Sömürgeciliğin tarihi yazılacaksa Afrika kıtası en geniş yeri kaplayacaktır.
Afrika’nın tarihinin ne kadar iyi bilindiği bir muhakeme konusu. Kuşkusuz bunda, sözlü bir geleneğe sahip olmalarının rolü vardır ancak çok daha önemlisi sömürgecilerin yarattığı ters algıdır.
Batı emperyalizmi, 1885 Berlin Konferansı’yla kıtada sömürgeleştirilecek yerleri paylaşmış ve ardından benzeri görülmemiş, “şeytani boyutlara ulaşan” olaylar yaşanmıştır: köle ticareti, katliamlar, soykırımlar, bütün kaynakların yağmalanması vs.
Ters algı burada devreye girmiştir ve âdeta bir tarih yazımına dönüşmüştür. “Şeytani boyutlara ulaşan” olayların dünyaya kabul ettirilmesi için bir Afrika yaratılması gerekmiştir ve yaratılmıştır da: Bu insanlar medeniyetsizdi, barbardı ve hatta yamyamdı! Kâşifler krallarının bile olmadığını söylüyorlardı, nasıl insan olabilirlerdi! Fernand Braudel gibi tarihçiler yüzyıl sonra bile sömürgeleştirmenin Afrika’ya soluk aldırdığını yazacaktı![1] Evet, kötü olaylar yaşanmıştı ama bu bir medeniyet şokundan başka bir şey değildi; mazur görülebilirdi! Sonuçta sömürgeleşmek Afrikalıların toplumsal, ekonomik ve kültürel yapılarını ilerletmişti! Afrikalıların karşılaştıkları, her ne kadar sömürgecilik hedefleri de olsa, “modern üretim ve iletişim araçlarına sahip endüstriyel bir toplumdu!” Bıraksalardı da Afrikalılar yamyamca yaşamaya devam mı etselerdi! Bu bir insanlık borcuydu!
Bu “insanlık borcu”nu Afrika, sömürgecilere karşı verdiği bağımsızlık mücadeleleriyle ödedi. Bu tarihsel süreç, Afrika üzerine yaratılan ters algının kırılması ve bilinmeyen Afrika’nın bilinirliğe kavuşması süreci olarak da okunmalıdır. Son elli senedir Afrika hakkındaki çalışmalar batımerkezci algıyla yarışır bir yaygınlık kazandı. Özellikle Türkiye’de son on senedir yapılan çalışmalarla ciddi bir külliyat oluştuğu kabul edilmelidir. Bu sayımızın, bu külliyata önemli bir katkı sunacağını ümit ediyoruz.
* * *
Halikarnas Balıkçısı Mavi Sürgün kitabının başlarında şunları yazmıştı:
“Afrikalılar bir yabancıya rasgelince, onun ne olduğunu, kim ve nereli olduğunu sormazlar, sadece ‘siz nasıl dans eder ve türkü söylersiniz’ diye sorarlarmış. Onlarca bu sorunun cevabı, yabancı hakkında bilinmesi önemli olan her şeyi açıklarmış. (…) Afrikalılar, insanlar ve toplulukların özelliğini dans ve türkülerinde buluyorlardı. Fakat Avrupalılar, toplulukların ve devirlerin özelliklerini kullandıkları silahlarda görüyorlardı.”[2]
Doğanın bütün nimetlerinin insanlar arasında eşitçe paylaşılması inancı medeniyet öncesi bir inanç değil; insanlığın geleceğiyle ilgili bir inançtır. Balıkçı’nın bu sözlerinden, Afrikalıların doğa ile kurdukları uyum ve insanlığın geleceğine dair tepkeleri anlaşılıyor. Sömürgecilik en büyük darbeyi bu tepkelere vurarak işe başladı. Kıtanın bağımsızlıklarını kazanan ülkeleri dünyada Afrika gerçeğini ortaya çıkarırken bu tepkelerin yeniden yeşermesinin de yolunu açtı. Bugün Afrika’nın Gelişen Dünya içindeki önemi bu kültürel kodlarda da aranmalıdır.
* * *
1954 senesinde Cemal Süreya, Afrika isimli bir şiir yazdı:
Afrika dediğin bir garip kıta
El bilir âlem bilir
Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz’in
Hâlâ eskisi gibi çizilir
Haritalarda[3]
Afrika’yı el âlemin nasıl bildiğini artık daha yakından biliyoruz.
Kıtanın sömürgecilikten kurtulması büyük bedeller ödeyerek gerçekleşti; değişen haritalar, sadece kâğıt üzerinde değişmedi. Emperyalizme karşı insanlığın biriken öfkesini on yıllara yayılan süreçte besleyen ana kaynaklardan biri oldu Afrika. Kaybederken kazanan kıta…
[1] Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Say Yayınları, 2024.
[2] Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, Bilgi Yayınevi, 1983, s.13-14.
[3] Cemal Süreya, Sevda Sözleri, YKY, İstanbul: Eylül 2005, s.34.