Çok değil, dokuz on yıl öncesine kadar bazı aydınlarımızın ve sanatçılarımızın dillerinden düşmeyen bir kalıp cümle vardı: “Aydın-sanatçı daima muhalif olmalı, bağımsızlığını korumalıdır.”
Kendinden menkul bu muhalif tarzdan ebedi bir gerçek ve ezeli bir tavır olarak söz edilir, aydınların ve sanatçıların (hatta bilim adamlarının) “muhalif tavırlarını” yitirdikleri an gerçek birer aydın ve sanatçı olmaktan uzaklaşacakları iddia edilirdi. İlk bakışta kastedilen, elbette ki iktidarlar, hükümetlerdi; ancak bunun hemen peşinden, örneğin “iktidarı” hedefleyen bir sosyalist partiye üye olmak, destek vermek de bu muhalif tavra aykırı bulunur, “muhalif kimliğin” yitirilmesiyle eşdeğer tutulurdu. Dünün deyimiyle “sivil toplumcu”, bugünkü haliyle liberal aydınların tuhaf “iktidar korkusu”, sık sık “Ya üyesi olacağım muhalif sosyalist parti, günün birinde iktidara gelirse! Muhalif kimliğimden vazgeçmek zorunda mı kalacağım…” gibisinden komik itirazlara da yol açardı.
Kökleri İdris Küçükömer’e dayanan akıl almaz bir “sistem” tanımına bağlı kalan bu aydınlarımızın, 1950’lerin Adnan Menderes’ini ve sistemi nihayet değiştireceğine inandıkları 1980’lerin Turgut Özal’ını “devrimci” ilan etmek gibi çıkışlarının artmasıyla birlikte “iktidar-muhalefet” söylemleri de renk değiştirmeye başladı doğal olarak. Bu süreç, günümüzdeyse gene “sistemi değiştireceğine-değiştirdiğine” inanılan AKP’ye tam destekle ve “yandaş aydın” tavrıyla gemi azıya almış durumda. Evet, çok değil dokuz on yıl önce Türkiye’de bazı aydınlar, “muhalif kimliklerini korumak” güdüsüyle yuvarlana yuvarlana birer “iktidar işbirlikçisi”ne dönüştüler ve öteden beri “açık ihanet” içinde bulunanlarla bir likte gayet uyumlu bir bütün oluşturarak, tarihin tekerrür etmeyeceğine inananlara bile Ali Kemal’in, “Feylesof” Rıza Tevfik’in, Refii Cevat Ulunay’ın günümüzdeki temsilcileri gibi görünmeye başladılar. 2000’lerin ilk çeyreğindeki Türkiye’nin, tıpkı 1900’lerin ilk çeyreğindeki gibi ağır bir aydın krizi yaşadığı rahatlıkla söylenebilir. “Şekilsiz biçim, renksiz gölge, kötürümleşmiş güç, hareketsiz davranış…” T. S. Eliot’un “kişiliğin parçalanması”nı betimlerken kullandığı bu benzetmeler, günümüz Türk aydınlarının büyük çoğunluğuna bir eldiven gibi ne de güzel uyuyor. Kendine ve tarihine güvenini kaybetmiş, sırtını tümüyle Batı’ya dayamış, vatanını bir kadın memesine satabileceğini ilan etmiş bir “aydın güruhu” var karşımızda. Dünkü “iktidar karşıtlığı” da bugünkü “iktidar yandaşlığı” da aynı kapıya çıkan; Rıfat Ilgaz’ın “Aydın mısın?” şiirinde “Kilim gibi dokumada mutsuzluğu / Gidip gelen kara kuşlar havada / Saşar tutulmuş top sesleri gerilerden / Tabanında depremi kara güllelerin / Duymuyor musun?” diye seslendiği; açık söylemek gerekirse, yarın öbür gün “gözünün yaşına bakılmaması gereken” sözde aydınlarla dolu zamanlardayız.
Meydan okuyan aydın
Öyleyse diğerlerinden, diğer aydınlardan da söz etmeli… Erkan Yücel’i, Hasan Yalçın’ı, Metin Altıok’u, Aziz Nesin’i, Demirtaş Ceyhun’u anımsamalıyız sık sık. Ve kendi adıma, “örnek aydın” denilince aklıma ilk gelen isimlerden biri olan Christopher Caudwell ve benzerlerini...
Edip Cansever’in “Ne çıkar siz bizi anlamasanız da…” dizesi, bir meydan okumadır. İnsanlığın başlangıcından bu yana dünyada olup biten her şey, çelişkinin sürekliliği, “birin, ikiye bölünmesi” yansımıştır bu meydan okumaya. Aynı zamanda da büyük bir güven duygusu içermektedir. Söylem, “kendime güveniyorum”u kapsayacak biçimde “kendimize güveniyoruz”a odaklanır. “Biz” ve “siz” olmayı, birbirini dıştalayan iki ayrı dünyanın düşünsel ve duygusal duvarlarını vurgulamıştır usta şair.
