İnsan, iktisat ve yabancılaşma

Yazan
Prof. Dr. Semih Koray
Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü
Yazının Okunma Süresi
12 dakika

Yabancılaşmanın öznesi de, nesnesi de insandır. Söz konusu olan, insanın kendi insanî özüne yabancılaşmasıdır. O zaman yabancılaşma olgusunu anlamak için, öncelikle “yabancılaşan insan”ın kim, kendisine “yabancılaşılan insanî öz”ün ne olduğunu belirlemek gerekir.

Yabancılaşma olgusu, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist olsun, sömürüye dayanan bütün toplumsal sistemlerde mevcuttur. Yabancılaşma, insanın insanî olan yönünün elinden alınıp, ona hayvanlarla ortak olan yönünün bırakılması demektir. Buna yol açan süreç, değişik toplumsal sistemlerde farklı biçimlerde işler. O zaman “yabancılaşan insan”, toplumsal bir varlık olan, yani bir toplumsal ilişkiler ağı içinde belli bir konuma yerleştirilmiş olan insandır.

Yabancılaşmayla insanın elinden alınan “insanî öz” ise, insanı bir canlı türü olarak hayvanlardan ayıran temel özelliklere ilişkindir. Bu öz, nitel olarak bütün toplumsal sistemlerde aynıdır. Toplumsal sisteme göre farklılaşma, kendini bu özün hayata yansıma biçimlerinin yetkinlik düzeyinde gösterir. Toplumsal sistem tarihsel olarak ne kadar ileriyse, bu yetkinlik düzeyi de o kadar yükselir. Ama o zaman da, yabancılaşmayla insanın elinden alınan şey, o kadar büyümüş olur.

İnsanın özü nedir?

İnsanı insan yapan temel etkinlik üretimdir. Üretim, hem insan-doğa, hem de insan-insan ilişkisini kapsar. İnsanın özünü belirleyen bu iki ilişkinin birlikteliğidir, insan-doğa ilişkisi insanın tasarımcılığını, insan-insan ilişkisi de toplumsallığını yansıtır.

İnsanın doğayla olan ilişkisi en baştan itibaren belli bir tasarım öğesini içerir. Başlangıçta alet yapımı, uzun deneme-yanılma süreçleriyle zihinsel tasarımın birleşik bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Deneme-yanılma, bu süreçteki kendiliğindenlik öğesini yansıtır. Ama doğada hazır bulunan kırık dallar arasından ya da taşlardan amaca uygun biçim ve boyuta sahip olanını seçmek bile bir tasarım gerektirir.

Toplayıcılık ve avcılıktan tarım üretimine geçiş, belli bitkilerin ve hayvan türlerinin evcilleştirilmesi, tasarım öğesinin ağırlık kazanmasıyla gerçekleşmiştir. “Tarım Devrimi” insanın doğa üstünde uyguladığı bilinçli denetimde ilk önemli sıçramayı oluşturur, insan-doğa ilişkisinde tasarım ve kendiliğindenliğin birliği, üretici güçler geliştikçe, tasarım lehine çözülmeye devam etmiş ve insanın doğa üstündeki denetimi giderek artmıştır. Üretici çalışma, insanın tasarımcı özünün gerçekliğe dönüştüğü alandır. İnsan yaşamının gerçek anlamının çalışma olması bu nedenledir. Bilim ve sanat, bu tasarımcı özün kendini en yetkin biçimde dışavurduğu insan etkinlikleridir.

Yabancılaşan kim?

Yabancılaşma sınıflı toplumla birlikte ortaya çıkmıştır. Yabancılaşan, sadece yarattığı ürüne değil, yaşamının esasını oluşturan üretim etkinliğine de el konan emekçidir. Çünkü bu durumda emekçinin yaşamı, artık emekçinin tasarımcı özünü dışa vurarak kendisini gerçeklediği için bir etkinlik olmaktan çıkar. Yaşam, emekçi açısından, varlığını sürdürmek için zorunlu olan gereksinimlerini karşılamak amacıyla kullanmak zorunda kaldığı bir “geçim aracı”na indirgenir. Bu ise, insanın hayvanlarla ortak olan yönüdür.

Köleci düzende köle, bırakalım emeğinin ürününü ya da kendisini, kendi bedenine bile sahip değildir. Düzen açısından hayvanlarla birdir. Feodal düzende emekçi, belli koşullarda yaşamını sürdürme hakkına sahip olsa da, emeğine ve ürününe zorla el konan ve güdülen bir sürünün parçasından ibarettir. Kapitalizm altında, işçi, işgücünü satıp satmamaya karar verme hakkına sahiptir. Ama bu, hayvanların avlanıp avlanmamaya ya da otlayıp otlamamaya karar verme hakkına sahip olmaları türünden bir “özgürlük”tür.

