Evrim, genetik ve “ırk”: Evrimsel biyoloji insan ırkları ayrımını geçersiz kılar

Yazan
Prof. Dr. Ergi Deniz Özsoy
Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü
Yazının Okunma Süresi
39 dakika

Kuzey Amerikalı kâşif, hümanist, 19. Yüzyılın insanı keskin sınırlarla tasnif etmeye alışkın, sömürgeci geçmişin ve eğilimlerin birikimiyle toplumları ve kültürleri bilmek, anlamak durumunda olan seyyah kuşağının önemli isimlerinden Charles Pickering’in 1850’de yayınlanan kısa adıyla İnsanın Irkları (The Races of Man) eseri (1), yazımıza konu teşkil eden biyolojik “ırkları” resmeden bildik kitaplardan biri gibidir. Bununla birlikte, kitabın ucuz İngiliz baskısına insanın doğa tarihini özetleyen uzun bir önsöz yazan dönem hekimi John Charles Hall’ın ayrıntılı fiziki antropoloji ve zihinsel yetenek karşılaştırması çerçevesinde gösterme gayretinde olduğu siyah-beyaz eşitliği, Pickering’in eserinin de ruhunu yansıtır. Öte yandan, aynı önsözde, aşağılayıcı ve her yönüyle hiyerarşik bir siyah-beyaz insan kademelenmesinin eleştirisi bir yandan olabildiğince hümanist çizgiler dâhilinde, dönem itibarıyla bile kuşkuya yer bırakmayacak kanıtlar ve gözlemler ışığında yapılırken, bir yandan da, çeşitli ve yaygın kullanılan fiziki özellik indeksleriyle insan biyolojik çeşitliliği bir avuç “ırk” içinde sınırlandırılır. Aslında bir yandan insanı aşağı-yukarı ırk diye ayırmanın anlamsızlığına vurgu yapılırken diğer yandan da fiziki özellikler temelinde ırklara ayırmanın mecburi görülüşü, yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar şiddetini yitirmeyen bir kabulden, ırk kategorisinin bir şekilde doğru bir biyolojik tanımlama olduğu görüşüne dayanmaktadır. Fakat elbette hem 19 yüzyıl hümanist entelektüeli hem de 20. Yüzyılın büyük bir kısmındaki egemen entelektüel görüş açısından temel sorun, biyolojik varlıklar oldukları aşikar insan “ırklar”ının aynı türe ait olup olmadıklarıdır ve ezici çoğunlukla bu soruya verilen yanıt, tek bir insan türünün var olduğudur. İnsanı yaratılışın en önemli ve biricik varlığı gördüğünü anladığımız hümanist hekim J.H. Hall de, yaratılış birliğinden hareketle tüm insan ırklarını tek bir tür altında toplamaktadır. Sonuç itibarıyla biyoloji haricindeki başka bir yoldan varılan sonuç doğru olsa da-teolojik argüman elbette biyolojik argümanla konu itibarıyla yanı kefeye konulamazlar- ırklar şeklinde biyolojik bölümleme aynı bir tür içinde de, insan harici türlerde olduğu gibi, hala yapılabilir ve insan söz konusu olduğunda da, böyle bölümlemelerin sınırlarını oluşturan farklılıklar, biyolojik olmaktan çok kültürel ve medeniyet seviyesine dair olabilirler. Nitekim bu görüş, ister istemez, Pickering’in kitabına yapılan önsöze de hâkimdir ve konumuz itibarıyla popüler-yarı popüler algıda ırk kavramının egemenliğini, günümüz dâhil, neden bu denli uzun süre koruduğunu açıklamaktadır: insanlar, aynı türe ait olmakla ve aralarındaki biyolojik farklar onları biyolojik manada hiyerarşik bölümlemeye tabi tutmaya imkân vermemekle birlikte, yine de ırk-kültür-medeniyet tasnifiyle daha kolay görünür oldukları düşünülen varlıklardır. Kültür ya da medeniyet denen şeyin ne denli kategorik ya da sürekli olduğu veyahut nereye kadar tarihsel-ideolojik bir kurgulama biçimi olduğu başka bir mesele. Ancak ırk kategorisinin biyolojik bakımdan doğruluğu, insanın kalıtımsal çeşitliliği ile kültürel çeşitliliği arasındaki bağ üzerine yapılacak düşünüşün sağlığı açısından büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla, yazımız ırk kavramının insan biyolojik çeşitliliğini ne ölçüde izah ettiği ve kategorik bir biyolojik çeşitlilik indeksi oluşturabilmenin neresinde durduğunu odaklanacaktır. Tekrar Pickering’in kitabı üzerinden meselemize dönersek; insan ırklarının-ırkçılık propagandasına kaçmadan- insanın biyolojik çeşitliliğinin makul bir tasnifi olarak görüldüğünden bahsetmiştik. Şekil 1, Charles Pickering’in kitabından alınma yeryüzündeki ırkları farklı renkler ile veren bir haritayı göstermektedir:

 Description: C:\Documents and Settings\murat\Desktop\ırk-ergi\tara0006.jpg

Şekil 1. İnsan ırklarının coğrafi dağılımı (The Races of Man, Charles Pickering, 1851)

Bu haritada gözümüze çarpan ilk nokta, bir avuç renkle dünya insan coğrafyasının resmedilmesi, dolayısıyla, sadece bir kaç ana “ırk” temelinde insan biyolojik çeşitliğinin tarif edilmesidir. Dönem itibarıyla hayli doğal görülebilecek ancak konumuz itibarıyla daha kritik önemi bulunan bir diğer nokta ise ne bu haritanın ne de temel aldığı anlatının insanın yeryüzündeki dağılımının tarihsel hareketliliğine ilişkin bilgi vermesidir:  aynı türe mensup insan “ırkları”, renklerin bir tayf oluşturmamasıyla ifade edilen, aralarında keskin sınırlar arz ederek yeryüzü sahnesinde ilahi yaratılışın anlık ürünleri olarak yer almaktadır. Kafatası özellikleri, yüzü oluşturan parçaların biçimi, deri ve saç rengi, saç biçimi gibi özeliklerden tanımlanan ölçüm indeksleriyle türetilen, aynı türün üyesi bulunan ayrıksı gruplardan ibaret insan çeşitliliği algısının, büyük doğa bilimci Charles Darwin’in Türlerin Köken’inin damgasını vurduğu (2), canlı çeşitliliğinin insanı da dahil eden büyük resmini tarihselliği içinde elen alan bir dönemle birlikte sarsılmaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Darwin’in canlıya dair düşünüşün tarihinde yarattığı büyük kırılma, tam da bu noktaya ilişkindir ve bu kırılma, insan ırkları kavramlaştırmasının felsefi dayanak noktasını oluşturan Platonik idea kökenli tipolojik tür-varlık, form kategorilerinin sınırlarının açıkça yıkılması demek olan tür içi değişkenliğin önemine vurguyla tarif edilebilir. Türlerin Kökeni’ndeki ana eksen-bunlar evrmleşmenin mekanistik izahı ve tarihselliği çerçevesinde çok önemli olmakla birlikte- ne ortak kökenden türeme ne de böyle bir türemenin Malthusvari bir ayıklanma ile tebarüz etmesidir. Bütün canlıları birbirine seçilimsel süreçlerin keskin kılıcı altında birbirine bağlayan şey sahip oldukları değişkenliktir ve bu değişkenlik varyete, alt tür ya da coğrafi ırk ve en nihayetinde tür şeklinde çizilen varlık sınırlarını iç içe geçirir ve belirsizleştirir. Canlı varlıklar değişimlerin sürekliliği içinde tarihsel olarak birbirine bağlanan büyük bir aile teşkil ederler. Bugün, kimi yarı-geçirgen sınırları tanımlamak şartıyla büyük oranda kabul ettiğimiz bu görüş, elbette temel itibarıyla türlerin anlık yaratılan, aralarında dönüşüm ilişkileri bulunmayan varlıklar olmayıp yarı suni kategoriler olduğunu söylemenin doğru biyolojik bir ifadesidir. Bununla birlikte, çeşitlilik temelindeki ilişkilenmenin tarihselliği farklı türler açısından, tür içi bölümlenmenin farklı şekillerde tezahür edeceğini, yani her türün zaman ve mekândaki dağılımının diğer türler karşısında belli bir benzeşmezlik içereceği anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, her türün evrimi bir şekilde kendine özgüdür de. Darwin’nin yarattığı bu büyük kırılma, yani değişkenliğin tarihsel sürekliliği sebebiyle keskin, su geçirmez sınırlarla çizilmiş canlı kategorilerinin hiç bir zaman teşekkül edemeyeceği, aşağıda verilen, Köken’deki tek görsel ile net bir şekilde ifade edilmektedir:

