Bilimsel Devrim'in esas işlevi, Batı Orta Çağı'nın din kökenli değişmez dünya resmine onulmaz darbeler indirerek, ideolojik düzlemde demokratik devrimlerin önünü açmak olmuştur. Aydınlanma’nın temelini oluşturan "insanın aklıyla dünyayı kavrayabileceği" ilkesi, bilimin elde ettiği başarılar sonucunda, insanlığın evrensel bir kazanımı olarak kayda geçmiştir. Böylelikle feodal hakim sınıfların din kökenli iktidarları, "geniş kitlelerin güdülmesi gereken aklı ermez bir sürü olduğu” şeklindeki ideolojik araçtan yoksun bırakılmıştır.(1) Demokratik devrimlerle sonuçlanan zorlu mücadeleler karşısında, Kilise, bilim ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi yadsıma işlevini artık istenildiği ölçüde yerine getiremez hale gelmiştir.
Burjuvazi, iktidarı ele geçirip, devrimin kapitalizmin ötesine geçmeye yönelen atılımlarının önünü kesme ihtiyacı duyunca, bu sefer de burjuvazi açısından, bilim ile gerçeklik arasındaki bağı karartma gereksinimi doğmuştur. Çünkü Bilimsel Devrim ve demokratik devrimler, aynı zamanda toplumsal gelişmenin de bilim aracılığıyla kavranılablleceğini ve bilimin geleceği kurmanın aracı olarak kullanılıp kapitalizmin de aşılabileceğini gündeme getirmiştir. Üstelik bu gündem sadece düşünsel bir zeminde kalmamış, işçi sınıfı hem eylemi, hem de siyasi programıyla, tarih sahnesine çıkmıştır.
Bilimin kazanmış olduğu saygınlığın yanı sıra, Kilise'nin hem iktidarının, hem de itibarının büyük ölçüde zedelenmiş olduğu bu ortam, bilimin hayata olan etkilerini kısıtlamak için, artık dinin yerine geçecek yeni ideolojik araçların oluşturulmasını gerekli kılmaktaydı. Üstelik kapitalizm, üretimi geliştirmek için üretici güçlerin bir parçası olarak bilimin gelişmesini özendirmeyi sürdürme ihtiyacındaydı. Dolayısıyla bilimin bu yönü olumlanırken, denetim altına alınması gereken, bilimin toplumsal mücadelenin kapitalizmin ötesine geçen devrimci hedeflere yönelmesine yol açabilecek etkileriydi. Bu işlevleri yerine getirecek bir ideolojik aracın, ne bilimin dışından, ne de bilimi açıkça yadsıyarak sağlanmasına imkan vardı. Sorunun, felsefe düzleminde, bilim ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi bu amaca uygun biçimde karartarak çözülmesi gerekmekteydi. İşte pozitivizm, bilim ile devrim arasındaki bağı kopartmanın felsefesi olarak böyle bir ortamda doğmuştur.
Bilim ile gerçeklik arasındaki ilişki
Bilgi ile gerçeklik arasındaki ilişki tarih boyunca idealizm ile materyalizm arasındaki mücadelenin ana konusunu oluşturmuştur. Pozitivizm, Bilimsel Devrim’in başarılarının genel kabul gördüğü ve atılımlarının hâlâ sürmekte olduğu bir ortamda, bilim ile gerçeklik arasındaki bağı en aza indirgemenin gerekçelerini "bilime dayandırmaya" çalışan ilk akım olduğu için özellikle önemlidir. Pozitivizmin bu amaçla ortaya koymuş olduğu temel kurgunun yansımaları günümüze kadar uzanmaktadır. Bunlar günümüzdeki varlıklarını, arada yapılmış olan zorunlu uyarlamalar sonucu değişik kılıklar altında sürdürmektedir. Her sınıf ya da toplumsal gücün siyasi programı, bilime bu programa uygun bir işlev yüklenmesini gerektirdiği için, pozitivizmin anlaşılması ve bilim ile gerçeklik arasındaki ilişkinin niteliğinin açıklığa kavuşturulması son derece önemlidir.
