Eski ve yaygın bir görüşe göre, insanın aklı onu hayvandan ayıran belirleyici özelliğidir. Bu yüzden, insan olarak kendimizi gerçekleştirmenin, kimliğimizi bulmanın yolu hayvanca içgüdü ve arzularımızı değil, aklımızın yolunu izlememiz, rasyonel potansiyelimizi ortaya çıkarmamızdır. Böyle düşünen Eflatun ve Aristo’ya göre, insanın rasyonel kapasitelerini tam olarak işleyebilmesi için onun biyolojik ve maddi ihtiyaçlarını gidermeye yönelik, tarım işçiliği ve zanaat gibi pratik işlerden kurtarılması gerekir. Çünkü öyle işler insanın potansiyelini açığa çıkarmasına engeldir. Eski Yunan gibi birçok toplumda, insanları gündelik pratik işlerden kurtarmanın yolu köleler kullanmaktı. Daha sonra gerekli teknolojiler ortaya çıkmaya başladığında, bu kurtarıcılığı köleler yerine bu teknolojilerin üstleneceği, böylece insanın insan olma doyumuna daha çok ulaşacağı umudu belirdi. Teknoloji artık kölelerin yerini alıyor, insanın emrinde, onun arzularını gerçekleştiren, sıkıntılarını gideren, bir anlamda onun “esiri” olan bir araç haline geliyordu. Ya da başka bir deyişle, teknoloji ve onun dayandığı bilim, insanın doğanın elinde “esir olmasını” önlüyor, en azından bu esaretin eziyetini hafifletiyordu.
Ancak, insanın doğayı teknoloji sayesinde kontrol ettiği görüşüne karşı teknolojinin de insanı kontrol etmeye başladığı, hatta insanın “teknolojinin esiri” haline geldiği şeklinde bazı görüşler 18. ve 19. yüzyılda hüküm sürmüş olan “Romantizm” akımından beri dile getirilmekte. Böyle görüşler günümüzde de hem sıradan toplum bireylerince hem bazı aydınlarca yakınmalar olarak hem de bazı felsefe ekollerince birtakım felsefi teorilerle bağlantılı olarak ifade ediliyor. Bazıları, teknolojinin artık dizginlenmesi önerilerini ve ileri teknolojisiz yaşam alternatiflerini gündeme getirmeye çalışıyorlar.
Teknoloji karşıtı düşünürler, teknolojiye kaynak sağlayan bilime ve bilimsel ilerlemeye karşı da tavır alıyorlar genellikle. Bazı felsefeciler teknolojinin getirdiği sorunların kaynağının o eski çağlardan beri çok övülen, insanın rasyonel aklı olduğu teşhisini koyuyor ve aklın ıslah edilmesi, dizginlenmesi ve insan aklını eskisi kadar yüceltmeyecek bir toplum özlemini dile getiriyorlar. Bir kısım felsefeciler daha da ileri giderek, Aydınlanma Çağı’ndan bu yana insanlığın benimsediği, akla güvenme, insanın tüm sorunlarına aklın ışığında çözüm arama tavrının hâkim olduğu ve “Modernite” olarak bilinen devrin artık kapandığını, yeni bir çağın, “Postmodernitenin” başladığını ilan ediyorlar. Böylelerine göre, II. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımı da dahil birçok toplumsal ve kişisel bozukluğun (depresyondan obeziteye kadar) kökeninde yatan rasyonalite, yani insan aklı, çağımızda “çıkmaza girmiştir”. Rasyonalite “krizdedir”. Bu yüzden, insanlığa tahakküm devri artık sona ermiştir. “Aklın kibri”nin kırıldığı, “alternatif rasyonalitelerin” kucaklandığı bir devir başlamıştır ya da başlamalıdır. Bu ve benzeri rasyonalite, bilim ve teknoloji karşıtı düşünceler, günümüzde özellikle “20. Yüzyıl Kıta Felsefesi” olarak adlandırılan felsefe ekolüne bağlı felsefeciler arasında yaygındır. Kıta Felsefesinin en büyük (ve ülkemiz felsefecileri arasında en saygın) isimlerinden Heidegger’in “Bilim ruhun hadım edilişidir” sözü böyle muhalefetleri ve küçümsemeleri en güzel özetleyen sözlerdendir.
Ama bütün bu akıl, bilim ve teknoloji karşıtı seslere rağmen, teknoloji alanında olsun bilim alanında olsun ilerlemenin baş döndürücü bir hızla devam ettiğini görüyoruz. Ne teknolojide herhangi bir yavaşlama veya duraklama ne de rasyonaliteye bağlılık ve güvende bir azalma söz konusudur günümüzde. Görünen odur ki, bir avuç teknoloji karşıtı felsefeci ve diğer düşünür, geniş toplum katmanlarını kendi görüşleri doğrultusunda harekete geçirmeyi, teknolojik ve bilimsel ilerlemeyi yavaşlatmayı, klasik anlamda insan aklının toplumdaki saygınlığını örselemeyi başaramamıştır. Ortada yeni bir “Postmodern Çağ” falan da yoktur.
