Evrim, genetik ve “ırk”: Evrimsel biyoloji insan ırkları ayrımını geçersiz kılar

Yazan
Prof. Dr. Ergi Deniz Özsoy
Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü
Yazının Okunma Süresi
39 dakika

Kuzey Amerikalı kâşif, hümanist, 19. Yüzyılın insanı keskin sınırlarla tasnif etmeye alışkın, sömürgeci geçmişin ve eğilimlerin birikimiyle toplumları ve kültürleri bilmek, anlamak durumunda olan seyyah kuşağının önemli isimlerinden Charles Pickering’in 1850’de yayınlanan kısa adıyla İnsanın Irkları (The Races of Man) eseri (1), yazımıza konu teşkil eden biyolojik “ırkları” resmeden bildik kitaplardan biri gibidir. Bununla birlikte, kitabın ucuz İngiliz baskısına insanın doğa tarihini özetleyen uzun bir önsöz yazan dönem hekimi John Charles Hall’ın ayrıntılı fiziki antropoloji ve zihinsel yetenek karşılaştırması çerçevesinde gösterme gayretinde olduğu siyah-beyaz eşitliği, Pickering’in eserinin de ruhunu yansıtır. Öte yandan, aynı önsözde, aşağılayıcı ve her yönüyle hiyerarşik bir siyah-beyaz insan kademelenmesinin eleştirisi bir yandan olabildiğince hümanist çizgiler dâhilinde, dönem itibarıyla bile kuşkuya yer bırakmayacak kanıtlar ve gözlemler ışığında yapılırken, bir yandan da, çeşitli ve yaygın kullanılan fiziki özellik indeksleriyle insan biyolojik çeşitliliği bir avuç “ırk” içinde sınırlandırılır. Aslında bir yandan insanı aşağı-yukarı ırk diye ayırmanın anlamsızlığına vurgu yapılırken diğer yandan da fiziki özellikler temelinde ırklara ayırmanın mecburi görülüşü, yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar şiddetini yitirmeyen bir kabulden, ırk kategorisinin bir şekilde doğru bir biyolojik tanımlama olduğu görüşüne dayanmaktadır. Fakat elbette hem 19 yüzyıl hümanist entelektüeli hem de 20. Yüzyılın büyük bir kısmındaki egemen entelektüel görüş açısından temel sorun, biyolojik varlıklar oldukları aşikar insan “ırklar”ının aynı türe ait olup olmadıklarıdır ve ezici çoğunlukla bu soruya verilen yanıt, tek bir insan türünün var olduğudur. İnsanı yaratılışın en önemli ve biricik varlığı gördüğünü anladığımız hümanist hekim J.H. Hall de, yaratılış birliğinden hareketle tüm insan ırklarını tek bir tür altında toplamaktadır. Sonuç itibarıyla biyoloji haricindeki başka bir yoldan varılan sonuç doğru olsa da-teolojik argüman elbette biyolojik argümanla konu itibarıyla yanı kefeye konulamazlar- ırklar şeklinde biyolojik bölümleme aynı bir tür içinde de, insan harici türlerde olduğu gibi, hala yapılabilir ve insan söz konusu olduğunda da, böyle bölümlemelerin sınırlarını oluşturan farklılıklar, biyolojik olmaktan çok kültürel ve medeniyet seviyesine dair olabilirler. Nitekim bu görüş, ister istemez, Pickering’in kitabına yapılan önsöze de hâkimdir ve konumuz itibarıyla popüler-yarı popüler algıda ırk kavramının egemenliğini, günümüz dâhil, neden bu denli uzun süre koruduğunu açıklamaktadır: insanlar, aynı türe ait olmakla ve aralarındaki biyolojik farklar onları biyolojik manada hiyerarşik bölümlemeye tabi tutmaya imkân vermemekle birlikte, yine de ırk-kültür-medeniyet tasnifiyle daha kolay görünür oldukları düşünülen varlıklardır. Kültür ya da medeniyet denen şeyin ne denli kategorik ya da sürekli olduğu veyahut nereye kadar tarihsel-ideolojik bir kurgulama biçimi olduğu başka bir mesele. Ancak ırk kategorisinin biyolojik bakımdan doğruluğu, insanın kalıtımsal çeşitliliği ile kültürel çeşitliliği arasındaki bağ üzerine yapılacak düşünüşün sağlığı açısından büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla, yazımız ırk kavramının insan biyolojik çeşitliliğini ne ölçüde izah ettiği ve kategorik bir biyolojik çeşitlilik indeksi oluşturabilmenin neresinde durduğunu odaklanacaktır. Tekrar Pickering’in kitabı üzerinden meselemize dönersek; insan ırklarının-ırkçılık propagandasına kaçmadan- insanın biyolojik çeşitliliğinin makul bir tasnifi olarak görüldüğünden bahsetmiştik. Şekil 1, Charles Pickering’in kitabından alınma yeryüzündeki ırkları farklı renkler ile veren bir haritayı göstermektedir:

 Description: C:\Documents and Settings\murat\Desktop\ırk-ergi\tara0006.jpg

Şekil 1. İnsan ırklarının coğrafi dağılımı (The Races of Man, Charles Pickering, 1851)

Bu haritada gözümüze çarpan ilk nokta, bir avuç renkle dünya insan coğrafyasının resmedilmesi, dolayısıyla, sadece bir kaç ana “ırk” temelinde insan biyolojik çeşitliğinin tarif edilmesidir. Dönem itibarıyla hayli doğal görülebilecek ancak konumuz itibarıyla daha kritik önemi bulunan bir diğer nokta ise ne bu haritanın ne de temel aldığı anlatının insanın yeryüzündeki dağılımının tarihsel hareketliliğine ilişkin bilgi vermesidir:  aynı türe mensup insan “ırkları”, renklerin bir tayf oluşturmamasıyla ifade edilen, aralarında keskin sınırlar arz ederek yeryüzü sahnesinde ilahi yaratılışın anlık ürünleri olarak yer almaktadır. Kafatası özellikleri, yüzü oluşturan parçaların biçimi, deri ve saç rengi, saç biçimi gibi özeliklerden tanımlanan ölçüm indeksleriyle türetilen, aynı türün üyesi bulunan ayrıksı gruplardan ibaret insan çeşitliliği algısının, büyük doğa bilimci Charles Darwin’in Türlerin Köken’inin damgasını vurduğu (2), canlı çeşitliliğinin insanı da dahil eden büyük resmini tarihselliği içinde elen alan bir dönemle birlikte sarsılmaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Darwin’in canlıya dair düşünüşün tarihinde yarattığı büyük kırılma, tam da bu noktaya ilişkindir ve bu kırılma, insan ırkları kavramlaştırmasının felsefi dayanak noktasını oluşturan Platonik idea kökenli tipolojik tür-varlık, form kategorilerinin sınırlarının açıkça yıkılması demek olan tür içi değişkenliğin önemine vurguyla tarif edilebilir. Türlerin Kökeni’ndeki ana eksen-bunlar evrmleşmenin mekanistik izahı ve tarihselliği çerçevesinde çok önemli olmakla birlikte- ne ortak kökenden türeme ne de böyle bir türemenin Malthusvari bir ayıklanma ile tebarüz etmesidir. Bütün canlıları birbirine seçilimsel süreçlerin keskin kılıcı altında birbirine bağlayan şey sahip oldukları değişkenliktir ve bu değişkenlik varyete, alt tür ya da coğrafi ırk ve en nihayetinde tür şeklinde çizilen varlık sınırlarını iç içe geçirir ve belirsizleştirir. Canlı varlıklar değişimlerin sürekliliği içinde tarihsel olarak birbirine bağlanan büyük bir aile teşkil ederler. Bugün, kimi yarı-geçirgen sınırları tanımlamak şartıyla büyük oranda kabul ettiğimiz bu görüş, elbette temel itibarıyla türlerin anlık yaratılan, aralarında dönüşüm ilişkileri bulunmayan varlıklar olmayıp yarı suni kategoriler olduğunu söylemenin doğru biyolojik bir ifadesidir. Bununla birlikte, çeşitlilik temelindeki ilişkilenmenin tarihselliği farklı türler açısından, tür içi bölümlenmenin farklı şekillerde tezahür edeceğini, yani her türün zaman ve mekândaki dağılımının diğer türler karşısında belli bir benzeşmezlik içereceği anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, her türün evrimi bir şekilde kendine özgüdür de. Darwin’nin yarattığı bu büyük kırılma, yani değişkenliğin tarihsel sürekliliği sebebiyle keskin, su geçirmez sınırlarla çizilmiş canlı kategorilerinin hiç bir zaman teşekkül edemeyeceği, aşağıda verilen, Köken’deki tek görsel ile net bir şekilde ifade edilmektedir:

Description: 002_Page_05.jpg

Şekil 2: Charles Darwin’in Köken’deki, hipotetik ortak kökenden değişerek türemeyi gösteren çizim.      