Description: 002_Page_05.jpg

Şekil 2: Charles Darwin’in Köken’deki, hipotetik ortak kökenden değişerek türemeyi gösteren çizim.      

Bu çizim evrimsel biyolojinin Darwin sonrasında izlediği düşünsel yolun da bir özetini vermektedir ve A’dan L’ye harflerle simgelenmiş ata formlardan köken alan diğer formların, çizimin yukarısına doğru uzanan geçmişten günümüze gelen çeşitlenmesini, yok oluş ve mevcudiyetlerini izah etmektedir. Bu büyük izahın konumuz itibarıyla can alıcı noktası ise, tüm sınıflandırma birimlerinin (Darwin Köken’de bu aynı çizime varyete, alt tür veya coğrafi ırk, tür, cins, aile, takım, sınıf şeklinde tüm kategoriler için başvurur) grup içinde grup şeklinde bir iç içe geçmeye imkan tanıyan, biyolojik özellik değişkenliği temelinde tanımlanması mümkün benzerlik derecelerini esas almasıdır. Irk dâhil tür içi diğer tüm ayrımlaştırma kategorilerinin kimliğini uygun biyolojik araçlarla sorgulayabilme imkânı veren bu düşünsel çerçeve, Darwin sonrasındaki tüm evrimsel biyoloji pratiğinin de devindirici motorudur. Köken’den günümüze uzanan 150 yılı aşkın sürede, biyolojik değişkenlik temelli benzerlik ilişkiler yumağına odaklanan evrimsel biyolojinin ilk büyük krizi, 19. Yüzyıl sonu ile 20.yüzylın ilk çeyreğini kapsayan döneme denk gelir; Darwin’in vurguladığı türden, değişkenlik üzerinden türeme formülünü, seçilim harici başka türlü dinamiklerle, örneğin içsel kuvvetlerin-ne oldukları bilinmese de-gezegendeki biyolojik çeşitlenme ve yapısal karmaşıklığa önceden belirlenmiş şekilde götüreceği, “ortogenetik” bir süreçle de tanımlamak mümkün gözükür. Bu tür teleolojik yaklaşımların ya da dönemdeki Yeni Lamarkçılık ve mutasyonculuğun Darwinci, doğal seçilim temelli evrimleşme izahını hayli gölgelediği, Darwinizmin henüz doğmuş sayılabilecek şafağında aniden karanlığın çökmesine yol açtığı iyi bilinir (3). Bununla birlikte, bu devesa krizin aşılması, yine 1900 yılının baharında Carl Correns, Hugo de Vries ve Erich Tschermak tarafından Mendel genetiğinin yeniden keşfinin (4) yarattığı ivmeyle sonraki 30 yıl içinde aşılmıştır. Bu süre zarfında, Mendel’in birim faktörleri olan kalıtımsal unsurların, yani modern adıyla genlerin, sahip olduğu değişkenlik üzerinden seçilimsel ve seçilimsel olmayan evrimsel süreçlerin matematiksel olarak tarifinin mümkün kılınmasıyla, Modern Sentez adını alan, evrimsel biyolojinin omurgasının Darwinci inşası 1940’ların sonuna dek tamamlanmış olacaktır. Fakat bu süreçteki dikkat çeken nokta, evrimleşme biçimlerinin tanımlanmasında, genlerin değişkenliği, yani mutasyonla türetilmiş farklı kimlik formları ile onların bir şekilde biçimlendirdiği biyolojik özellik değişkenliğinin eş tutulmasıdır. Biyolojik özelliklerin büyük oranda kararlı biçimde kuşaktan kuşa aktarılmasından sorumlu genlerin farklı formlarının farklı popülasyonlarda, coğrafi ırklarda, türlerde v.b. farklı sıklıklara sahip olmasının, bu varlık birimlerinin tarihsel oluşumlarının anlaşılmasında büyük önemi olduğu fark edilecek, dolayısıyla herhangi