Astronomi insanlık tarihinde ilk ortaya çıkan bilimlerdendir. İnsanoğlunun dikkatini ilk olarak gökyüzü çekmiştir. Gökyüzündeki hareketlerin döngüselliği, ölümlü insanoğlunun yanında kalıcılığı (ya da ölümsüz görünmesi) insanı derinden etkilemiş, bu da astronominin gelişmesine yol açmıştır. M.Ö. 3000’lerde Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının tarıma dayalı olarak gelişmesiyle birlikte astronominin önemi daha da artmış, ancak Yer hep evrenin merkezinde hayal edilmiş ve bu düşünce hem mitolojiyle hem de dini inançla birleştirilmişti. Antik Yunanlılar astronomide belli bir gelişim sağlayarak gökyüzündeki hareketleri geometri ile açıklamayı başarmışlar, ancak yeryüzünün hareketli ve evrenin merkezinde olabileceğine ilişkin görüşlere karşı çıkmışlardır.
Gökcisimlerinin hareketlerinin dairesel olduklarına ilişkin ilk ciddi açıklama ve belki de ilk ciddi evren anlayışı Pythagorasçılara (M.Ö. 5. yüzyıl) aittir. Pythagorasçılar, evrende matematiksel bir uyum olduğu düşüncesinden hareketle gökcisimlerinin hareketlerini geometri ile açıklamaya çalışmışlar, ancak yaygın inanışın aksine Yer’in evrenin merkezinde olmadığını savunmuşlardır. Evrenin merkezine “Merkezi Ateş” adını verdikleri hayali bir cismi yerleştirmişler ve Yer de dâhil olmak üzere bütün gökcisimlerinin Merkezi Ateş etrafında dolandıklarını varsaymışlardır. Yeryüzünden Merkezi Ateş’in görünmesini engellemek için, Yer ile aynı zamanda dolanan ve hep onun tam karşısında bulunan “Karşı Yer (Antikton)” adını verdikleri bir gökcismi yerleştirmişlerdir.
Pythagorasçıların önde gelen temsilcilerinden biri olan Philolaos’un (M.Ö. yaklaşık 480-400) öne sürdüğü bu kuram, Yer’i evrenin merkezi olarak kabul etmemesi ve bir gezegen gibi Merkezi Ateş’in çevresinde dolandırması, astronomi tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak bu sistem, daha sonra eleştirilere uğramış ve değiştirilmiştir. Onu eleştirenlerden biri de Sirakuzalı Hiketas’tır (M.Ö. 5. yüzyıl).
Philolaos’un genç çağdaşı Hiketas’a göre Yer, ekseni çevresinde 24 saatte döner; bu yüzden, merkezi ateş ve Antikton varsayımlarından vazgeçmek gerekir. Gökyüzü, Güneş, Ay ve yıldızlar, yani bütün gökcisimleri hareketsizdir. Evrende, hareket eden tek cisim Yer’dir. Ancak Yer kendi ekseni çevresinde dönerken, diğer bütün hareketsiz gökcisimleri hareketli imiş gibi algılanır. Ancak ne Philolaos’un kuramı ne de Hiketas’ın Yer’in dolandığına ilişkin düşünceleri, Antik Yunan astronomlarınca kabul edilmiştir. Zira bu varsayımlar gözlemlerle tersti ve daha da önemlisi matematiksel ölçüme olanak sağlamıyordu. Yunan astronomisinin matematikselleşmesi, Knidoslu Eudoxus (M.Ö. 408-355 yılları) ile başlar. Eudoxus ve öğrencisi Callippus’un (M.Ö. 370-300) kurmuş olduğu Ortak Merkezli Küreler Sistemi ile bilimsel astronominin öncülüğü yapılmıştır. Bu astronomik sistem, astronomik olguların matematiksel izahına girişen ilk Yunan astronomi sistemidir. Eudoxus’un evren modelinin temelinde, merkezleri aynı olan küreler fikri vardır. Her gezegen kendisine özgü birtakım kürelere sahiptir. Hareketleri dairesel olan bu küreler iç içe geçmiş haldedirler ve merkezlerinde de Yer vardır.
Eudoxus’un ortak merkezli küreler sistemi, tüm karmaşıklığına rağmen, astronomiye yeni bir ruh getirmiş ve ilk defa bu kuram yoluyla, bir gökcisminin belirli bir süre sonra nerede bulunacağını matematiksel olarak belirlemek olanaklı olmuştur. Özellikle Eudoxus’un bu sisteminde yer alan “küre” anlayışı modern astronominin kurucularından Kepler’e (1571-1630) kadar devam etmiştir.
Ortak Merkezli Küreler Sistemi, Aristoteles (M.Ö. 384-322/1) tarafından bilimsel bir zemine oturtulacak ve küreleri fiziksel nesneler olarak ele alınacaktır.
Aristoteles’e göre evrenin merkezinde olan Yer’i, bir soğanın kabukları gibi merkezleri ortak olan bir seri küre katmanı çevreliyordu. İlkin üç yersel elementin küreleri, su, hava ve ateş küreleri geliyordu. Ateş küresini saydam, kristal yapıda olan küreler çevrelemekteydi ve gezegenler bu kürelere çakılı bir şekilde Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn sırası ile taşınmaktaydılar. En dışta ise sabit yıldızlar küresi bulunmaktaydı. Bu küreler, göksel cisimlerin hareket ettiği büyük bir makinenin fiziksel varlığı olan parçaları gibiydi. Eudoxus ve Aristoteles’in ortaya koyduğu bu sistem, hesap yaparken oldukça karışıktı ve kullanışsızdı. Dolayısıyla astronomlar hâlâ iyi bir matematiksel sisteme sahip değillerdi ve yeni sistem arayışları içerisindeydiler. Diğer taraftan Merkür ve Venüs’ün yeri meselesi de gündemdeydi. Bu iki gezegen Güneş’in altında mıydılar, yoksa üstünde miydiler? M.S. 100 yıllarında yaşamış olan eklektik düşünür Aetius, Filozofların Görüşleri adlı eserinde bu problemi ele alan ve Yer’in hareketini tartışan iki önemli astronomdan bahseder: Pontuslu Herakleides ve Pythagorasçı Ecphantus.
M.Ö. 4. yüzyılın başlarında Pontus’ta doğan Pontuslu Herakleides (ölümü M.Ö. yaklaşık 318-310 yılları arası), daha önce Philolaus ve Hiketas tarafından gündeme getirilen Yer'in hareketi meselesini ele almış ve Yer'in kendi etrafında dolandığını söylemiştir. Yine o dönemde yaşamış olan Ecphantus da (M.Ö. 4. yüzyılın ilk yarısı) bu görüşü savunmuş, Yer'in evrenin merkezinde bulunduğunu ve kendi etrafında doğuya doğru döndüğünü söylemiştir. Herakleides, gezegenlerin ve yıldızların günlük hareketlerinin Yer’in kendi ekseni etrafındaki dolanımından kaynaklandığını söyleyerek, 24 saatlik günlük değişimleri doğru bir biçimde açıklayabilmiştir. Herakleides aynı zamanda Venüs gezegeninin Güneş etrafında dolandığını da tespit etmiş ve muhtemelen 16. yüzyılın önde gelen astronomlarından Danimarkalı Tycho Brahe (1546-1601) gibi hem Güneş’i hem de Yer’i merkeze alan bir evren modeli ileri sürmüştür.
Prof. Dr. Yavuz UNAT
Kastamonu Üniversitesi Felsefe Bölümü
Yazının tamamı Bilim ve Ütopya'nın şubat 2018 sayısında!