Depremde hangisi öldürür: İletişimsizlik mi vurdumduymazlık mı?

Yazan
Korkmaz Alemdar
Yazının Okunma Süresi
8 dakika

Cumhuriyet yönetiminin basın konusunda ilk düzenlemelerini yaptığı yıllarda, 1930’larda, Batı’da iletişim araçlarının kadını erkek, erkeği kadın yapma dışında mutlak güce sahip olduğuna inanılırdı. Gelişmeler bu abartılı düşünceyi sonraki yıllarda yumuşattı ve kitle iletişim araçlarının etkisinin sınırlı olduğu düşüncesi öne çıktı. Sonra bir başka aşırı uca, etkisinin olmadığı düşüncesine savrunuldu. ABD’de yapılan araştırmaların bu ve benzeri sonuçları ders kitaplarında bugün de okutulan bilgilerdir. ABD bilgi birikimini İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı dünyasının lideri olarak izleyeceği politikaların belirlenmesinde kullandı. Kitle iletişim araçlarını geri kalmış ülkelerin modernleşmesinde (kalkınmasında) ön sıraya yerleştirdi. Bu nedenle iletişim araçlarının kullanımı/yaygınlaşması desteklendi, gazetecilerin eğitimi için okullar açılması sağlandı. Bunu savaş sonrasının yeni bilim, kültür, eğitim kurumu UNESCO gerçekleştirdi.  Kimi Afrika ülkesinin gazete ve radyoyla tanışması, bizde olduğu gibi iletişim eğitiminin gelişmesi savaş sonrası izlenen politikalar sonucudur.[1]  

Bugün iletişim teknolojilerindeki gelişme insanların bilgiye erişim, görüş bildirebilme, hatta “gazetecilik” yapabilme olanaklarını arttırmış görünmektedir. Bunlarda doğruluk payı olmakla birlikte büyük çoğunluk için artan olanaklar kafa karıştırma, gerçekleri görmeyi engelleme biçiminde kendini göstermektedir. Bu durum iletişim araçlarının etkileri konusunda yeni bir dönemin ortaya çıktığını işaret etmektedir. ABD’den dünyaya yayılan yeni düşünce artık bir post-truth (post-gerçeklik) dönemine girildiğidir. Bu insanların olan biteni gözden kaçırdığı, doğru olanın öneminin ve etkisinin kalmadığı bir dönemdir. Kafalar o kadar karışıktır ki, insanlar artık gerçeğe değil, canlarının istediğine inanmaktadırlar. Bu yalanın egemenliğini yaratan bir durumdur.[2] Yöneticilerin söyledikleri yalanlar yeni sistemin gazetecileri eliyle yayılmakta ve yeni toplumun doğruları haline gelmektedir. Bütün bunlar çok umut bağlanan yeni teknolojilerin kapitalist sistemin yarattığı olağanüstü eşitsizliği sürdürebilmenin aracı haline geldiğine işaret etmektedir.

Bizdeki durum da ilk bakışta böyledir. AKP iktidarı döneminde iletişim alanında çoğulculuğun ortadan kalktığını, gazete ve televizyonların aynı içerikte yayın yaptıklarını, bunların tek yanlı, hatta bazen gerçek olmayan bilgilerle donatıldığını biliyoruz. Geçmişte de sorunlar vardı, gazetelere ve televizyonlara çok güvenmemize rağmen onları hiçbir zaman demokrasinin dördüncü gücü haline de getiremedik ama birdenbire tanıştığımız ve uygulamaya koyduğumuz post-truth çağında, örneğin deprem konusunda ne yapacağız?  Söylenilmesinin neredeyse olanaksız olduğu gerçekleri mi, yoksa işitilmek istenenleri mi anlatacağız?       

 

Deprem gerçeği

Depremin ülkemizde ne denli yıkıcı bir olay olduğunu bilmeyen yok. Bunun doğa olayının kendisinden çok yaşam alanlarımıza verdiğimiz biçimden kaynaklandığını biliyoruz ama yanlışları düzeltmiyoruz. Konuşuyoruz, eleştiriyoruz ama olumlu yönde değişiklik yok; umursamıyor gibiyiz. Bunların nedenini iyi düşünmemiz gerekiyor. Ölümlerin ihmallerden mi yoksa somut çıkarların yarattığı vurdumduymazlık ve fırsatçılıktan mı kaynaklandığını anlamaya çalışmak gerekiyor.  

Önce, günümüz toplumuna ilişkin birkaç gözlem: Bulunduğu yerden memnun olan neredeyse kimse yok, hemen herkes daha iyi yaşayacağını sandığı yerlere göç etmeye çalışıyor. Köylünün gözü kentte; mümkünse daha uzağa, Batı’ya gitmek istiyor. Kentlinin gözü ülke içinde ya da dışında Batı’da. Kentte gecekondu sahibi olanların gözü hâlâ arsasına yapılacak çok katlı apartmanda. Apartmanda oturanın gözü kent merkezine uzak çok katlı yeni yapılarda. Kent merkezinde yaşayanların gözü yaşlanmış yapılarının yerine kat artırımı ile yapsatçının yapacağı yeni binada. Kiracılar dere yatağına bile yapılmış olsa uygun fiyatla konut sahibi olma peşinde. Yaşadığı yeri beğenmeyen, benimsemeyen, göç etmek için fırsat kollayan insan topluluğuna dönüşmüş durumdayız. Bu durumda yapıların kalitesi ve yaşanılan ortamın nitelikleri kimin umurunda olabilir? Kim binanın sağlamlığını, kaldırımın ve yolun düzgünlüğünü, yeşil alanların ve çocuk parklarının durumunu dert edinir?[3]