Dolayısıyla, ülkemizde oldukça yaygın bir kabul gören ve Kemalist Devrim'in felsefesinin pozitivizm olduğunu ileri süren savın irdelenmesi de, sadece tarihe doğru kayıt düşmenin ötesinde, güncel bir sorundur.
Burada Türk Devrimi ile pozitivizm arasındaki ilişkiyi ele almadan önce, pozitivizmin, bilim ve gerçeklik arasındaki ilişkiye olan yaklaşımını inceleyeceğiz. Bu incelemeyi yaparken de, öncelikle pozitivizmin doğa bilimlerinden hareketle ileri sürdüğü görüşleri ele almak istiyoruz.
Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte, bilimin işlevini cereyan etmekte olan süreçlerin nasıl olduğunu betimlemekle sınırlıyor; nasılın ötesine geçilip nedenlere inilemeyeceğini ileri sürüyor; nesnel gerçekliğin varlığını ve kavranabileceğini öngören bütün teorileri, bilim dışına sürerek "metafizik" olarak niteliyordu. Biçimsel açıdan dış dünyanın varlığını kabul ediyor, ancak bilimin, maddenin özüne ve varlığına yönelik araştırmalardan vazgeçmesini ve işlevini sadece olguların biçimsel durumlarını araştırmayla sınırlamasını öneriyordu. Pozitivizme göre, bilimin görevi, sadece öznenin duygu ve deneyimlerini düzenlemek ve açıklamak olmalıydı. Bilim, deneyimleri genelleştirmeye girişmeyip, bunları sadece tarif etmekle yetinmeliydi.(2)
Buradaki temel kurgu şöyle özetlenebilir: "Deney veya gözlemin konusu olan olgular tekildir ve bu olgulardan hareketle elde ettiğimiz bilgiler bu olgularla sınırlıdır. Bu tek tek olgulardan edinilen deneyim genelleştirilemez. Çünkü tekil deneyimlerden yapılacak genellemelerin gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı deney ya da gözlemle sınanamaz. Hatta bizatihi nesnel gerçekliğin varlığı, deney veya gözlemle sınanamayacak zihinsel bir genelleme sürecini gerektirdiği için, nesnel gerçekliğin varlığı da bilimsel olarak bilinemez.
Bu ölçüte göre biz ancak olguların biçimsel görünümleriyle ilgilenebiliriz. Bunun ötesine geçip, maddenin özünü anlamaya, yani olguların görünümlerinin ardındaki nedensellik ilişkilerini kavramaya çalışmak, bilimin ölçütünün geçerli olduğu alanının dışında yer alır. O zaman öznenin bu olguları betimlemekle yetinmesi ve bu olguları araştırırken kendi zihninde oluşan nedensellik ilişkilerini nesnel gerçekliğe yansıtmaya kalkışıp genellemelere gitmemesi gerekir."
Bu yaklaşım, bilim aracılığıyla, ancak "cürmü kadar yer yakan" tekil bilgilerin elde edilebileceğini ileri sürüp, bilim ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi en aza indirgemektedir. Tekilliğin ötesindeki dünyayı da, burada artık bilimsel ölçütlerin geçersiz hale geldiği bölgeye girilmiş olacağı için, bilim ile bilim dışının eşit muamele görmesinin söz konusu olacağı "metafiziğe" terk etmektedir. Aslında pozitivizm bu yaklaşımıyla bütün dünyayı metafiziğe terk etmiş olmaktadır. Çünkü nesnel gerçekliğin varlığı bilinemezse, bilim, pozitivizm açısından bilimin geçerli sayıldığı alanda da geçersiz hale gelir. Pratik içinde sınamanın bir bilginin doğruluğunun nesnel bir ölçütünü oluşturması için, pratiğin kendisinin nesnel bir varlığının olması gerekir. Nesnel gerçeklik yoksa, bilim de yoktur. Çünkü o zaman her şey, deneyi yapan ya da gözlemde bulunan öznenin öznel deneyimlerine indirgenir. Pozitivizm, böylelikle "olguculuk"tan hareket edip, "bilimi tanık tutarak" sübjektif idealizmi yeniden keşfetmiş olmaktadır.