Bu çizim evrimsel biyolojinin Darwin sonrasında izlediği düşünsel yolun da bir özetini vermektedir ve A’dan L’ye harflerle simgelenmiş ata formlardan köken alan diğer formların, çizimin yukarısına doğru uzanan geçmişten günümüze gelen çeşitlenmesini, yok oluş ve mevcudiyetlerini izah etmektedir. Bu büyük izahın konumuz itibarıyla can alıcı noktası ise, tüm sınıflandırma birimlerinin (Darwin Köken’de bu aynı çizime varyete, alt tür veya coğrafi ırk, tür, cins, aile, takım, sınıf şeklinde tüm kategoriler için başvurur) grup içinde grup şeklinde bir iç içe geçmeye imkan tanıyan, biyolojik özellik değişkenliği temelinde tanımlanması mümkün benzerlik derecelerini esas almasıdır. Irk dâhil tür içi diğer tüm ayrımlaştırma kategorilerinin kimliğini uygun biyolojik araçlarla sorgulayabilme imkânı veren bu düşünsel çerçeve, Darwin sonrasındaki tüm evrimsel biyoloji pratiğinin de devindirici motorudur. Köken’den günümüze uzanan 150 yılı aşkın sürede, biyolojik değişkenlik temelli benzerlik ilişkiler yumağına odaklanan evrimsel biyolojinin ilk büyük krizi, 19. Yüzyıl sonu ile 20.yüzylın ilk çeyreğini kapsayan döneme denk gelir; Darwin’in vurguladığı türden, değişkenlik üzerinden türeme formülünü, seçilim harici başka türlü dinamiklerle, örneğin içsel kuvvetlerin-ne oldukları bilinmese de-gezegendeki biyolojik çeşitlenme ve yapısal karmaşıklığa önceden belirlenmiş şekilde götüreceği, “ortogenetik” bir süreçle de tanımlamak mümkün gözükür. Bu tür teleolojik yaklaşımların ya da dönemdeki Yeni Lamarkçılık ve mutasyonculuğun Darwinci, doğal seçilim temelli evrimleşme izahını hayli gölgelediği, Darwinizmin henüz doğmuş sayılabilecek şafağında aniden karanlığın çökmesine yol açtığı iyi bilinir (3). Bununla birlikte, bu devesa krizin aşılması, yine 1900 yılının baharında Carl Correns, Hugo de Vries ve Erich Tschermak tarafından Mendel genetiğinin yeniden keşfinin (4) yarattığı ivmeyle sonraki 30 yıl içinde aşılmıştır. Bu süre zarfında, Mendel’in birim faktörleri olan kalıtımsal unsurların, yani modern adıyla genlerin, sahip olduğu değişkenlik üzerinden seçilimsel ve seçilimsel olmayan evrimsel süreçlerin matematiksel olarak tarifinin mümkün kılınmasıyla, Modern Sentez adını alan, evrimsel biyolojinin omurgasının Darwinci inşası 1940’ların sonuna dek tamamlanmış olacaktır. Fakat bu süreçteki dikkat çeken nokta, evrimleşme biçimlerinin tanımlanmasında, genlerin değişkenliği, yani mutasyonla türetilmiş farklı kimlik formları ile onların bir şekilde biçimlendirdiği biyolojik özellik değişkenliğinin eş tutulmasıdır. Biyolojik özelliklerin büyük oranda kararlı biçimde kuşaktan kuşa aktarılmasından sorumlu genlerin farklı formlarının farklı popülasyonlarda, coğrafi ırklarda, türlerde v.b. farklı sıklıklara sahip olmasının, bu varlık birimlerinin tarihsel oluşumlarının anlaşılmasında büyük önemi olduğu fark edilecek, dolayısıyla herhangi bir tür içindeki genetik değişkenliğin farklı popülasyonlardaki bölümlenme dereceleri de doğal olarak türlerin ve içerdiği popülasyonların benzerlik düzeyleri hakkında bilgi verecektir. Evrimsel biyolojinin bugünkü çatısının ve temelinin biçimlenmesinde büyük rolü bulunan, bu genetik değişkenlik temelli evrimleşme çerçevesi (5) yukarda kısaca bahsettiğimiz ilk büyük krizin atlatılmasını sağlarken, bir yandan da, bir türün sahip olduğu toplam genetik değişkenlik miktarının dönem itibarıyla saptanamamasının yarattığı bir diğer krize yol açmıştır. Biyolojik değişkenlik ile genetik değişkenliğin bir şekilde eşleştiği kuşkusuzdur, ancak genlerin ne oldukları ve farklı formlarının biyolojik olarak nasıl davrandıkları geniş bir biyolojik özellik kümesi üzerinden bilinmediği sürece, makul ve evrensel bir evrimsel değişimin herhangi bir organizma için resmi nasıl çizilebilecektir? Genlerin ve genlerin farklı formlarının, yani alellerinin keşfine giden yolun hikâyesi, özellikle konumuz çerçevesinde, genetik çeşitlilik (değişkenlik) miktarıyla ve bu çeşitliliğin farklı insan toplumlarındaki karşılaştırmalı frekans analiziyle, insan toplumlarının tarihsel yakınlıklarını görebilmenin de bir hikâyesidir. 1940’larda varlığını iyice hissettirmeye başlayan ve bir türün popülasyonlarında ne kadar genetik çeşitlik bulunduğu çerçevesinde kilitlenen evrimsel biyolojinin ikinci krizinin aşılması, 1950’lerde kullanılmaya başlayıp1960’larda evrimsel genetik çerçeveye, doğal Drosophila popülasyonları üzerinden taşınan moleküler biyolojik yöntemlerle, özellikle protein çeşitliliği tayinini mümkün kılan yaklaşımlarla (6,7) mümkün olmuştur: protein üzerinden dolaylı bir şekilde de olsa gen düzeyindeki çeşitliliğin tahmin edilebilmesi, dönem itibarıyla, evrimsel biyoloji düşününde büyük bir değişim yaratmış, o güne dek daha çok kan grupları temelinde irdelenen (8) insan toplumlarındaki genetik çeşitlilik miktarının da öncesiyle karşılaştırılamayacak bir düzeyde saptanmasını sağlamıştır. İnsan toplumlarının genetik çeşitlilik miktarını bir şekilde yansıtan uygun genetik belirteçlerle elde edilen verilerin, toplumların genetik benzerlik seviyeleri temelinde, insan türünün coğrafyasına atfedilen “ırklar”ın sorgulanması bahsindeki ilk ve devrimci kullanımı, protein çeşitlilik tayinlerinin her tür açısından rutine bağlandığı 1970’lerin başına rastlamaktadır. Bu ilk ve son 45 yıl içinde öneminden hiç bir şey yitirmediğine DNA seviyesindeki farklı belirteçlerle yapılan sonraki dönem çalışmalarında ve nihayetinde bütün insan genom üzerinden yapılan kapsamlı analizlerle tanık olduğumuz klasik, 1972 yılında yayımlanan, Richard Lewontin’in “The Apportionment of Human Diversity (İnsan Çeşitliliğinin Bölümlenmesi)” başlıklı makalesidir (9). Bu ilk çalışma, sorduğu soruların konumuz dâhilindeki önemi ve vardığı sonuçların çarpıcılığı dolayısıyla ayrıntılı olarak ele alınmayı hak ediyor. Şimdi bu çalışmanın geniş bir özetini, konuya ilişkin sorularımız eşliğinde vermeye çalışalım:

İnsan türündeki toplumlarının genetik çeşitlilik temelinde bölümlenmesi

Richard Lewontin’in makalesindeki analitik yaklaşım, doğal olarak, Darwinci evrimsel biyoloji çerçevesinden köken alan bireysel genetik çeşitlilik vurgusuna dayanmaktadır. Dönem itibarıyla, insan toplumlarının da taranmasında kullanılan yöntem, elektroforez adı verilen ve genlerin kodladığı proteinlerin, yani genotip-fenotip ilişkisindeki ilk basamaktaki biyolojik moleküllerin alternatif formlarının (elektroforetik aleller) saptanmasını esas alır ve bu yöntem ile belirlenen protein çeşitliliğinin hemen her taksona ait türler için genetik çeşitlilik profilleri olarak kullanılması uzun bir süre evrimsel genetik çalışmalarına egemen olmuştur.
Richard Lewontin’in insan genetik çeşitliliğinin coğrafi bölümlenmesine ilişkin makalesi de, büyük oranda bu elektroforetik protein-genetik çeşitlilik profillerini ele alır. Lewontin  insan kırmızı kan hücrelerinden elde edilen enzimleri (proteinler) ve serum proteinlerini (10) ve Mourant’ın ve diğer ilgili araştırıcıların klasik kan grupları çalışmalarının (11) sonuçlarını kullanarak, morfolojik ve anatomik (ten rengi, saç, burun vb. biçimi, sefalik indeks vb. morfometrik ölçümler) olarak “ırklara” ayrılan insan gruplarını ve gruplara dahil edilen onlarca popülasyonu ele alır. Çalışmanın temel hipotezi, insan toplumları (popülasyonları) içindeki genetik değişkenlik (çeşitlilik) miktarının, insanın klasik olarak ana ırk gruplarına ayrıldığında ortaya çıkan gruplar arası değişkenlikle karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Richard Lewontin’in odaklandığı genetik belirteçleri en net biçimde örnekleyen ve antropolojinin klasik büyük “ırk” grupları içerisinde geleneksel olarak tasniflenen toplumlar, bir çizelge halinde aşağıda verilmektedir:

Kafkasyalılar

(beyaz ırk)

Siyahi Afrikalı

Mongoloyid

Güney Asya Aborjinleri

Amerind

Okyanusyalı

Avustralya Aborjinleri

Araplar, Ermeniler, Avusturyalılar, Basklar, Belçikalılar, Bulgarlar, Çekler, Danimarkalılar, Hollandalılar, Mısırlılar, İngilizler, Estonyalılar, Finler, Fransızlar, Gürcüler, Almanlar, Yunanlar, Çingeneler, Macarlar, İzlandalılar, Hintliler (Hintçe konuşan), İtalyanlar, İraniler, Norveçliler, Doğu Yahudileri, Pakistanlılar (Urduca konuşanlar), Polesler, Portekizler, Ruslar, İspanyollar, İsveçler, İsviçreliler, Suriyeliler, Tristan da Cunhalaılar, Welsh. 

Amharalar, Bantu, Barundi, Batutsi, Bushmen, Kongolez, Ewe, Fulani, Gambiyalı, Ganayanlar,Hobe, Hottentot, Hututu, Ibo, Iraklı, Kenyalı, Kikuyu, Liberyalı, Luo, Madagaskan, Mozambikler, Msutu, Nijeryalı, Pigmeler, Sengalez, Shona, Somalili, Sudanlı, Tanganyikan, Tutsi, Ugandalı, A.B.D. Siyahları, “Batı Afrikalı”, Xosa, Zulu.      

Aynu, Butanez, Bogobo, Bruneiler, Buriyat, Çinli, Dayaklar, Flipinos, Ghasgai, Endonezyalı, Japon, Java, Kırgız, Koreli, Laplar, Malayan, Senoy, Siyamez, Tayvanez, Tatar, Thais, Türkler.

Andaman, Badaga, Chenchu, Irula, Maratha, Nayarlar, Oraonlar, Onge, Tamiller, Todalar.

Alakaluf, Aleutlar, Apaçi, Atakamenos, “Atabaskan”, Ayamara, Bororo, Karaayak, Kanlar, “Brezilya yerlileri”, Chippewa, Kayngang, Çoko, Coushatta, Cuna, Dieguenos, Eskimo, Flathead, Huasteco, Huichol, Ica, Kwakiutl, Labrador, Lacandon, Mapuche, Maya, “Meksika yerlileri”, Navaho, Nez Percé, Paez, Pehuenches, Pueblo, Quechua, Seminol, Şoşon, Toba, Ute, “Venezuella yerlileri”, Ksavante, Yanomama    

Amiral adalı, Caroline adalı, Easter adalı, Ellice adalı, Fiji, Gilbertez, Guamiyan, Hawaili, Kapinga, Maori, Marshallez, Melanauyan, “Melenezyan”, “Mikronezyan”, Yeni Briton, Yeni Kaledonyalı, Palayuan, Papuan, “Polinezyan”, Saypanez, Samoan, Solomon adalı, Tongan, Trukez, Yapez.

TEK GRUP

Çizelge1:Lewontin’in çalışmasında kullandığı ana ırk grupları (Üst satır) ve onlara ait popülasyonlar (toplumlar) (Lewontin, 1972’deki toplumlar ve “ırklar” kullanılarak oluşturulmuştur) 

Toplumlar-içi ve ana gruplar arası genetik değişkenlik profillerinin karşılaştırılmasında Lewontin’in kullandığı çeşitlilik ölçütü, elektroforetik enzim (allozim) ve kan grubu alel sıklıklarını kullanan, genetik çeşitlilik ölçütü heterozigotluğun (genetik çeşitliliğin) hesaplanmasına dayanır. Bu heterozigotluk bağıntısı:

h = ∑pipj

olarak tanımlanır ve burada i ve j, bir gene ait farklı iki aleli (iki farklı gen formunu) göstermektedir, p ise alel (gen) sıklığıdır.

Lewontin yaygın kullanımı olan bu heterozigotluk bağıntısı yerine, insan popülasyonlarının ve “ırklarının” irdelenmesi bir tür taksonomik pratik olduğundan, komünite ekoloji