Mevlâna’nın misyonu denince, genellikle aklımıza sevgi, hoşgörü ve barış elçisi gibi terimler gelir. Bunlar doğrudur. Her biri Mevlâna’nın yıllar önce söylediği fikirlerin günümüzde ihtiyaç duyulan yansımalarıdır. Ya da kendisinin de Mesnevî’de eleştiri olarak dile getirdiği gibi, eserlerini okuyan herkes kendince onu bir kalıba sokar ve anladığı ölçüde Mevlâna’yı sınıflandırmaya çalışır.
Mevlâna’nın Mesnevî’si de ana tema olarak yukarıda anılan terimlerle birlikte, farklı bir özellik de taşır. Bu da eserin beyit aralarına serpiştirilmiş, ancak işin ehli ve bilgi sahiplerinin anlayacağı sosyal, kültürel, tarihsel ve hatta bilimsel bulgulardır. Bu eserin satır aralarına dikkatlice bakıldığında, bilim dünyasında henüz
XVI. yüzyılda dillendirilen dünyanın yuvarlak oluşu ve dönmesini, bundan 200 yıl kadar önce keşfedilen ve çağımızda kesinlik kazanan insan hücresi ve yapısını, henüz geçtiğimiz yüzyılda keşfedilen atom ve yapısını, son yıllarda önerilmeye başlanan çocukların oyuncak vasıtasıyla eğitim sistemini ve çocuğun daha doğumunun ilk aylarında annesinin ve dışarıdaki konuşmaları duyup etkilendiği gibi önemli bulguları Mevlâna’nın dilinden Mesnevî’de bulmak mümkündür.
Mevlâna gerçekten de eserlerinde, eşref-i mahlûkat olan insanı merkez alır ve onun Allah’ın yaratma gayesindeki amaçları doğrultusunda yaşam sürmesini, hikâyeler ve özlü sözlerle öğütler. Ama bu manaların arasına bazı bilim dünyasıyla ilgili ipuçlarını da serpiştirir ki, ilginç olan bu bilgilerin yüzyılımızda daha yeni keşfedilmiş olmasıdır. Bu yazıda Mesnevî’sinde rastlanılan bilim dünyasıyla ilgili bazı hususiyetleri -örnek olarak dile getirip, yorumunu okuyucuya bırakacağız. Burada sözü edilecek “Dünyanın yuvarlak olduğu ve döndüğü, Atom ve yapısı” konularına birkaç yazıda değinilmişse de üzerinde fazla durulmamış veya detaya girilmemiştir.(1) Makalede yer alan diğer başlıklar ise ilk kez tarafımızdan ele alınmıştır.
Mevlâna’nın ilim ve ilim adamına bakışı
Mevlâna’ya göre ilim, Allah’ın topraktan yarattığı insana öğreterek onu değerli kıldığı bir hazinedir. Ama bütün bunlarla birlikte öğrenilen bu ilim, Allah’ın ilâhî okyanusundan sadece bir damladır.(2) İnsanların bu dünyada ilim öğrenmesinin onların mutlak faydasına olduğunu belirten Mevlâna, köpeklerin bile eğitildikten sonra sahibinin istediklerini yaptığını; oysaki eğitilmemiş başıboş köpeklerin orada burada herkese saldırdığını veciz bir örnek olarak sunar.(3)
Mevlâna ilim öğrenmenin bu derece gerekliliğini savunurken iyi insanların bu bilgiyi insanların faydası doğrultusunda kullandıklarını, fakat kötü yaratılışlı kişilerin öğrendikleri ilimleri yanlış kullandıklarını, bu sebeple de bu tür insanlara bilim öğretilmemesi gerektiğini savunarak şöyle der:
“Kötü yaratılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkıyanın eline kılıç vermeye benzer.
Sarhoş adamın eline kılıç vermek, adam olmayana bilgi belletmekten yeğdir.
Bilgi, mal, mevki ve hâkimiyet, kötü yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir.
Bilgisizlere, geçtikleri mevkiin yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz.