Bilimde nedensellik ilişkisinde kuramın rolü
Auguste Comte, bilimi en baştan ve açıkça yadsır konuma düşmemek için, biçimsel açıdan bir "dış dünya"nın varlığını kabul ediyordu. Ama bilim ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi zayıflatmaya yönelik çıkarımlarını yapabilmek için de, biçim ve öz, nasıl ve neden, betimleme ve nedensellik ilişkilerini kavrama, tekil olgular ve genellemeler ayrımlarını yapıyor, bilimin birinci türden unsurlarla ilgilenirken, ikincilerden kaçınması gerektiğini ileri sürüyordu. Pozitivizm, bu ayrımlarla, aslında araştırmayı yapan özneyle araştırmanın konusu arasındaki bağlantıyı kuran temel unsuru, yani bilimde kuramın yeri sorununu gündeme taşımaktaydı.
"Kurmak" kökünden türetilmiş olan “kuram" sözcüğü, aslında "teori" kavramının son derece yerinde bir karşılığı olarak dilimize kazandırılmıştır. Çünkü bilimde kuram, nesnel gerçekliğe ait ilişkilerin kavramlar aracılığıyla zihnimizde yeniden kurulmasından başka bir şey değildir. Bir kuramın geçerliliğinin ölçütü de, o kurama dayalı olarak yapılan çıkarımların gerçeklikle sınanmasıdır. "Maddenin özüne inme" ya da nesnel gerçekliğe ait "nedensellik ilişkilerini kavrama" girişimlerinin cereyan ettiği yer de, kuramdır.
Bir kuramın temel araçlarını oluşturan kavramların ve kuramın bu kavramlar arasında kurduğu ve nedensellik içeren ilişkilerin kaynağı nedir? Bunlar salt insan zihninin ürünü olup, nesnel gerçekliği yansıtmıyorlarsa, o zaman kuram, içinde ne cereyan ettiği bilinmeyen, sadece girdi ve çıktıları önem taşıyan bir kara kutuya indirgenir. Soruları girdi ve kuramın bu sorulara verdiği yanıtları da çıktılar olarak düşünürsek, yapılması gereken tek şey, kuramın içeriğine aldırmaksızın, yanıtların doğruluğunun deney ve gözlemle sınanması haline gelir. O zaman pratiğin sınavından geçen bir kuramın içeriğinin "başarılı" bir falcının sihirli küresinden herhangi bir farkı kalmaz.
Buradaki belirleyici soru, kuramın içerdiği nedensellik ilişkilerinin nesnel gerçeklikten mi, yoksa salt insan zihninden mi kaynaklandığı sorusudur. Her kuramsal çalışmada kuşkusuz insan zihninin bir katma değeri söz konusudur. Sorun, bu değerin neye katıldığıdır. Doğa bilimleri içinde pozitivizmin de temel aldığı fizikte kuramlar matematikseldir. Nedensellik ilişkileri, ifadelerini matematiksel önermelerde bulurlar. Bilimde doğruluğun ölçütünün, pratikte sınanma olmasına karşın, matematikte bir önermenin doğruluğu, bu önermenin, doğruluğu varsayılan ya da daha önce gösterilmiş olan önermelerden hareketle kanıtlanabilmesiyle sınanır. Matematiksel bir kanıt da, mantık kurallarına uygun çıkarımlardan oluşur. O zaman, örneğin fiziğe ait bir kuramın içerdiği ve matematikle ifade edilen nedensellik ilişkilerinin insan zihninden mi, yoksa nesnel gerçeklikten mi kaynaklandığı sorusunun yanıtı, "mantık kuralları, salt insan zihninin ürünü müdür, yoksa bunlar nesnel gerçekliğe ait ilişkilerin tabi olduğu bazı kurallılıkların insan zihnine yansıması sonucu mu oluşmuştur?" sorusunun yanıtına bağlı hale gelir.