Yalnızlık var mıdır bu seslenişte?
Hayır… Ama gerekirse, evet!
“Biz”den söz eden, “tek başınalık” durumunu çoktan reddetmiştir. Dolayısıyla, “Sen” de, “Siz…” ve “Sizler…” de bulur karşılığını. “Anlaşılmak”, kendisini anlayan ve tanıyan insan açısından büyük oranda tamamlanmış bir süreç halindedir. “Siz, evet siz, hiç kavrayabilir misiniz / Niçin bunca küfür ve alay sağanağı altında / Dingin bir tabağa koyup da ruhumu / Gelecek yüzyılların şölenine sunduğumu?” diyen Mayakovski gibi Cansever de salt “anlaşılmamış olma”nın altını çizmez. Yalnızca, “Sizin bizi anlamanızı beklemiyoruz...” demekle yetinir. Ve ekler: Zaten ne çıkar…
Öncü ve artçı
İspanya İç Savaşı’nda faşistlere karşı Cumhuriyetçilerin safında savaşırken, geri çekilme emri alan birliğini korumak için “en geride” kalan ve 30 yaşındayken vurularak ölen İngiliz Marksist aydın Christopher Caudwell, son anında ne düşünmüş, aklından ne geçirmiş olabilir sizce?
Bunu bilmek, tahmin etmek oldukça zor. Ama yüzlerce aydın ve sanatçıyı yakından tanımış, binlercesinin yazdıklarını okumuş ve büyük çoğunluğunun “anlaşılamamanın” acısını-öfkesini taşıdığına tanıklık etmiş birisi olarak Caudwell’in, “Anlaşılamadan gidiyorum!” demediğine eminim.
Caudwell, yoldaşları geri çekilirken en arkada kalmaya gönüllü oldu; çünkü “öncü” olmayı seçmişti. Franko’nun sömürgelerden getirdiği Faslı askerler dalgalar halinde saldırırken, kendilerine yalnızca 30 metre uzaklıktaki tepede tek bir makinelinin kaldığını gördüler. Caudwell’di bu. Dünyaya meydan okuyordu sanki ve “Ne çıkar siz bizi anlamasanız da! Nasılsa anlayan birileri var ve sonrası da gelecek!” diyordu.
Christopher Caudwell, sosyalist düşün-edebiyat içinde sıklıkla görülebilecek “olumlu kahramanlar”dan biri değildi. Dahası onu kahraman ilan etmek de gereksiz ve gözünü kırpmadan ölüme atılan bir serüvenci olarak algılamak da pek doğru değil. Örneğin, Elsa Triolet’nin unutulmaz romanı Beyaz At’ın trajik kahramanı Michel’den çok farklıdır ve çok farklı bir yerde durmaktadır. Onun yaşamı ve ölümü, alabildiğine yalın ama deha dolu, “angaje olmak” ve “adanmışlıkla” ilgili en küçük bir abartı içermeyen bir öykü sunar bizlere. George Thomson’ın yazdığı gibi, “Kendisine yaraşır bir ölümle öldü. Bir komünist olarak yaşadı ve öldü.”
İşçiler arasında
Asıl adı Christopher St. John Sprigg olan Caudwell, 20 Ekim 1907’de doğdu. Bir süre papaz okulunda eğitim gördü ve 16 yaşındayken okulu terk etti. Üç yıl boyunca bir gazetede muhabir olarak çalıştıktan sonra Londra’daki bir yayınevine girdi. Yayınevi havacılık üzerine çalışıyordu ve Caudwell kısa sürede havacılık üzerine beş ders kitabı yazdı. Bu arada uzmanların ilgisini çeken, sürekli değişebilen bir otomobil vitesi icat etti ve planlarını yayımladı. Yirmi beş yaşına geldiğinde, havacılık kitaplarının yanında yedi de polisiye romana imza atmış, şiirleri ve öyküleriyle de tanınan bir yazar olmuştu. 1935’in Mayıs ayında ilk önemli romanı This My Hand yayımlandı.
1935’in yaz aylarını Marks, Engels ve Lenin’in yapıtlarını okuyarak geçirdi. Yıllarını, “Marksist klasik okuyarak” geçiren pek çok aydınımızın tersine, kısa sürede pratiğin içine girdi ve Komünist Parti’ye üye oldu. Bulunduğu bölgedeki parti arkadaşlarının çoğu dok işçisiydi ve yaşamını kitap yazarak kazanan, iyi konuşan bu sessiz genç adam, doğal olarak başlangıçta biraz kuşku çekti. George Thomson, Caudwell’in benzersiz yapıtı Yanılsama ve Gerçeklik’e yazdığı biyografik notta şöyle der: “… ama çok geçmeden, payına düşen işleri duraksamadan yapan delikanlıyı kendilerinden biri olarak kabul ettiler.”
