Fatih Sultan Mehmet ve Antik Dünya

Yaşamını savaşlarla geçiren Fatih, bilimsel konulara, kültürel sorunlara ve özellikle antik dünyaya karşı büyük bir ilgi duymaktan geri kalmadı. Topkapı Sarayı’nda büyük bir kitaplık kurdu. Denebilir ki Fatih, Osmanlı sultanları içinde antik dünya ve klasik kültüre ilgi duyan tek padişah olarak görülmektedir.

İstanbul’u alan Fatih, Doğu’yu ve Batı’yı kucaklayan bir  imparatorluğun temellerini atıyordu. Bunun hiç de kolay olmadığı açıktır. Anadolu’nun büyük bölümünde güçlü Türkmen beylikleri birer tehdit öğesi olarak ayakta duruyordu. Batı’nın denizci kent devletlerinin sınırları, Ege adalarından Galata’ya, Karadeniz kıyılarına ve Kırım’a kadar uzanıyordu. Eski ve Yeni Foça’da Ceneviz egemenliği sürüyordu. Üstelik anılan devletler, ekonomik ve ticari yönden oldukça örgütlüydü. Akdeniz’de yüzyıllardan beri süren bir deniz gücünü temsil ediyorlardı. Balkanlar parçalanmış gözükse de Sırbistan ve onu destekleyen Macar Krallığı yaklaşık yüz yılı aşkın bir süreden beri Osmanlıyla savaşı sürdürüyordu. Fatih’in, eski dünyanın Serhas, Büyük İskender, Sezar gibi kahramanlarının öykülerini dinleyerek ve onların yolundan giderek bu denli karma- şık sorunları çözmesine olanak var mıydı? Günümüz tarih anlayışı, at sırtında, elde kılıçla yola çıkan bir kahramanın dünyanın fethine girişebileceğini kabul etmiyor.

Fatih, çevresindeki zorlukları aşmak için otuz yıl savaştı. Fırat kıyılarından Kırım’a, Tuna nehrine, Mora yarımadasına ve  Adriyatik kıyılarına kadar geniş bir alanda egemen bir konuma gelmeyi başardı. Bu yetmezdi. Buradaki farklı yaşam biçimlerini sürdüren insanlar için yeni düzenlemeler gerekliydi. Bunu da yaptı. Son hedef İtalya olarak görülmektedir. Fatih, çevresindeki İtalyan hümanistlerinin yardımıyla bu ülkenin askeri ve siyasal durumuyla prenslikler arasındaki çekişmeler üzerine oldukça ayrıntılı bilgiler edindi. Fatih’in, Prof. Şerafettin Turan’ın vurguladığı gibi, Rönesans’ın kaynağına gitmek istediğine şüphe yok. Yorga, Fatih’in deha değilse bile buna yakın özellikler gösterdiğini belirtir.

Yaşamını  savaşlarla  geçiren  Fatih bilimsel konulara, kültürel sorunlara ve özellikle antik dünyaya karşı büyük bir ilgi duymaktan geri kalmadı. Topkapı Sarayı’nda büyük bir kitaplık kurdu. Denebi- lir ki Fatih, Osmanlı sultanları içinde antik dünya ve klasik kültüre ilgi duyan tek padişah olarak görülmektedir. Denemeleri içinde Türk ve Müslüman öğelere en az 50 gönderme yapan Montaigne, bunların birinde şöyle der: "Türklerin padişahı İkinci Mehmet, Papa İkinci Pius’a şunlar yazmış: İtalyanların bana düşman olmalarına şaşıyorum. Biz de İtalyanlar gibi Troyalıların soyundanız. Yunanlılardan Hektor’un öcünü almak benim kadar onlara da düşer; onlarsa bana karşı Yunanlıları tutuyorlar."