İnsanlar zihinleri mantıkla donanmış olarak doğmazlar. Mantık, her insanın sonradan edindiği (bazı durumlarda da edinemediği) bir kurallar bütünüdür. Esasen ilkel insan topluluklarında, çocuklarda ya da akıl hastalarında mantığın yeterince olgunlaşmamış veya burkulmaya uğramış olması da, mantığın hem kolektif anlamda, hem de kişiler temelinde, bir gerçeklikle ilişki süreci içinde oluştuğunun göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Mantık kuralları, insanlığın gerçeklikle olan ilişkisi içinde dış gerçekliğin işleyişine egemen olan kurallılıklarının kolektif biçimde kavramlaştırılması yoluyla oluşmuştur. Her yağmur yağdığında, gökün bulutlu olması; ama gökün bulutlanmasının ille de yağmurla sonuçlanmaması, bulutların varlığının yağmur için gerekli olup, yeterli olmadığı çıkarımına yol açar. Bu, nedensellik ilişkisinin kavramlaştırılmasında önemli bir adımı oluşturur.
Benzer bir durum, matematiksel kavramların kendisi için de söz konusudur. Matematiğin özerk iç gelişiminin bir sonucu olarak bazı matematiksel kavramların gerçeklikle olan ilişkisi çok dolaylılaşmış olsa bile, matematiksel kavramların oluşumlarının temelinde de, gerçekliğin insan zihnine yansıması süreçleri yatar. Dolayısıyla fiziğin kuramlarının matematiksel olmasının şaşılacak bir yönü yoktur. Belki de Einstein'ın "doğanın işleyişinin matematiksel olduğu" doğrultusundaki sözünü, "matematiğin doğasal olduğu" biçiminde değiştirerek ifade etmek, doğa ile matematik arasındaki ilişkiyi daha doğru bir temel üstüne oturtacaktır.
Kuramsız bilim, felsefesiz ütopya olmaz
Kuramsız bilim olmaz. Kuram, bilginin birebir algısal bilgiden bilimsel bilgi düzeyine yükseltilebilmesi için gereklidir. Bilimde yeni çığır açan büyük atılımlar hep daha öncekileri aşan yeni kuramlarla gerçekleşmiştir. Kuramın temel aracı da kavramlardır. Dolayısıyla kuram, hem içinde oluştuğu toplumsal sistemin kavramsal yapılanmasından etkilenir, hem de kendi oluşturduğu kavramlarla o yapılanmayı etkiler. Esasen nesnel gerçeklik kavramının kendisi de, bu "toplumsal yetişkinlik" koşuluna tabi olarak ortaya çıkmış ve içinde oluştuğu toplumun ideolojisinde köklü değişikliklere yol açmıştır. Bu kavramın, yasaların, bir kez konduktan sonra, yasa koyucu dahil herkes için aynı derecede bağlayıcı olma anlamında bir nesnelliğe kavuştuğu toplumsal ortamlarda oluşturulmuş olması rastlantısal değildir.
Felsefenin de temel aracı kavramlar, temel amacı dünyanın kavranması ve hayata bir anlam yüklenmesidir. Tarihsel olarak, yeni bir geleceğin kurulmasının söz konusu olduğu dönemlerde felsefenin önü açılmış; bir toplumsal sistemin ömrünü doldurduğu, insanlığın önüne yeni bir gelecek tasarımı koymasının söz konusu olmadığı, bütün kaygının mevcut durumu korumak ve bugünü yarın yeniden üretebilmek haline geldiği ortamlarda, felsefe kısırlaşmıştır. Çünkü böyle dönemlerde, hayata yüklenecek yeni bir anlam kalmadığı için, felsefe, zamanı doldurmanın ve dünya üstünde oyalanmanın felsefesi haline gelir. Pozitivizmin, felsefeyi bilimin içinde eriterek yok etme çabası, pozitivist dönemin, artık ötesinde yeni hiçbir dönemin yer alamayacağı, yani gelişmede ulaşılabilecek son aşama olarak nitelenmesiyle uyumludur.
Bilimsel bilginin görece niteliğinin ana kaynağı, bilimin konusunu oluşturan gerçekliğin kendisinin sürekli bir değişim içinde olmasıdır. Dolayısıyla sorun, bir yerlerde mevcut olan mutlak bir bilgiye insanlığın kendi eksiklik ve yetersizlikleri nedeniyle tam olarak ulaşamaması ve bilgisini ancak zaman içinde görece yetkinleştirebilir durumda olması değil, böyle bir mutlak bilginin mevcut olmamasıdır. Böyle bir mutlak bilgi mevcut olsaydı, ayrım bilenlerle bilmeyenler arasında olurdu. Ama bilimde ayrım bilinen bilinmeyen arasındadır. Bilim ilerledikçe, bilinenle bilinmeyen arasındaki cephe genişleyecek, bilinenler arttıkça, bilinmeyenlerin araştırma gündemine gelen bölümü de büyüyecektir.