Sömürüye dayalı toplumsal sistemlerle sosyalizm arasındaki önemli bir fark

Üretim süreci içinde insan-doğa ilişkisi “üretici güçler”e karşılık gelirken, insan-insan ilişkisi “üretim ilişkileri”ni oluşturur. Üretim ilişkileri, kapitalizm ve öncesindeki toplumsal sistemlerde herhangi bir tasarımın ürünü değildir. Üretici güçlerin gelişmesinin tetiklediği yeni üretim ilişkileri, hep bir önceki sistemin bağrında kendiliğinden gelişmiştir. Oysa sosyalist üretim ilişkileri, kapitalizm altında kendiliğinden gelişmez. Kapitalizm, üretim ilişkilerinin kendiliğinden gelişiminin son durağıdır. Sınıfsız topluma giden yolun her aşamasında sosyalist üretim ilişkilerinin tasarımlanarak yaşama geçirilmesi gerekir.

Kapitalizm hakkında yazılmış olan her şeyin, kapitalizmin belirli bir düzeyde olgunlaşmasından sonra ve kapitalist sistemin gözlemlenmesi sonucu yazılmış olması bir rastlantı değildir. İster Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik iktisatçılar olsun, ister Marx ve Engels olsun, ister neoklasik iktisatçılar olsun, hepsinin kapitalizm konusunda yaptığı, var olan bir sistemin incelenmesidir. Kapitalizm öncesinde yapılmış, bırakın kapitalizmi tasarımlamayı, kapitalizmi öngören herhangi bir çalışma söz konusu değildir.

Oysa sosyalizme ilişkin yapıtların önemli bir bölümü, dünya üstünde sosyalizm herhangi bir coğrafyada gerçeklik kazanmadan önce kaleme alınmıştır. Sosyalizm, toplumsal gelişmenin nesnel yasalarına dayalı bir bilimsel öngörü olarak ortaya atılmıştır. Öngörü, sömürünün toplumsal kaynağının ortadan kaldırılması için üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaştırılması gereğini saptamaktadır. Bu, toplumbilimde devrim niteliğinde çok önemli bir belirlemedir.

Sosyalist üretim ilişkileri kapitalizm altında kendiliğinden gelişmediğinden, iktidar ele geçirildikten sonra söz konusu olan daha önceki devrimlerde olduğu gibi zaten kendiliğinden gelişmeye başlamış olan üretim ilişkilerinin önünü açıp bunları hâkim üretim ilişkisi haline getirmek değildir. Çünkü sorun, tek atımda ve kısa bir sürede üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesinden ibaret değildir. Her toplum için, başlangıç koşullarına bağlı olarak, o toplumu istenilen hedefe ulaştıracak aşamalı bir yol haritasının belirlenmesi ve bu yolda ilerlemeyi olanaklı kılacak toplumsal-iktisadi araçların yaratılması gerekir.

Neoklasik iktisadın kavramlarıyla yabancılaşma

Hiçbir toplumsal sistem yalnızca çıplak zora dayanarak sürdürülemez. Her sistemin toplumun ezilen kesiminin büyük bir bölümünün şu ya da bu biçimde rızasını sağlayacak, bu rızayı göstermeyenleri toplumun kıyısına itip etkisizleştirecek ideolojik araçlara gereksinimi vardır. Bu açıdan yabancılaşma olgusuna ilişkin kapitalizmin kurguladığı ideolojik araçların izini neoklasik iktisat kuramı içinde sürmeye çalışmak anlamlı olacaktır.

Neoklasik iktisadın temelinde “refah ekonomisinin birinci teoremi” olarak anılan “verimlilik teoremi” yatar. Bu teoreme göre, ekonominin tam rekabet altında ulaştığı denge verimlidir. Ekonominin bu dengeye uygun fiyatlar altında kendiliğinden ulaşacağı varsayıldığı için, bu teoreme “görünmez el teoremi” adını vermekte bir sakınca yoktur. Günümüzde büyük tekellerin oynadığı rolün herkes tarafından bilinmesine karşın, burada tam rekabetin masalsılığı tartışmasına ya da anılan teoremde sözü edilen verimliliğe yüklenen anlamın irdelenmesine girişmeyeceğiz. Çünkü buradaki amaç, yabancılaşma olgusunu ve bu olgunun meşrulaştırılması girişimini kapitalizmin kendi ideolojik kurgusu içinde yakalamaktır. Dolayısıyla oyunu neoklasik iktisadın kendi sahasında oynamayı kabul etmek daha anlamlı olacaktır.

Matematiksel bir teoremde, sonuca yol açan, doğru olduğu varsayılan koşullardır. “Verimlilik teoremi”ndeki dengenin verimliliği sonucu da, teoremin varsayımları altında geçerlidir. Burada teoremin geçerlik alanını belirleyen ve her biri yabancılaşma ile yakından ilgili olan iki önemli varsayım üstünde duracağız.