Sabahattin Eyüboğlu, denemelerden çeviriler yaparken bu cümleyi görünce şaşırıp kalır. Bunun anlamını Prof. Mükrimin Halil’e ve Yahya Kemal’e sorsa da doyurucu bir yanıt alamaz. Asıl şaşırtıcı olan da Batı kaynaklarını bilen bu kişilerin böyle bir soru karşısında afallayıp kalmalarıdır. Uydurma mektupların o dönem Avrupa’sında kol gezdiği biliniyor, ama kaynağı belli olan Montaigne’in bu iddiası büsbütün dayanaksız da değildir. O dönem hümanistleri arasında Türklerin Truvalılardan indikleri inanışı yaygındı. Öyle ki bu görüş Fatih’in çevresinde de yankı bulmuş ve dönemin ünlü tarihçisi Kritovulos, bu konuda ilginç ayrıntılara yer vermiştir. Onun anlattığına göre, Fatih 1462 Ağustosunda Truva harabelerini gezer. Truva kahramanlarının gömülü oldukları söylenen Ajax tepesindeki mezarlarını ziyaret eder. Bunları öven konuşmalar yapar. Görkemli Illium’u yok edenleri ağır biçimde eleştirir. Bu insanların torunlarının atalarının “Asya halklarına” karşı işledikleri suçlardan ötürü cezalandırıldıklarını dile getirir. Babinger, bu konuşmayı, Kritovulos’un bir “iddiası” olarak görüyor. Buna karşılık Prof. Kreiser, bu konuşmayı doğrular. Yine aynı tarihçinin belirttiğine göre Fatih, Atina’nın fethinden sonra, eski Yunan filozoflarının vatanı (hükema-yı kudema-yı Yunan’ın mekânı) olan bu kentin antik kalıntılarını gezdi. Akropol’e çıktı ve bu esere karşı da büyük bir hayranlık duydu.

Fatih’in çağdaşları onun Arapça, Grekçe, Sırpça, Latince ve İtalyanca bildiğini yazarlar. Bu tartışılabilir; fakat Galata’nın teslimi sırasında Cenevizlilerle İtalyanca konuşmuş, Floransa elçisiyle de aracısız görüşmüştür. Ama Batı tarihçiliği onun hiçbir yabancı dil bilmediği konusunda direnir. Babinger, Fatih’in çevresindeki İtalyan hümanistleriyle nasıl anlaşabildiği sorusunu belirsiz bırakır. Yine bu bağlamda ziyafetlerine katıldığı Galatalılarla nasıl iletişim kurduğu da merak konusudur. Bir yıldan fazla sarayda çalışan Bellini ile Fatih’in nasıl iletişim kurduğunu da kimse sorgulamaz. Fatih’in kendi saltanat dönemini anlatan ve kendisine sunulan Kritovulos’un Grekçe tarihini niçin herhangi bir doğu diline çevirtmediğini de soran yok nedense… İstanbul’un fethi üzerine dönemin bütün kaynaklarını bir araya getiren A.Pertusi,” Fatih’in askeri dehasını onun aydın ve seçkin kişiliğiyle birleştirmek çabasının bir efsane” olduğunu yazar ve onu cahil biri olarak gösterir.

Bu bağlamda Fatih’in Grekçe ve Latince eserleri niçin kütüphanesinde topladığı sorusunun yanıtını vermek daha da zorlaşıyor. Bunu salt bir kitap merakıyla ve süs olsun diye yaptığını açıklamak doğru olmasa gerek. Deissman’ın Topkapı Sarayı’nda başlattığı daha sonra Dr. Adnan Adıvar’ın sürdürdüğü çalışmaların izinden giden Julian Raby (Dumbarton Oaks Papers, 37-1983), daha kapsamlı sonuçlara varmıştır. Bu araştırma, Fatih’in kütüphanesinin klasik kültür açısından zenginliğini ortaya koyar. Fatih’in Rönesans sanatının örneklerini İstanbul’da görmek istediğini Babinger yazmaktan geri kalmıyor.

Hasan Âli Yücel, “Biz, Avrupa’ya, garbe en köklü adımı XIV. Asır içinde attığımız halde el’an bocalamamızın sebebi, ortasına kadar geldiğimiz bu medeni ülkenin fikir tarafına hiç iltifat etmemiş olmamızdır.” der. Ahmet Hamdi Tanpınar ise şunları yazar: “Garp dünyasını alt üst eden Rönesans hareketi ve onun hayata getirdiği imkânlar, tamamiyle meçhulümüz kalmış ve aradaki medeniyet farkına rağmen sızabilen bazı bilgi ve keşifler de memleket içindeki hayata ve ilmi faaliyete yeni bir şey ilave etmemişlerdir”.

Bu iki düşün adamımızın görüşlerine katılmamak olanaksızdır. Fakat Fatih’in iki dünya arasındaki farkı sezdiğine hiç şüphe yok. Onun bu sezgisi ve hümanizması ne yazık ki köklü bir adıma dönüşemedi.

Prof. Dr. Zeki Arıkan

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın temmuz 2010 sayısında yayımlanmıştır.

Tarih
Etiketler
fatih sultan mehmet
osmanlı
istanbul
fetih
antik dünya
bilim ve ütopya