Felsefe geleceği kurmak için dünyayı kavramaya ve insan hayatına bir anlam yüklemeye yönelikse, bilim, geliştikçe felsefenin yerini almak bir yana, hem felsefenin üstünde yükseldiği zemini güçlendirerek işlevini daha iyi görmesini sağlayacak, hem de felsefeye olan ihtiyacı güçlendirecektir. Diğer yandan, felsefenin gelişmesi, bilimin ütopyalarını zenginleştirecek; bilime, daha ileri ve yeni kuramların oluşturulmasında yararlı olacak daha geniş ve derin bir kavram dağarı sağlayacaktır. Onun için, pozitivizmin felsefenin rolünün sona erdiğini ilan etmesi, insanlığın gelişmesinin sona erdiğini ilan etmekle eş anlamlıdır.
Pozitivizme göre tarihin sonuna iki yüzyıl önce geldik
Auguste Comte'un Pozitivizm Öğretisi, tarihin sonuna geldiğimizi zaten açıkça ilan etmektedir. İnsan düşüncesinin gelişimini, "teolojik", "metafizik" ve "pozitivist" olmak üzere üç döneme ayıran Auguste Comte'a göre, pozitivist döneme karşılık gelen kapitalizm, artık gelişmenin son bulduğu yerdir. Daha önce olgunsuzluk ve geçiş dönemlerinden geçen insanlık, olgusal süreçlerine fiziğin mekanik yasalarına benzer belirlenimci yasaların egemen olduğu, dolayısıyla pozitivist döneme karşılık gelen toplumsal ve iktisadi düzene ulaşarak gelişimini tamamlamıştır. Ancak her insanda düşüncenin gelişimi aynı dönemlerden geçtiği için, bu gelişimi tamamlayıp "pozitivist" döneme henüz ulaşamamış olan bireyler de vardır. O zaman bilenlerle bilmeyenler arasında ayrım yapmak zorunludur. Her türlü iktidar ve yönetim gücü, bilenlere bırakılmalı, bilmeyenlere de, toplumsal ve iktisadi işleyişin uyumlu olarak sürdürülebilmesi için, kendilerine düşen işlev ahlak ve eğitim yoluyla öğretilmelidir. Bu sistem, olguların gelişiminin belirlediği zorunlu bir sonuç olarak ortaya çıktığı için, iktisadi ve toplumsal sistem artık hiç kimsenin beğeni ya da seçiminin konusu değildir.
Pozitivizm, burada, doğadaki süreçlerin kendiliğindenliğini ve Newtoncu mekaniğin belirlenimciliğini toplumsal gelişmeye de aktarmaktadır. Neoklasik iktisat, pozitivizmin toplum bilimi alanındaki bu programının iktisat alanına uygulanmasından başka bir şey değildir. Neoklasik iktisat, kapitalist piyasa sistemini, insanlığın daha önceki evrelerde gelişme düzeyi elvermediği için ulaşamamış olduğu, insan doğasına en uygun ve bu nedenle de başka seçeneği olmayan bir iktisadi sistem olarak sunmaktadır. Newton mekaniği, madde parçacıkları arasındaki etkileşimi, madde parçacıklarına yüklediği bazı temel özelliklerden hareketle açıklamaktadır. Newton mekaniğinin belirlenimciliği de, mekanik yasaları evrendeki bütün harekete egemense, bu yasalar uyarınca, evrendeki hareketin gelecekte nasıl olacağının tek türlü belli olmasında ifadesini bulmaktadır.
Neoklasik iktisat da, bireylere bazı temel özellikler yüklemekte, bireyler arasındaki iktisadi etkileşimi bu özelliklerden türetmektedir.(3) Bu özelliklerden en önemlisi, her bireyin yalnızca kendi payına ne düştüğüne bakması, dünyanın gerisinde kıyamet kopsa, kendi payına düşen değişmediği sürece hiç istifini bozmamasıdır. Bu özelliğe sahip olan bireyler, Newton'un madde parçacıkları gibi, dışarıdan gelen uyartılara istenen ve beklenen tepkileri verecekler, bu sayede de piyasa mekanizması, istenilen sonuçlara ulaşmak üzere eşsiz bir uyum içinde işlemeye devam edecektir. Kuşkusuz toplumsal düzenin de, bireyleri bu uyumlu tepkileri vermeleri için gerekli özelliklerle donatması gerekmektedir.