Geçmişin yarattığı sorunlara AKP iktidarı döneminde eklenenler dikkate alındığında olası bir depremin çok can yakıcı olacağını söylemek yanlış olmaz. Yıllarını özellikle İstanbul gibi deprem tehdidi altında olan bir kentte sadece inşaat yapmakla geçiren bir siyasal iktidarın, kötüsü geldiğinde hiçbir sorumluluğu kabul etmeyeceğini söylemek kâhinlik değildir. İnsanların çıkar kaygıları, siyasal iktidarın kendi çıkar hesaplarıyla birleşince deprem bir yıkım değil, yeni fırsatlar kaynağı olarak algılanacaktır. Üstelik bunun böyle daha hayırlı olacağını söyleyecek bir medya hazırda beklemektedir.

Türkiye, 1950’li yıllardan beri cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki politikalarla hesaplaşmayı sürdüren siyasal iktidarlar tarafından yönetiliyor. Hiçbir sorunu çözemedikleri gibi önyargıları doğru değerlendirme yapmalarına da izin vermiyor. Doğa, çevre, insan konularında duyarlı geçmişi anlamak istemiyorlar. Savundukları dini değerler bile yol gösterici olamıyor. Ağır bir yıkım gözleri açar mı bilinmez. Ama 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da Beyoğlu’nda yaşayan azınlık yurttaşlara dönük olaylara ilişkin Aziz Nesin, Demokrat Parti’nin uyguladığı politikalar yüzünden kırsal bölge insanlarının İstanbul’a doluştuğunu; iktidara güvenerek kenti yağmaladıkların belirtir.[4] Aynı yıllarda Demokrat Parti ile her zaman iyi geçinemeyen bir başka gazeteci, 1954 seçimleri sonrası şöyle yazar: “Ah bu benim sevgili vatandaşım/Mimarı bırakır, evini kalfaya yaptırır!/Avukatı bırakır, davasını arzuhalciye götürür!/Cerrahı bırakır, yarasını çıkıkçıya gösterir!/Dişçiyi bırakır, dişlerini berbere söktürür!/Hâlâ seçimlerin neticesine şaşıyor musunuz?”[5]

İnsanın değişiminin zor olduğunu biliyoruz. Emek istiyor, eğitim istiyor ve de zaman istiyor. Yıllar boşa geçti. Ülkesini seven, başkalarını düşünen insan varsa deprem dâhil bütün yıkımların üstesinden gelinebilir. Ama bencilliğin, yalancılığın egemen olduğu bir yerde yıkım için deprem şart değildir. 

 

[1] Bkz. Hıfzı Topuz’a Armağan. İletişimin Devrim Yılları, İLAD ve Hiperlink yayını, 2014. Füsun Özbilgen şunları yazıyor: “Kübalı vatansever şair José Marti’nin dediği gibi insanlara yaşamlarının büyük rüyasını gerçekleştirmeleri için yardım eden kişi, büyük insandır. Hıfzı Topuz, işte siz de o büyük insanlardansınız. Kara Afrika’nın ta göbeğinde, Katanga’da bir üniversitenin rektörü kürsüde konuşurken, 90 yaşındaki Hıfzı Topuz’a dönerek bunları söylüyor. Hıfzı Topuz hocamız da tevazu ile önüne bakıyordu. İletişim uzmanı olarak 50 yıl önce Kongo’da yaptığı çalışmalar unutulmamış ve kendisine onur doktorası sunulmak üzere davet edilmişti…” s. 9. Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu da UNESCO ve Gazeteciler Cemiyeti’nin katkılarıyla 1965 yılında eğitime başlamıştı.

[2] ABD kapitalist sistemde bilginin eşitsizliği (sömürüyü) arttırmak için nasıl kullanıldığının örneklerini sunuyor. Teknolojik gelişmenin yarattığı olanaklarla iletişim özgürlüğünü, saydamlığı geliştirirken yurttaşlarını yalanın egemenliği altına sokabilmektedir. Dün Vietnam, bugün Irak savaşını yalanlara dayalı yürütürken Pentagon belgelerinin nasıl yayınlandığını anlatan bir filmle, The Post, yalanla mücadele etmenin mümkün olduğuna inandırıyor. Hırsızlık ve başka yasa dışı etkinliklerle elde ettikleri gelirleri yasal hale getiren türlü işlemleri yaratanlar bu kez The Laundromat ile yaptıklarını anlatmayı marifet sayıyorlar. Biz de her şeyi onlardan öğrenmeyi sürdürüyoruz.     

[3] Kente ilişkin konuların tamamen başıboş bırakıldığını söylemek yanlış olur. Başkent için bkz. Ankara Rapor Gökçek Dönemi Hasar Tespiti (1994-2017), Mimarlar Odası Ankara Şubesi, 2017.

[4] A. Nesin, Salkım Salkım Asılacak Adamlar, 9. Baskı, 2004, s. 34.

[5] Bed’i Faik, Akis, 29 Mayıs 1954, s. 7

Toplum Bilimleri
Etiketler
deprem