Cahil, kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar.
Adam olmayanın eline bir mal ve mevki geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisidir.
Çünkü ya cimriliği tutar, az verir; ya da cömertliğe girişir, yerli yersiz bağışlarda bulunur.
Sapıklık da bilgiden olur, doğru yolu buluş da...
(Sahibini) gönül ehli yapan ilim, insana fayda verir. Yalnız tene tesir eden, insana mal olmayan ilim ise, yükten ibarettir.”(4)
Öğrenilen bilgilerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini, her şeyi iyiden iyiye araştırıp öğrenen, fakat kendinden haberdar olmayan bazı âlimlerin, hatta din bilginlerinin durumlarının neye benzediği de aşağıdaki Mesnevî beyitlerinde veciz bir şekilde ele alınmaktadır:
“Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrenmiş ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlatmıştır.
Gönül katresine bir incidir düştü, ki o ne denizlere, ne de feleklere verildi.
Bilgili adamın uykusu ibadetten üstündür. Hele bu, insanı gafletten uyandıran bilgi olursa.
Bilgi, uçsuz, bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Onu dileyense, denizlerde dalgıçlık edene benzer.
Bilgi isteyen kişinin ömrü, binlerce yıl olsa dahi yine araştırmaktan vazgeçmez; bir türlü doymaz.
Bilgi, Müminin kayıp malıdır; bu sebeple Mümin kendi yitiğini bilir, anlar.
Bazı âlimler ise, bilgilerin yüz binlerce türünü bilir de kendilerini bilmezler.
Her maddenin özelliğini bilir de, kendi cevherine gelince bir merkebe döner.
Bu doğru, şu yanlış; bunları biliyorsun da kendin eğri misin, doğru musun? (Ona) bir bak!
Bütün bilimlerin özü şudur: “Ben kimim, mahşer günü ne hale geleceğim?” sorusunu bilebilmek.
Din usulünü öğrenmişsin, bilmişsin; ama bir de kendi mayana bak, onu tanı!
Senin için, kendini bilmen, tanıman bu ikisinden daha iyidir ey ulu kişi!
Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir; ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin.
Bu, kılıcı çivi yerine kullanıp, zafer yerine mağlubiyeti kabul etmek demektir.
Nice âlimler vardır ki hakiki ilimden, hakiki irfandan nasipleri yoktur. Bu tür âlim ilim hafızıdır, ama ilim sevgilisi değil.
Ey emin kişi, bilgide ne kadar ileri gidersen git, onunla gaybı gören gözlerin açılmaz.
Kendine, aşkı ve bakışı öğret! (İşte) bu bilgi, taşa kazılan nakış gibidir.
Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan, Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz.
Fakat Allah’a lâyıkıyla kulluk edersen bir kitap bile okumadan, yeninden-yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
Bizim öğrendiğimiz bu tatlı bilgiler, bil ki o (ilâhî) gül bahçesinden bir-iki, bilemedin üç demetten ibarettir.
Gül bahçesinin kapısını kendimize kapatmışızdır da, onun için bu iki üç demete tutulup, kalmışız.
Yazıklar olsun ki, böyle bir bahçenin anahtarları ekmek-boğaz yüzünden elimizden düşüp gidiyor.”(5)
Mevlâna’nın ilimle ilgili bu düşüncelerini kısaca aktardıktan sonra özellikle Mesnevî’sinde yer alan ve günümüz modern bilimleriyle yakından ilgili olan bazı hususları “örnek olmak üzere” dile getirmek istiyoruz. Zira yukarıda da değinildiği gibi biz, Mevlâna’yı sadece mutasavvıf bir şair, bir düşünür olarak görmüyor, eserlerindeki bazı ipuçlarından onun aynı zamanda bir bilim adamı olarak da değerlendirilebileceğini savunuyor ve bu yönünün de dikkate alınması gerektiğini belirtmek istiyoruz.