Neoklasik iktisatın bu yaklaşımının, Pozitivizm öğretisi ile ne kadar uyum içinde olduğu açıktır. Bu yaklaşımın insan türünün doğasına yüklediği iki temel özellikten biri, insanın özünün bireysel varlığında yattığıdır. İnsan türüne yüklenmeye çalışılan diğer özellik de, bu bireysel varoluşun, evrimin erken evrelerindeki kimi organizmalar gibi uyartılara belli tepkileri vermekten ibaret kendiliğinden bir varoluşa indirgenmeye çalışılmasıdır, insanoğlunu diğer canlı türlerinden ayıran iki temel özellik, insanın özünün toplumsal varlığında yatması ve tasarımcı bir öze sahip olmasıdır. Pozitivizm insanı insan yapan özünden yoksun bırakıp, onu diğer canlı türlerine yaklaştırırken, aynı zamanda bunu "bilim adına" oluşturduğu yeni dinin emri olarak sunmaktadır. Böylece toplumsal gelişmeye, öznenin kendi geleceğini tasarımlayarak müdahale etme hakkı yasaklanmakta, bilimin devrimden kopartılması görevi tamamlanmaktadır. Kuşkusuz pozitivizmin gerici özünün kendini en belirgin biçimde açığa vurduğu yer de burasıdır.
Türk Devrimi ve Pozitivizm
Pozitivizmin, Türk Devrimi üstüne olan etkilerini doğru anlamak için, bu etkinin hangi düşünsel kanallardan gerçekleştiğini belirlemek önemlidir. 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarında, Sanayi Devrimi'nin Batı toplumlarında yol açtığı refah artışı ve günlük hayata getirdiği yenilikler, Osmanlı Devleti'nde ve Türk aydınları arasında, doğa bilimlerinin itibarının yükselmesine yol açmıştır. Ancak doğa bilimlerine olan ilgi, doğa bilimlerinin kendisinden çok uygulamalarına yönelmiştir. Bu durumun Osmanlı Devleti’nin eğitim sistemine yansıması da, çoğunlukla mühendislik ve tıbbiye mekteplerinin veya diğer uygulamalı alanlardaki eğitim kurumlarının açılması biçiminde olmuştur. Diğer bir deyişle, tarihsel koşullar nedeniyle, başlangıçta Türk Devrimi'ni etkileyen esas unsur, Bilimsel Devrim’den çok Sanayi Devrimi olmuştur. Pozitivizmin, bilimle barışık olduğu alan da, doğa bilimlerinin bulguları aracılığıyla üretimin geliştirilmesidir. Dolayısıyla pozitivizmin o dönemde ülkemizde de itibar kazanmasının esas nedeni, Batı'nın yükselişini simgeleyen Sanayi Devrimi ardındaki düşünce sistemi olarak algılanmasıdır. İkinci ve en az birincisi kadar önemli olan diğer unsur da, pozitivizmin kendini din yerine doğa bilimine dayandıran yaklaşımıdır. Batı'da bilim ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi karartmak için daha önce dinin gördüğü işlevi üstlenen pozitivizm, Doğu'da dinin tıkadığı yolun önünü bilim adına açan düşünce sistemi olarak algılandığı için kabul görmüştür.
Kemalizm, 20. yüzyılın en önemli devrimlerinden birini gerçekleştirmiştir. Cumhuriyet döneminin ilk on beş yılı, Türk toplumunun yalnızca çehresinde değil, aklında ve yüreğinde de, çok köklü dönüşümler gerçekleştirmiştir. Bu durum, sadece büyük devrimlere özgü bir olaydır. Tek başına bu olgu, Kemalizm’in felsefesinin Pozitivist Öğreti olamayacağının en önemli göstergelerinden birini oluşturmaktadır. Cumhuriyet Devrimi’nin bilime yaklaşımı, kuşkusuz, Mustafa Kemal Atatürk'ün çok iyi bilinen şu sözlerinde ifadesini bulmaktadır: "Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir." Pozitivizm, bilimin hayat alanını kısıtlayıp, hayatın geniş kesimlerini, "metafizik" adı altında bilim dışına bırakmayı hedeflerken, Kemalizm, bilimi hayatta en gerçek yol gösterici konumuna yükseltiyor.
