Öyle insanlar vardır ki, onlarla yaşadıklarınızın ardından üstünü örtmeye çalıştığınız yetersizlikleriniz, yalanlarınız, özürleriniz, çirkinlikleriniz bir bir çıkar ortaya. Canınızın dip kuyularına düşüp karanlık iç dünyanızı tanımanın dehşetini yaşarsınız. İçinizin bir yerlerindeki ekranda kendinizin öyle yanlarını görür de iğrenirsiniz. Utanırsınız, kaçarsınız, kim bilir belki de saldırırsınız. Onlar maskelerimizi indirenlerdir. Canımızı çırılçıplak bırakanlar. O zamana değin nice çabalarla geliştirmeye çabaladığımız kendimizi koruma giysilerini çıkarırlar üstümüzden. Öylesine üryan kalakalırız. Kendimizi kendimizden saklayamaz oluruz. Alıştığımız, büyük ölçüde memnun olduğumuz kendimiz, sarsılmaya başlar, duvarlarımız yıkılır, maskelerimiz paramparça olur. Giyinikliğin yalancı güvencesinden soyunukluğun yapayalnızlığına düşeriz.
Onların böyle bir amaçları olmayabilir. Belki de en sıcak en yakın dostlarımızdandırlar. İstemeden, bilmeden öyle yerlerimize dokunurlar ki canımız yüksek bir şiddetle deprem geçirir. Peki, neden kalır, nasıl kalır canımız çırılçıplak? Canın çırılçıplak olması ne demektir? Canımızın çıplaklığından neden korkarız?
Can sözcüğünü alışılmış anlamıyla “ruh-beden” bütünlüğü olarak anlıyorum. Canımız hem bilincimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı, hem de bedenimizi içerir. Canımız bedenli bir varlık olarak bir kültürde, belli bir tarih içinde, fiziksel, toplumsal, ekonomik çevrelerde yaşar. Canımız bedeniyle belli bir giysi içindedir çoğunlukla kamusal alanda. Zihnimiz de giysilidir. Onun çok az bölümünün bilincindeyizdir. Aynalarda gördüğümüz görüntümüz giysili görüntüdür genellikle. Bu giysi bize içinde bulunduğumuz toplumumuz, kültürümüz tarafından verilir. Canımız hem bedeniyle, hem de düşünce ve duygularıyla giysilidir. Töre, ahlak giysileri verilmiştir bize doğumumuzdan itibaren. Çoğumuz, canımızın giysilerini fark etmez, fark edemez. Belli maskeler içinde, belli giysilerle giyinmiş olarak buluruz kendimizi. Bunu da nedense genellikle hiç şaşmadan kabul ederiz. O giysiler algılarımızın, bilgilerimizin, dünyaya bakışımızın temelini oluştururlar.
Giysilerimiz bizi korurlar. Canımız, içinde bulunduğu kültürün, doğanın, duygusal, düşünsel yapının toplumsal ilişkilerin, ekonomik işleyişin değişimiyle değişir, giysilerimiz de değişmek zorunda kalır. İnsan, giysilerine sarılıp, değişmeye direnirse giysileri artık onu korumaz olur. Dünyayı, evreni kavrayışımız değiştikçe giysilerimiz değişir. Can sürekli devinimi içinde dönüşüme, değişime açıksa giysileri de değişir. Toplumların da canı vardır. Canlara deli gömleği giydiremezsiniz. Giydirirseniz onları öldürürsünüz.
Canların soyunması, kendilerini, üzerlerindeki giysileri “görebilmeleriyle”, başlar. Elbette mutlak çıplaklık yoktur. Çıkardığınız her giysinizin altından başka bir giysi çıkar. Canınıza yakışmayan, sahte, yalan, yanlış olduğunu düşündüğünüz giysilerinizi çıkarmak o kadar da kolay değildir. Toplumlarda da bireylerde de böyle değişmeye, soyunmaya, çıplaklığını görmeye direnç vardır.
Canımızı çırılçıplak soyanlar bunu nasıl başarırlar? Öncelikle canımızın giysileri konusunda duyarlı olması gerekir. Bir bilge insan bize bir şeyler söyleyebilir ya da ima edebilir. Biz, soyucumuzun sunduğuna duyarlı değilsek ondan bize herhangi bir ileti ulaşmaz. Antenlerimiz, giysilerimizle ilgili görüşlere, düşüncelere, bilgilere açık olmalıdır. Giysilerimiz ön yargılarımızı da kapsarlar. Kimi durumlarda onlara sımsıkı sarıldığımız, ödün vermeden korumaya çalıştığımız kaskatı düşüncelerimize dönüşebilirler. Giysilerimizle ilgili dışarıdan gelebilecek görüşleri bir tehdit olarak algılayabiliriz. Bunun için savaşmayı, ölmeyi, öldürmeyi göze alabiliriz.
İşte, canımızı soyanlar, bize öyle yumuşak, öyle incitmeden, egemen olma isteğinden uzak yaklaşabilirler ki adeta yokturlar. Vardırlar, varlıkları bize bizi hatırlatır. Bize bizi sorgulatır. Önümüzde sadece duruşları bizi alır, kendimizi gözden geçirip sorgulamaya götürür. Bundan dolayı, bizle ders verir gibi konuşan, bize nutuk atan, vaaz veren, yüksek perdeden, alaycı, aşağılayıcı tavırla yaklaşanlar giysilerimizi çıkaramazlar pek.
Ayna tutuculardır bizi çırılçıplak bırakanlar. Giysilerimizin altındakileri gösterirler bize. Göründüğümüz giyinik canın “altındaki” soyunuk canı sererler gözlerimizin önüne. Canı kat kat giysili olanlara soruyorum: Kimin tuttuğu aynada görüyorsun kendini? Aynan kim? Kim gösteriyor sana kendini? Yandaşın, övücün, çıkarcın, hayranın ya da düşmanın mı? Hangi inancın, hangi çıkarın insanı o? Kim ayna tutuyor iç dünyandaki dehlizlere? Aynacın Kim?
Karşılaştın mı hiç canının giysileri altında sakladığın insana, özgürlüğe, adalete, emeğe yakışmayan çirkinliklerini sana gösterenle? Unutma, canına sardığı parıltılı görünüş altındaki paçavraları sorgulayamayan biri, olanca güzelliği içinde hakça, özgürce yaşanacak bir dünya için savaşan bir devrimci olamaz.
Prof. Dr. Ahmet İNAM
ODTÜ Felsefe Bölümü