Dünyanın yuvarlak olması, dönmesi ve yer çekimi
Kopernik (ö. 1543) ve Galile (ö. 1642) “dünya yuvarlaktır ve dönüyor” dedikleri zaman İncil’e ters düştükleri için eleştiri aldıkları, özellikle Galile’nin, 13 Şubat 1633’te Roma’da mahkemede yargılandığı esnada zorlamalara dayanamayıp her ne kadar “dünya dönmüyor” demişse de çıkışta ayağını yere vurarak “ama yine de dönüyor” diye bağırması hepimizin malûmudur. Mevlâna ise 1200’lü yılların ortalarında yazdığı Mesnevî’sinde dünyanın döndüğünü şu beyitleriyle dile getiriyor:
“Dolap gibi dönüp duran gökten kıyas tut. Onun dönmesi nedendir?
... ey gök, ne vakte dek yerin etrafında dönüp duracaksın?
... bu gökyüzü de elinde olmaksızın dönüp durmada.”(6)
Mevlâna, aşağıdaki beyitlerinde de bilim adamlarını konuşturarak atmosferi bir yumurtanın beyazına, dünyayı ise bu yumurtanın sarısına benzetmektedir. Dünyanın uzayda boşlukta durduğuna işaret ederek, ayrıca mıknatıs ve kehribar örneğini gösterip yer çekiminden bahsetmektedir. Yine Newton’un (ö. 1727) Mevlâna’dan yaklaşık 500 yıl sonra 1687’de yer çekimini keşfettiğinde (!), nasıl bir ilgi uyandırdığı herkesin malûmudur.
“Tabiata inananlar; gök bir yumurtadır, yeryüzü de onun sarısı diye itikat etmişlerdir.
Birisi ‘Bu yeryüzü yeri kaplayan göğün ortasında nasıl duruyor?
Havaya asılmış kandil gibi ne aşağıya gitmekte ne yukarı çıkmakta’ dedi.
O hâkim ‘Altı cihetten de göğün çekmesi yüzünden hava ortasında kalır.
Mıknatıstan bir yuvarlak olsa ortasına konan demir, ortada kalır’ diye cevap verdi.
Öteki hakim de ‘saf gök, kara toprağı kendisine çekmez.
Onu altı taraftan da iter. Ondan dolayı da yeryüzü, kuvvetli yeller ortasında muallâkta kalmıştır’ dedi.
Yeryüzünde ve gökyüzünde ne varsa hepsi de zerre zerre kehribar gibi kendi cinsini çekmededir.”(7)
Atom ve yapısı
Mevlâna Mesnevî’sinde bir şeyin en küçük parçası manasına gelen “zerre” kelimesini kullanarak henüz yakın zamanda keşfedilen “atom, hareketi, yapısı ve atomun patlaması”na gönderme yapmaktadır. Burada da Mevlâna’nın zerrenin (atomun) içindeki güneşin (atom çekirdeğinin) “patlaması halinde her tarafın yerle bir olacağına değinmesi” ve bu çekirdeği de “kuzu postuna bürünmüş aslan” olarak nitelemesi son derece ilginçtir. Zira yakın tarihimizde yaşadığımız Hiroşima dersi bunun acı, ama somut bir örneğidir.
“Bir zerre yücelere çıkmada, öbürü baş aşağı düşmede. Şöyle durur gibi görünseler de onların savaşını bir gör!
Şu âleme bakarsan görürsün ki, baştanbaşa savaştan ibarettir. Zerre, zerre ile âdeta dinin kâfirlerle mücadelesi gibi savaşır durur.
(Çünkü) yaratılışın binası zıtlar üstünde kurulmuştur. (...)
Zerre demekle bil ki gizli bir muradım var. Sen denize mahrem değilsin, henüz köpüksün ancak.
Zerre bir cisimden ayrılmış, küçücük bir parçadan başka bir şey değildir. Zerre taksim kabul etmeyen güneş olamaz ki!
Bir güneş bir zerre içinde gizlidir; derken ansızın o zerre ağzını açar,
O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı gökler de zerre zerre olur yerler de.