Teknoloji karşıtlarının eylem alanındaki bu pasifliği ve etkisizliği, teknolojinin tehlikelerine dair kendilerinin de yeteri kadar güçlü bir inanç beslemediklerinin göstergesidir kanımca. Eğer durumun çok vahim olduğuna kuvvetle inansalardı, teknolojiye ve bilim kurumuna karşı şiddetli bir muhalefet ve sık sık toplu eylemler, protesto yürüyüşleri ve kampanyaları ortaya koyarlardı. Yeşiller Hareketi olsun, Green Peace’in eylemleri olsun, Amerika’da 1978 yılında ortaya çıkmış “unabomber” olayındaki gibi teknoloji karşıtı terörist eylemler olsun, sınırlı kalan girişimlerdir. Bunlardan ilk ikisi zaten teknolojiyi tüm alanlarda durdurmayı veya geri götürmeyi hedeflemeyip, teknolojinin bazı zararlı yan etkilerini giderme çareleri arayan hareketlerdir. Çünkü teknoloji, insan aklının nimetleri kolayca tepilemeyecek bir ürünüdür. Teknolojiyi eleştirenlerin çoğunluğunun bu nimetleri tepmeye güçlü ve samimi niyetleri olduğu şüphelidir. O halde, modern teknolojinin çağdaş insanı olumsuz etkilediği, hatta insanoğlunun varlığını tehdit ettiği iddialarına, geniş insan topluluklarını saran ideolojiler olarak değil, çok da popüler ve etkin olmayan görüşler olarak bakabiliriz. Bazı teknoloji karşıtları bu durumun gelecekte değişeceğini, küresel ısınma ve benzeri teknolojik felaketlerin insanların gözünü açacağını ve eninde sonunda teknolojinin ve onunla birlikte bilimin tahtından indirileceğini söylemek isteyeceklerdir. Ancak, gelecek için tam tersi senaryolar da mümkün. Teknoloji ve bilime olan ihtiyacımız azalmayıp artabilir de. Örneğin birtakım doğal felaket ve tehditlere karşı daha da güçlü teknolojilere sahip olmak isteyebiliriz. Depremleri önlemek, dünyaya çarpabilecek bir asteroitin hepimizi yok etmesini engellemek ya da yaklaşan bir buzul ya da kuraklık çağında hayatta kalmayı başarmak gibi ihtiyaçlar şimdikinden çok daha ileri teknolojileri gerektirebilir. Kanser ve AIDS gibi hastalıkları tedavi etmek, insan ömrünü daha uzun ve sağlıklı yapmak zaten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğimiz şeyler ve bunları sağlamak daha da ileri tıp teknolojilerini ve onların bağlı olduğu diğer teknolojileri bence hep vazgeçilmez kılacak.
Teknoloji ve özellikle bilimin bir başka itici gücü de insanın (daha doğrusu insanların bazılarının) doğasında bulunan bilimsel merak duygusudur. Bazılarımız evrenin başlangıcını (Big Bang) ve sonunu, maddenin en temel parçacıklarını ve işleyiş kanunlarını, zamanda yolculuk yapılıp yapılamayacağını, beynin yapısını ve çalışmasını, insanın gen haritasını, evrende başka biyolojiler ve uygarlıklar olup olmadığını vb. anlamak, bilmek ister. Bu tür bilgilere artık ancak çok ileri teknolojilerin yardımıyla ulaşabiliriz. Galileo veya Newton zamanındaki gibi basit araç gereçlerle büyük bilimsel devrimler gerçekleştirme devri artık kapandı. Teknoloji karşıtları ise tavırlarıyla söz konusu bilgilere ulaşmamızın yolunu hazırlayacak ileri teknolojileri rahatlıkla feda etmeye hazır görünüyorlar. Bence gerçek şu ki, teknolojiyi, bilimi ve daha genel olarak aklı dizginlemek isteyenler bilimsel merak dürtüsü fazla gelişmemiş insanlar… Böyle “düşünür”lerin ne Big Bang umrunda ne Higgs parçacıkları, ne nanoteknoloji, ne beynin nasıl çalıştığı, ne yapay zekâ, ne evrenin çeşitli köşelerinde var olabilecek canlılar ve uygarlıklarla tanışmak… Zaten çoğunun böyle zor konulara pek “kafalarının bastığı” da söylenemez.
İnanıyorum ki, bütün insanların bilimsel merak duyguları körelip de bizim bildiğimiz biçimiyle insanlıklarından çıkmadıkları sürece akıl da bilim de teknoloji de vazgeçilmezliğini koruyacaktır.
Prof. Dr. Erdinç SAYAN
ODTÜ Felsefe Bölümü
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın haziran 2009 sayısında yayımlanmıştır.