Caudwell, partiye kaydolduktan bir süre sonra Halk Cephesi’ni izlemek için Paris’e gitti ve dönüşünde taslaklarını daha önce hazırladığı Yanılsama ve Gerçeklik üzerinde çalışmayı sürdürdü. Sonradan Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler’de yer alan denemeleri de bu dönemde kaleme aldı. Thomson, bu süreci şöyle anlatıyor: “Saati saatine yaşıyordu. Gündüzü daktilosunun başında evde geçirdikten sonra beşte evden çıkıyor, açık hava toplantısında konuşmak üzere örgüte ya da Crisp Street Market’in köşesinde ‘Daily Worker’ satmaya gidiyordu.”
Gönüllü cankurtaran
İspanya İç Savaşı patlayınca, Caudwell’in örgütü bir kampanya başlattı ve bir cankurtaran arabası almayı başardı. Arabayı Fransa üzerinden İspanya’ya götürmek için Caudwell seçildi ve “emanet” yerine teslim edildikten sonra Caudwell, Uluslararası Tugay’a katılarak İspanya’da kaldı. 12 Şubat 1937’de Jarama Nehri civarındaki çarpışmada öldürüldü.
George Thomson, şöyle özetliyor Caudwell’i: “Deha sahibi bir insandı ama böyle olsa bile o kısacık ömrü içinde bu kadar çok şey yapmayabilirdi. Doğuştan bir düşünce adamıydı o, bir eylemci oldu. Yazarlığının en verimli döneminin, Poplar’daki siyasal çalışmasıyla aynı zamana denk gelmesi hiç de rastlantı değildir.”
Christopher Caudwell’in dilimize çevrilen yapıtlarından Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler (Studies in a Dying Culture) (Metis Yay., Çev: Mehmet Gökçen, 1982), Bernard Shaw, T. E. Lawrence, H. G. Wells, Freud, şiddet, sevgi ve özgürlük üzerine denemelerden oluşur. Okuru, tüm bu düşünür ve kavramlarla hesaplaşmaya çağıran yazar, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler’in değişik konulara el atmasına karşın tek bir temayı işlediğini belirtir ve “Bu tema çağdaş kültürün bağrında yatan, onu öldüren yalandır; gene de bu yalanı tamamlayan doğru, kültürü dönüştürecek, onu yeniden canlandıracak olan doğru, kültürün daha da derinlerinde yatıyor.” der.
“Sanatsal yaratışın ve bilimin etkin işleriyle uğraşan uçarı gençleri küçümseyen ve günlerini ‘düşünme’yle geçiren ‘eskilerin cenneti”ne dalan Caudwell, burjuva bireyciliğe, gerçekliğe baskın çıkmaya çalışan “saf aydın düşüncesine” saldırıya girişir baştan sona. Bu hesaplaşmasında, zücaciye dükkânına giren bir fil kadar neşelidir. “Özgürlük isteyip ‘özgürlüksüzlük’ ürettikleri sürece, istemleri özgür olmayanların”, özgürlüğü altın bir çarmıha gerişlerini sergiler ve sorar: Ne adına?
Yanıtı çok kısadır Caudwell’in: “Bireysel özgürlük adına!”
Güç ve sabır
“Şiirin Kaynakları Üzerine Bir İnceleme” alt başlığıyla yayımlanan Yanılsama ve Gerçeklik ise temel estetik sorunları ele alıp, insanlığın ilkel yaşamından zamanımıza dek sanatın kökenlerini ve gelişimini inceleyen benzersiz bir çalışmadır. “Şiirin Doğuşu”, “Mitolojinin Ölümü”, “Modern Şiirin Gelişimi”, “İngiliz Şairleri”, “Şiirin Temel Özellikleri”, “Dünya ve “Ben’”, “Ruh ve Fantazya”, “Şiirin Düş Görevi”, “Sanatların Düzenlenişi” gibi bölümlerle, sanata mekanik gözle bakanları ve de idealistleri eleştirir Caudwell. Burjuva yanılsamasını sergiler, kapitalizmin kültürle işinin olmadığı sonucuna varır.
“Gerekliliğin bilinçsizliği” dediği burjuva özgürlük anlayışını, özelde şiir temelinde ayrıntılı biçimde ele alan Caudwell, kimi liberal solcularca “bütün çabalarına rağmen ortaya bir sentez çıkaramamak”la eleştirildi ve “yeterince açıklayıcı olamayan eklektik bir teori” üretmekle suçlandı.
Onun adına şöyle diyebiliriz rahatlıkla: Ne çıkar siz bizi anlamasanız da…
Bir başka İngiliz düşünür ve bilim adamı, 18. yüzyılda kimya biliminde pek çok önemli buluşa imza atmış Joseph Priestley’in, “Son derece önemli amaçlar için uğraşırken zorunluluk düşüncesine inanan insanlardaki kafa dinçliğinden, canlılıktan, güç ve sabırdan daha fazlası nerede bulunabilir ki?” sorusu, bu kapsamda büyük bir yanıtı da barındırıyor aslında.
Tunca Arslan
Sinema eleştirmeni - Yazar
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın ekim 2009 sayısında yayımlanmıştır.