İşte sana zerrede gizli güneş; işte sana kuzu postuna bürünmüş erkek aslan.”(8)
Hücre ve şekli
Hücreyi ilk defa 1665 yılında İngiliz bilim adamı Robert Hooke, mantar dokusunu gözleyerek bulmuş ve “boşluk, oda, odacık” anlamına gelen “cell” sözcüğüyle karşılamıştır. Hücre bilimine ilişkin ilk yayınlar ise bundan 200 yıl kadar sonra, Alman botanikçi Matthias Schleiden (1881) ve zoolog Theodor Schwann (1882) ile başlayabilmiştir. Bu iki araştırıcı “Hücre Kuramı”nın kurucuları olarak kabul edilir. İnsan hücresinin ise başlangıçta bal peteği şeklinde olduğu, henüz mikroskobun geliştirildiği 1700’lü yılların sonu ve 1800’lü yılların başına rastlar ve aynı kelimeyle karşılanır. Daha sonra yapılan araştırmalarda ise, insan embriyosu oluşmadan önce var olan “zigot”un tek bir nokta şeklinde olduğu, daha sonra bölünerek bal peteği gibi geometrik şekiller aldığı tespit edilmiştir. Hücrenin girdiği dokuya göre şekil değiştirdiği, yıldız, oval, küp, silindir ve dikdörtgen gibi şekiller alabildiği de bilinmektedir. Yine son yıllarda önemi anlaşılan ve tedavi amaçlı olarak son yüzyılın en büyük buluşu olarak değerlendirilen “kök hücre”nin de bal peteği şeklinde olduğu resimlenerek görüntülenmiştir.
Bundan yüzyıllar önce 1250 yıllarında yazılan Mesnevî’de, insanların hücrelerden meydana geldiği ve insan hücresinin bal peteği şeklinde olduğu açıkça geçmektedir. Mevlâna yukarıda belirtildiği gibi “oda, odacık” anlamına gelen “hücre” kelimesini de “ev, oda” anlamındaki Farsça “hâne” kelimesiyle karşılamıştır:
“Mâ çu zenbûrîm u kâlibhâ çu mûm
Hâne hâne kerde kâlib râ çu mûm”(9)
(Çevirisi: Biz arı gibiyiz, bedenler mum (petek) gibi. (Allah) bedenleri bal mumu gibi göz göz, ev ev yapmıştır.)
İşte görüldüğü gibi, hem insanların hücrelerden meydana gelen beden yapısı, hem de hücreye verilen isim Mevlâna ve kendisinden yüzyıllar sonra yaşamış olan bilim adamları tarafından aynı kelimeyle karşılanmaktadır.
Mevlâna’nın yine Mesnevî’de tasavvufî mânada söylediği “Vücudunun her zerresi ayrı ayrı yalvarsaydı yine başını kılıçtan kurtaramazdı.”(10) beyitindeki “zerre” kelimesinden de insanların hücrelerden meydana geldiğini çıkarmak mümkündür. Çünkü “hücre” en küçük canlı olarak adlandırıldığı gibi, Arapça olan “zerre” kelimesi de bir varlığın en küçük parçası anlamına kullanılır. En son bulgulara göre kabul edilen “Hücre Teorisi”nin bir maddesi, “Hücreler canlıların en küçük yapısal ve fonksiyonel birimidir” diyerek, Mevlâna’nın kullandığı “zerre” kelimesini bilimsel olarak onaylamış oluyor.
Yine aynı Teori’nin bir diğer maddesinde “Bütün canlıların bir veya birçok hücreden meydana geldiği” kabul edilmektedir. Bu husus da Mevlâna’nın Divân-ı Kebir’deki bir gazelini çağrıştırıyor. Mevlâna bu gazelinde insan vücudunda sayısız miktarda hücre bulunduğunu ve bunların sessiz gibi dursalar da, iyi bakıldığında canlı olduklarının anlaşılacağını söylüyor ve yine bilim dünyası tarafından yeni keşfedilen “hücrelerin ölüp, tekrar yenilendiğine” vurgu yapıyor:
“Bedeninin her zerresinden bir feryat duy, bir inilti işit! Sen büyük bir şehirsin; hayır bir değil binlerce şehirsin (binlerce hücreden meydana gelmişsin).
