1963), s. 383-7.

7. Marvin Haris, İnekler, Domuzlar, Savaşlar, ve Cadılar (Ank., İmge Y., 1995).

8. Timur, 1971. s. 132.

9. Timur, 1971. s. 50.

10. Timur. 1971. s. 135, 288, 291.

 

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın mayıs 2009 sayısında yayımlanmıştır.

Tarih