Sınıf mücadelesinin parçası olarak felsefe ve ideoloji

Yazan
Emrah MARAŞO
Bilim ve Ütopya Genel Yayın Yönetmeni

Sınıflı toplum esas olarak zor gücüne dayanarak egemenlik kurmanın bir devrimle aşılması demektir. Solcu ve ilerici saflarda bir efsane dolaşır. Buna göre insanlığın sınıflı topluma geçmeden, devletten önceki aşamaları adetâ bir cennettir. Bu cennette herkes kardeşçe yaşamakta, kimse kimseye dokunmamakta, barış ve huzur hüküm sürmektedir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan üretim fazlasına el koyan bir sınıfın adım adım ortaya çıkması bu cenneti yozlaştırmış ve sürecin sonunda bir cehennem kurulmuştur. Bu hikâye aslında koca bir balon ve safsatadır. İnsanlık sınıfların ve devletin olmadığı çağlarda bugünle kıyaslanmayacak ölçüde her an öldürülme, tecavüze uğrama ve kaçırılma korkusuyla yaşamış; bu korku yüksek oranda karşılık bulmuştur. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” deyimi tam olarak sözünü ettiğimiz gerçeği yansıtmakta ve devletin insan hayatındaki belirleyici rolüne vurgu yapmaktadır.  
Sınıflı topluma ve devlete geçişin devrim olduğunu ve bu devrimin ne anlama geldiğini anlayamayan yaklaşımlar, felsefe ve ideolojinin insanlık açısından oynadığı rolü de kavrayamaz. Bu nedenle kestirmeden yapılan çıkarımlar karmaşıklaşan tarihsel dönüm noktalarına doğru bakmaktan, bugünü analiz etmekten ve nihayetinde geleceği kurmaktan uzaktır.
Bertrand Russel Batı Felsefesi Tarihi adlı 3 ciltlik kapsamlı kitabına yazdığı girişte felsefe ve ideolojinin sınıf mücadelesiyle bağlantısını çok yalın bir şekilde tarif eder:
“Bütün silahlı kuvvetler kralların tarafındaydı; yine de Kilise galip geldi. Kısmen Kilise eğitim tekelini elinde tuttuğu için, kısmen krallar sürekli birbirleriyle savaş halinde oldukları için, ama esas olarak egemenler ve halk cennetin anahtarlarının Kilisenin elinde olduğuna inandığı için Kilise kazandı. Kilise, bir kralın öncesiz-sonrasız yaşamı cennette mi yoksa cehennemde mi geçireceğine karar verebilirdi; tebaanın bağlılık yükümlülüğünü ortadan kaldırabilir ve böylece isyanı teşvik edebilirdi. Dahası kilise anarşi yerine düzeni temsil etmekteydi ve bu yüzden, yükselen merkantil sınıfın desteğini kazandı.” (Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi, 1. Cilt, s.18-19, Alfa Yayınları)
İnsanlığın hayatını güvence altına alan ve uzatan en önemli etkenlerin başında devlet olgusunun merkezi rol oynaması gelir. Bunu takip eden ikinci büyük tarihsel atılım da aydınlanmadır. Aydınlanma “insan hür doğar, hür yaşar” sloganında ifadesini bulan anlayışı egemen kılmış ve Russel’ın yukarıda anlattığı cennetin anahtarını kilisenin elinden alıp insana vermiş ve ona adetâ şöyle seslenmiştir: Sen bir nesne değilsin, öznesin!
Devletin sadece zor gücü olmadığını, o zor gücünün felsefesini ve ideolojisini belirleyen bir merkezin de olması gerektiğini yine Kilise örneğinde çok iyi bir şekilde görebiliyoruz. Kilise düşünsel hegemonyayı elinde tuttuğu için krallara ve halka kumanda edebilmişti. Elbette burada salt ideolojik hegemonyanın asıl belirleyici etken olduğunu söylemiyoruz. İdeolojik hegemonya bir sınıfın maddi çıkarlarının ve değerlerinin parçası olduğu oranda hayata geçer ve karşılık bulur. Kilise de bundan bağımsız değildir. Tıpkı üretim ilişkilerinin üretici güçlerin önünü kapattığında yükselen burjuvazinin arkasında halk yığınlarını sürükleyerek devrim yapması ve yeni bir sistem kurması gibi. Bu aşamada da kilisenin hâkimiyeti biçilmiştir ve burjuvazinin önünü aydınlanmacılar açmış ve düşünsel temeli hazırlamışlardır. Özellikle Fransız Devrimi ve öncesindeki uzun bir aydınlanmacı hazırlık bunun en önemli örneğidir.
Elinizdeki sayımızda ise tarihe çok geniş bir perspektiften bakıyoruz. Antik Çağdan bugüne materyalist felsefenin idealist felsefeler ve dinsel inanç ve anlayışlarla yürüttüğü tartışma ve mücadeleyi kapağımıza taşıyoruz. Evreni, dünyayı ve insanlığı anlamanın, yorumlamanın ama en önemlisi de değiştirmenin yolunun bu kavrayışı bilince çıkarmaktan geçtiğini düşünüyoruz. Bu sayımızı sınıf mücadelesinin parçası olarak felsefi ve ideolojik mücadelenin en kapsamlı tarihi olarak okumanızı öneriyoruz.
Prof. Dr. Semih Koray, materyalizmin bilim ve toplumla olan ilişkisini karşılaştırmalı olarak ele aldı. Materyalizmden ve tarihsel materyalizmden yoksun bir bilim anlayışının nerelere savrulacağına işaret etti. Dahası toplumsal güç yaratma noktasında hepimizin üzerine kafa yorması gereken vurgular yaptı.
Dr. Harun Çakan, çok geniş incelemesinde çeşitli devletler ve toplumlardaki materyalist felsefelerin dinle olan kavgasını yazdı. Bu kapsamlı inceleme yıllar boyu kütüphanemizin demirbaşları arasında olacak bir makale. Genişletmesini umuyoruz.
Prof. Dr. Remzi Demir, Ortaçağ İslam Düşüncesinde Hakîmler ve Âlimler arasındaki çatışmayı ve Osmanlı’ya yansımalarını yazdı. Bugünümüzün köklerini anlamak için mutlaka okunması gereken bir makale…
Prof. Dr. Hüseyin Özel, Marx-Engels’in tarihsel ve diyalektik materyalizminin oluşum sürecini, ne anlama geldiğini ve hangi temeller üzerine yükseldiğini kaleme aldı. Materyalizm dosyasının olmazsa olmazı…
Yıllarca kalacak bir sayı hazırladık. İyi okumalar!

300 aydır varız!
Dergimiz 300. sayısını çıkarmanın gururunu yaşıyoruz. 300 aydır ülkemizin bilim ve aydınlanma birikimini esas alarak yayımlanan dergimiz geleceğe umutla ve iyimserlikle bakıyor. İçinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz koşullarında siz değerli okurlarımızın desteği her zamankinden önemli. Özellikle dergimize basılı ve elektronik abone olmanızı rica ediyoruz. Üstelik birçok avantaj da sizleri bekliyor. Desteğiniz için şimdiden teşekkür ederiz.

 

Çiviyazısı
Etiketler
devlet