Kemalizmin bilime bakışı, Bilimsel Devrim'in ve Aydınlanma'nın bilime bakışıyla uyum içindedir, bilimi devrimden kopartıp, Aydınlanma'yı metafizik kapsamına sokan pozitivizminkiyle değil.
Pozitivizmin Genç Türk Devrimi’nde daha belirgin olan bazı etkilerinin izlerini, daha silikleşmiş olsalar da, Cumhuriyet döneminde de sürmek mümkündür. Ancak pozitivizmin bu izlerine karşı en etkili panzehiri oluşturan etken de, yine Cumhuriyet Devrimi'nin bilime yüklediği işlev olmuştur. Çünkü Cumhuriyet Devrimi, herhangi bir şablonu izleyerek değil, devrimin karşılaştığı problemleri hayatın içinde çözerek ilerlemiştir. Eğer benzer bir problem daha önce başka bir yerde çözüme kavuşturulmuşsa, kuşkusuz bilimin yöntemi izlenerek, bütün insanlığa mal olmuş olan bu kazanımlardan yararlanılmıştır. Atatürk Devrimi'nin bir özeti niteliğindeki Halkçılık, Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik, Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik ilkelerinin farklı tarihlerde kabul edilmiş olması, bu ilkelerin uluslararası ve ulusal kökenlerinin farklılık göstermesi, bu bireşimin 1937 tarihinde Anayasa'ya dahil edilmesi, devrimin karşılaştığı sorunları hayatın içinde çözerek ilerlediğinin somut bir göstergesidir. Atatürk Devrimi'nin programı, daha önce başka hiçbir devrimde rastlanmayan özgün bir bireşimin ifadesidir. Öte yandan bu program, emperyalizme karşı milli devrimlerin bugün de hâlâ geçerliğini sürdüren evrensel nitelikteki bir programıdır. Pozitivizmin günümüze olan doğal uzantıları ise, emperyalizmin programı içinde yer almakta olup, açık ifadelerini neoklasik iktisatta ve postmodernizmde bulmaktadır.
Dipnotlar
1) Aydınlanmanın en az bunun kadar önemli diğer bir ayağını da, "insanın özünde iyi olduğu" yaklaşımı oluşturmuştur. "İnsanın özünde kötü ve günahkâr olup, dünyanın günahlardan arınma yeri olduğu" şeklindeki Ortaçağ söylemi, insanlığın feodal soylular ve Kilise dışındaki geniş kesimlerinin sürü olarak güdülmesini, sadece zorunlu değil, ama aynı zamanda onlar için tek çıkış yolu olarak göstermeye hizmet ediyordu.
2) Pozitivizm Öğretisinin Auguste Comte tarafından dile getirilen bu görüşlerinin özeti, çevirisi Bilim ve Ütopya'nın bu sayısında da yer alan "Geschichte der Philosophie’nin (VEB Deutscher Vertag, Berlin, 1960) "Auguste Comte ve Pozitivizm" bölümünden derlenmiştir.
3) Einstein’ın Genel Görecelik Kuramı’na temel olan yaklaşım, temel özellikleri uzayın yapısına yükleyip, maddenin özelliklerinin içinde yeraldığı uzayın yapısından türediğini öngörmektedir. Benzetme yoluyla herhangi bir sonuç çıkarma girişiminde bulunmaksızın, toplumun modellenmesinde Newtoncu yaklaşım yerine Einsteincı yaklaşım hareket noktası olarak alınsa, bu sefer de, toplumun bireylerin bir araya gelmesinden oluşmak yerine, bireylerin özelliklerinin içinde yer aldıktan toplumdan türediği varsayımına dayanan bir modelin elde edileceğine dikkati çekmek istiyoruz.
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın 179. sayısında yayımlanmıştır.