Birinci varsayım, iktisadi aktörlerin yararlarının yalnızca kendi paylarına ne düştüğüne bağlı olduğudur. Buna göre herkes, dünyadaki tek bahtsız insan kendisi olsa, ya da tersine kendisi dışındaki herkes sürünse, yine de sadece kendi payına düşene bakıp gerisine aldırmayacaktır. Bu, bölüşümde adaleti sorgulamayı da, insanlar arasında dayanışmayı da yasaklayan bir varsayımdır. Aslında bu varsayımın doğru olmasını güvence altına almanın yolu, bireyler arasında komşuluk ilişkisi de dâhil, alışveriş dışındaki her türlü ilişkiyi ortadan kaldıran bir ortam yaratmaktır. Bu yaklaşım, insanı toplumsal bir varlık olmaktan çıkarıp, onu “kendi bacağından asılan bir koyun”a indirgemektedir.

Buradaki birey, yaygın adıyla “homo economicus”tur. Homo economicus’un temel özelliği “rasyonellik” değildir. Çünkü rasyonellik amaca göredir. Eğer bir insan kendi mutluluğunu başkalarının da mutlu olmasında buluyorsa, o zaman rasyonel olan başkalarını mutlu edecek biçimde davranmasıdır. Homo economicus, kendi tercih sistemini seçme hakkı olmayan, neoklasik iktisadın kendisine dayattığı tercih sistemini sorgulamadan kabullenmek durumunda olan kişidir. Küreselleşme rüzgârlarıyla birlikte homo economicus’un yoğun biçimde “çağdaş insan” tipi olarak sunulup, dayanışmacılığın çağdışı ilan edildiğini hepimiz anımsarız.

Verimlilik teoreminin ikinci önemli varsayımı, bütün malların “özel mal” olması gereğidir. Kamu mallarının da bulunduğu bir ekonomide, iktisadi aktörlerin ayrı ayrı kendi durumlarını iyileştirmeleri sonucu kendiliğinden oluşan denge, verimli değildir. Diğer bir deyişle, kamu mallarının da bulunduğu bir ekonomide, “görünmez el” bireylerin birbirlerinden yalıtılmış olarak aldıkları kararları verimli bir sonuca taşıyamamaktadır. Verimlilik için görünür bir ele ve onun aracılığı ile toplumsal kararların alınmasına gereksinim vardır. Burada da küreselleşmenin kamu mallarını toptan tasfiye ederek her şeyi özel mala dönüştürme seferberliği gündeme gelmektedir.

Özetle, küreselleşmenin dünyanın her yerinde kendi “çağdaş insan tipi”ni ve özelleştirmeleri dayatması, hayatı “verimlilik teoremi”nin koşullarına uydurma çabasından başka bir şey değildir. Teorem hayata uymuyorsa, o zaman teoremin ve dolayısıyla temelini oluşturduğu neoklasik iktisadın çökmesini engellemek için geriye kalan tek çare, hayatı teoreme uydurmaya çalışmaktır.

Buradaki her iki varsayım da, insanın toplumsal özünü toptan imha etmeye yöneliktir. Bu varsayımların sağlandığı bir “toplum”, aralarında alışveriş dışında hiçbir ilişkinin bulunmadığı ve hiçbir toplumsal karar alma gereksinimi duymayan kum taneciklerinden oluşan şekilsiz bir yığındır. Böyle bir yığının, toplumsal öz açısından, insanı birçok hayvan topluluğununkinden daha geri bir hayvansı varoluşa mahkûm edeceği açıktır.

Neoklasik iktisadın yaklaşımı, Newtoncudur. Newton, bütün temel özellikleri madde parçacıklarına yükleyip, aralarındaki etkileşimi bu özelliklerden türetme yolunu izlemiştir. Neoklasik iktisat da, bütün temel özellikleri değişmez bir biçimde bireye yükleyip, bireyler arası etkileşimi buradan türetmeye çalışmaktadır. Diğer bir deyişle, bireylerin özellikleri içinde yer aldıkları toplumsal ilişkiler ağından değil, tersine toplumun özellikleri içinde barındırdığı tek tek bireylerin özelliklerinden türemektedir. Einsteincı yaklaşımda ise, temel özellikler uzay-zamana ait olup, madde özelliklerini içinde yer aldığı bu bütünden almaktadır. Burada amaç, benzeştirme yoluyla toplumbilim açısından herhangi bir çıkarımda bulunmak değil, sadece neoklasik iktisadın kuramsal çerçevesinin tarihsel kaynağına, bu kaynağın günümüzdeki geçerlik derecesine ve yabancılaşma konusunda yol açtığı sonuçlara dikkati çekmektir.