Belki görünüşte hepsi sessiz gibidirler, ama senin gizli şeylerini görüyorlar ve (eğer anlarsan) çalışmalarını senden gizlemiyorlar.
Evet; görünüşte bedeninde bulunan zerreler (hücreler) susmada, ama onların hepsi de gizli gizli işler yapıyorlar (fonksiyoneldirler).
Hepsi de senin varlığınla kalleşçesine kumar oynuyorlar. Hepsi de hem görünüyor, hem de gizleniyorlar. Bunların hepsi de hem avdır (yok olur), hem de avcıdır (yok eder).(11)
Çocuğun ilk öğretmeni annesidir
Mevlâna, çocukların henüz bebek olduğu dönemlerde, annelerinin sözleriyle kulaklarının dolduğu ve büyüyünce de bu söz ve üslupla konuştuğunu belirterek, annelerin çocukları üzerindeki etkisini önemle vurgular.(12) Bu olgu son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalarla kesinlik kazanmıştır. Bilim dünyası Mevlâna’nın yüzyıllar önce söylediği bu gerçeği ancak keşfedebilmiştir. İtalyan, Fransız ve Japon araştırmacılar tarafından 2003 yılında yapılan bir araştırma da Mevlâna’nın bu ilginç tespitini doğrulamakta ve onun yaklaşık 750 yıl önce söylediklerinin günümüzde henüz yeni keşfedildiğini göz önüne sermektedir.(13)
Mevlâna ayrıca çocukların oyunlar vasıtasıyla da olgunlaştığını; erkek çocukların tahta kılıçlarla, kız çocukların da oyuncak bebeklerle oynayarak farkında olmadan kendilerini geleceğe hazırladıklarını belirtir.(14) Mevlâna’nın bu fikirleri de yine son yıllarda bilimsellik kazanan “oyunla eğitim” formasyonunun yüzyıllar öncesinde ortaya konmasıdır. Milli Eğitim Bakanlığı da yeni eğitim tekniklerini sunduğu bültenlerinde “oyunla eğitim” teorisini 21. yüzyıl eğitim teknikleri olarak sunmakta ve 5-17 yaş grubu eğitim ihtiyaçları açısından “Oyunla eğitim”i ilk sırada anmaktadır.(15)
Sonuç
Mevlâna’yı mutasavvıf bir şair veya sadece semâ ile özdeşleşen biri olarak değerlendirmemek gerektiği gibi; eserlerinde sunduğu anlamlı fikirleriyle, insanı ve toplumu inceleyip problemlerine çözüm sunan bir “düşünür”, bilimsel konularla ilgili olarak söylediği beyitleriyle de “gizemli bir bilim adamı” hüviyetinde algılamak mümkündür. Bundan dolayı başta Mesnevî’si olmak üzere, eserlerini her kesimden, her meslek grubundan, her yaştan insanın okuyup incelemesi, mutlak olarak kendisinin, bilim dünyasının ve dolayısıyla da insanlığın faydasına olacaktır
Dipnotlar:
(1) Bu iki konuyla ilgili rastlayabildiğimiz bazı makale ve çalışmalar: Dr. Celâleddin B. Çelebi, “Hz. Mevlânâ’nın Eserlerinde İlim”, Hz. Mevlânâ Okyanusundan..., Derleyen: Esin Çelebi Bayru, İl Kültür Müd. Yay., Konya, 2002, s.45-47; Eva de Vitray Meyerovitch, Mesnevî Mutlağın Aranışı, çev. Prof.Dr. Mehmet Aydın, Selçuklu Belediyesi Yay., Konya, 1996. Aynı yazar, “Présence de Mevlâna”, S.Ü. I. Milletlerarası Mevlâna Kongresi-Tebliğler, Konya 1988, s.27-33; Feyzi Halıcı, “Mevlâna’dan Galile’ye Çağdaş Bir Gezi”, Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni, Bildiriler, 15-17 Aralık 2000, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2001, s.565-570; yazarın aynı konuyla ilgili benzer bir yazısı Çağrı Dergisi’nin Şubat 2001 sayısında da yayınlanmıştır. Doç.Dr. Mehmet Bayraktar, “Semâdaki Sırlar”, Zafer Dergisi, Sayı: 132, Aralık, 1987; Prof.Dr. Yılmaz Özakpınar, “Mevlâna’nın Modernliği ve Modern Bilim”, S.Ü. II. Milletlerarası Mevlâna Kongresi-Tebliğler, Konya, 1990, s.85-88.
(2) Mevlâna, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, I-VI c., MEB. Yay., 3. Baskı, İstanbul, 1995, I, 2860-2863.
(3) Mevlâna, Mesnevî, II, 2362-2364.
(4) Mevlâna, Mesnevî, IV, 1436-1438, 1441, 1443-
1445, IV, 3010, I, 3447.
(5) Mevlâna, Mesnevî, I, 1012, 1017; VI, 3878, 3881, 3882, 4507; III, 2648, 2649, 2651, 2654-2656, 2989, 2991, 3038; VI, 261, 3194, 1931, 1932, 4651-4653.
(6) Mevlâna, Mesnevî, I, 3331; III, 1966, 3287.
(7) Mevlâna, Mesnevî, I, 2482-2488; VI, 2900.
(8) Mevlâna, Mesnevî, VI, 38, 36, 50; V, 5402, 3401,
4580, 4581; I, 2502.
(9) Mevlâna, Mesnevî, I, 1813.
(10) 1 Mevlâna, Mesnevî, IV, 2943.
(11) Bu gazel için bkz. Şefik Can, Mevlâna Hayatı, Şahsiyeti Fikirleri, Ötüken Yay., İstanbul, 1995 s. 397; krş. Külliyât-ı Dîvân-ı Şems, Neşreden: Bedîüzzamân Furûzânfer, I-II c., Tahran, 1374 hş./1995 (IV. Baskı), II, 282.
(12) Mevlâna, Mesnevî, IV, 3037.
(13) Ulusal bir gazetede yer alan bu araştırmanın haberini tamamını kıyas açısından aşağıya alıyoruz: “DIŞ HABERLER”
Bebeklerle lütfen düzgün konuşun
Bebekler doğduğu anda anlamlı konuşmaları anlamsız sözcüklerden ayırt edebiliyor.
İtalyan, Fransız ve Japon araştırmacılar tarafından yapılan araştırmada, 2 ila 5 günlük 12 bebeğe kasetten konuşmalar dinletilerek özel optik topografi cihazlarıyla beyinlerindeki kan basıncı ve oksijen seviyesi ölçüldü. Daha sonra bebeklere aynı kaset tersten dinletildiğinde, beyinlerinin sol yarımküresindeki aktivite seviyesi düştü. Beynin sol yarımküresinin konuşma ve dil yeteneğiyle ilgili olduğunu söyleyen araştırmacılar bebeklerin doğumdan birkaç saat sonra anlamlı konuşmaya duyarlı hale geldiğini, anlamsız sözcüklere ise tepki vermediklerini söyledi. Araştırmacılar, "İnsan beyni doğumdan itibaren konuşmayı ayırt edebilecek donanımda" dedi. (Milliyet Gazetesi, 10 Eylül 2003, Çarşamba)
(14) EğiTek; Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü Eğitim ve Teknoloji İnternet sayfası; Dünyada Eğitim Teknolojisi, Kasım 2002, Yıl:1 Sayı: 5.
(15) EğiTek; Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü Eğitim ve Teknoloji İnternet sayfası; Dünyada Eğitim Teknolojisi, Kasım 2002, Yıl:1 Sayı: 5.
Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER
Tahran Büyükelçiliği Kültür Ateşesi
S.Ü. Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi eski Müdürü
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın aralık 2007 sayısında yayımlanmıştır.