Neoklasik iktisatta ekonomiyi dengeye ulaştıran elin görünmez olması, bireylerin piyasanın uyartılarına istenilen tepkileri kendiliklerinden vermeleri sayesindedir. Bireylerden beklenen biricik davranış biçimi bu olduğu için, ortamın onları bu davranış biçiminden sapmaya yöneltecek öğelerden arındırılması gerekir. Varoluşun edilgin biçimde uyartılara beklenen tepkileri kendiliğinden vermeye indirgenmesi, emekçiler açısından, insanın tasarımcı özünün hayatın dışına sürgüne gönderilmesi demektir. Bu tür bir kendiliğinden varoluş, aslında canlıların gelişiminin erken evrelerine aittir. Kapitalizm, emekçiler açısından insanın toplumsal ve tasarımcı özünü yok etmekle, yabancılaşmayı insanlığın sınırlarını zorlayacak ölçüde derinleştirmektedir.

Yabancılaşmaya son verecek süreç

İnsanlığın sınırlarını bu kadar zorlayan bir sistemin sürdürülmesine olanak yoktur. Yabancılaşmaya son vermek, sömürünün ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. Tarih boyunca değişik biçimlerde sürmüş olan sömürü sistemlerinin insanlığın sırtına yığmış olduğu ideolojik yük ağırdır. Sömürüye son verecek olan sürecin başarılı bir biçimde yürütülmesi, insan yaratıcılığının yabancılaşmanın zincirlerinden kurtarılmasına bağlıdır. Yabancılaşmaya da son verecek olan bu süreç, insanın toplumsal ve tasarımcı özünü tarihte hiç görülmemiş bir düzeyde harekete geçirmeyi gerektirmektedir.

Bilimsel kuramlar, olgulardan hareketle oluşturulur. Sosyalizmin bir olgu olarak ortaya çıkmasından önce sosyalizm hakkında söylenenlerin sosyalizmin kuruluşuna ilişkin ayrıntılı çözümlemeler içermeyen yönelimsel öngörülerden oluşması, bilimsel yaklaşımın bir gereğidir. Bir olgunun ortaya çıkması bilimsel bir öngörünün konusu olabilir. Ama o olguya ilişkin ayrıntılı kuramsal bir çözümleme ancak olgunun ortaya çıkmasıyla birlikte gündeme gelir. 20. yüzyılda girişilen sosyalizmi kurma denemelerinin bir bölümünün başarısızlıkla sonuçlanmış olması, o kadar da yadırgatıcı değildir. Çünkü bunlar insanlık tarihinin en önemli kırılma noktasını oluşturacak bir denemenin ilk girişimleridir. Bugün bu denemeler, olumlu ve olumsuz örnekleriyle son derece değerli bir bilgi kaynağı olarak ele alınmalıdır.

21. yüzyıl sosyalizminin bu “deneylerden çıkardığı en önemli derslerden biri, sınıfsız topluma giden yolda her ülkeye uygulanabilecek bir şablonun bulunmadığıdır. Günümüzün devrimleri, Ezilen Dünya’da emperyalizmin zayıf halkalarında kırılmasıyla gerçekleşen milli devrimlerdir. Kapitalizm açısından görece geri olan bu ülkelerin başlangıç koşulları farklıdır. O zaman her ülkenin izlemesi gereken kendine özgü yolu keşfetmesi de, başarının önkoşuludur. İkinci ders, halka dayanmadan, halkı özgürleştirmeden, halkın yaratıcılığını açığa çıkarmadan devrimin sürdürülmesine olanak olmadığıdır. Yönetenlerin kendilerini yönetilenlerin üstüne koyan ayrı bir “bürokrat tabakası” oluşturmaları, halkın gücünün önünde yeni bir engel oluşturmakta, yabancılaşmanın yeni ve güçlü bir kaynağını oluşturmaktadır.

Yabancılaşmanın köklü bir biçimde ortadan kaldırılması, insanların hayvanlarla ortak olan yönünün en aza indirgenmesine bağlıdır, insanın varlığını sürdürmesi için zorunlu olan yaşam gereçlerinin üretim etkinliği içindeki yerinin en aza indirgenmesi, aynı zamanda yabancılaşmayı yeniden üretmenin kaynakları olarak işlev gören kafa emeği-kol emeği ve yöneten-yönetilen ayrımlarının ortadan kaldırılması için uygun ortamı sağlayacaktır. Bütün halkın yöneticileşip, yöneticilerin halklaştığı, herkesin bilim, sanat ve kültür etkinliklerine etkin biçimde katıldığı bir sınıfsız insan toplumu, insanın toplumsal ve tasarımcı özünün özgürce ve yaratıcı bir biçimde yaşandığı eşsiz bir dünya yaratacaktır.

Toplum Bilimleri
Etiketler
iktisat
sosyalizm
bilimsel sosyalizm
marksizm