bir tür içindeki genetik değişkenliğin farklı popülasyonlardaki bölümlenme dereceleri de doğal olarak türlerin ve içerdiği popülasyonların benzerlik düzeyleri hakkında bilgi verecektir. Evrimsel biyolojinin bugünkü çatısının ve temelinin biçimlenmesinde büyük rolü bulunan, bu genetik değişkenlik temelli evrimleşme çerçevesi (5) yukarda kısaca bahsettiğimiz ilk büyük krizin atlatılmasını sağlarken, bir yandan da, bir türün sahip olduğu toplam genetik değişkenlik miktarının dönem itibarıyla saptanamamasının yarattığı bir diğer krize yol açmıştır. Biyolojik değişkenlik ile genetik değişkenliğin bir şekilde eşleştiği kuşkusuzdur, ancak genlerin ne oldukları ve farklı formlarının biyolojik olarak nasıl davrandıkları geniş bir biyolojik özellik kümesi üzerinden bilinmediği sürece, makul ve evrensel bir evrimsel değişimin herhangi bir organizma için resmi nasıl çizilebilecektir? Genlerin ve genlerin farklı formlarının, yani alellerinin keşfine giden yolun hikâyesi, özellikle konumuz çerçevesinde, genetik çeşitlilik (değişkenlik) miktarıyla ve bu çeşitliliğin farklı insan toplumlarındaki karşılaştırmalı frekans analiziyle, insan toplumlarının tarihsel yakınlıklarını görebilmenin de bir hikâyesidir. 1940’larda varlığını iyice hissettirmeye başlayan ve bir türün popülasyonlarında ne kadar genetik çeşitlik bulunduğu çerçevesinde kilitlenen evrimsel biyolojinin ikinci krizinin aşılması, 1950’lerde kullanılmaya başlayıp1960’larda evrimsel genetik çerçeveye, doğal Drosophila popülasyonları üzerinden taşınan moleküler biyolojik yöntemlerle, özellikle protein çeşitliliği tayinini mümkün kılan yaklaşımlarla (6,7) mümkün olmuştur: protein üzerinden dolaylı bir şekilde de olsa gen düzeyindeki çeşitliliğin tahmin edilebilmesi, dönem itibarıyla, evrimsel biyoloji düşününde büyük bir değişim yaratmış, o güne dek daha çok kan grupları temelinde irdelenen (8) insan toplumlarındaki genetik çeşitlilik miktarının da öncesiyle karşılaştırılamayacak bir düzeyde saptanmasını sağlamıştır. İnsan toplumlarının genetik çeşitlilik miktarını bir şekilde yansıtan uygun genetik belirteçlerle elde edilen verilerin, toplumların genetik benzerlik seviyeleri temelinde, insan türünün coğrafyasına atfedilen “ırklar”ın sorgulanması bahsindeki ilk ve devrimci kullanımı, protein çeşitlilik tayinlerinin her tür açısından rutine bağlandığı 1970’lerin başına rastlamaktadır. Bu ilk ve son 45 yıl içinde öneminden hiç bir şey yitirmediğine DNA seviyesindeki farklı belirteçlerle yapılan sonraki dönem çalışmalarında ve nihayetinde bütün insan genom üzerinden yapılan kapsamlı analizlerle tanık olduğumuz klasik, 1972 yılında yayımlanan, Richard Lewontin’in “The Apportionment of Human Diversity (İnsan Çeşitliliğinin Bölümlenmesi)” başlıklı makalesidir (9). Bu ilk çalışma, sorduğu soruların konumuz dâhilindeki önemi ve vardığı sonuçların çarpıcılığı dolayısıyla ayrıntılı olarak ele alınmayı hak ediyor. Şimdi bu çalışmanın geniş bir özetini, konuya ilişkin sorularımız eşliğinde vermeye çalışalım:

İnsan türündeki toplumlarının genetik çeşitlilik temelinde bölümlenmesi

Richard Lewontin’in makalesindeki analitik yaklaşım, doğal olarak, Darwinci evrimsel biyoloji çerçevesinden köken alan bireysel genetik çeşitlilik vurgusuna dayanmaktadır. Dönem itibarıyla, insan toplumlarının da taranmasında kullanılan yöntem, elektroforez adı verilen ve genlerin kodladığı proteinlerin, yani genotip-fenotip ilişkisindeki ilk basamaktaki biyolojik moleküllerin alternatif formlarının (elektroforetik aleller) saptanmasını esas alır ve bu yöntem ile belirlenen protein çeşitliliğinin hemen her taksona ait türler için genetik çeşitlilik profilleri olarak kullanılması uzun bir süre evrimsel genetik çalışmalarına egemen olmuştur.
Richard Lewontin’in insan genetik çeşitliliğinin coğrafi bölümlenmesine ilişkin makalesi de, büyük oranda bu elektroforetik protein-genetik çeşitlilik profillerini ele alır. Lewontin  insan kırmızı kan hücrelerinden elde edilen enzimleri (proteinler) ve serum proteinlerini (10) ve Mourant’ın ve diğer ilgili araştırıcıların klasik kan grupları çalışmalarının (11) sonuçlarını kullanarak, morfolojik ve anatomik (ten rengi, saç, burun vb. biçimi, sefalik indeks vb. morfometrik ölçümler) olarak “ırklara” ayrılan insan gruplarını ve gruplara dahil edilen onlarca popülasyonu ele alır. Çalışmanın temel hipotezi, insan toplumları (popülasyonları) içindeki genetik değişkenlik (çeşitlilik) miktarının, insanın klasik olarak ana ırk gruplarına ayrıldığında ortaya çıkan gruplar arası değişkenlikle karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Richard Lewontin’in odaklandığı genetik belirteçleri en net biçimde örnekleyen ve antropolojinin klasik büyük “ırk” grupları içerisinde geleneksel olarak tasniflenen toplumlar, bir çizelge halinde aşağıda verilmektedir:

Kafkasyalılar

(beyaz ırk)

Siyahi Afrikalı

Mongoloyid

Güney Asya Aborjinleri

Amerind

Okyanusyalı

Avustralya Aborjinleri

Araplar, Ermeniler, Avusturyalılar, Basklar, Belçikalılar, Bulgarlar, Çekler, Danimarkalılar, Hollandalılar, Mısırlılar, İngilizler, Estonyalılar, Finler, Fransızlar, Gürcüler, Almanlar, Yunanlar, Çingeneler, Macarlar, İzlandalılar, Hintliler (Hintçe konuşan), İtalyanlar, İraniler, Norveçliler, Doğu Yahudileri, Pakistanlılar (Urduca konuşanlar), Polesler, Portekizler, Ruslar, İspanyollar, İsveçler, İsviçreliler, Suriyeliler, Tristan da Cunhalaılar, Welsh. 

Amharalar, Bantu, Barundi, Batutsi, Bushmen, Kongolez, Ewe, Fulani, Gambiyalı, Ganayanlar,Hobe, Hottentot, Hututu, Ibo, Iraklı, Kenyalı, Kikuyu, Liberyalı, Luo, Madagaskan, Mozambikler, Msutu, Nijeryalı, Pigmeler, Sengalez, Shona, Somalili, Sudanlı, Tanganyikan, Tutsi, Ugandalı, A.B.D. Siyahları, “Batı Afrikalı”, Xosa, Zulu.      

Aynu, Butanez, Bogobo, Bruneiler, Buriyat, Çinli, Dayaklar, Flipinos, Ghasgai, Endonezyalı, Japon, Java, Kırgız, Koreli, Laplar, Malayan, Senoy, Siyamez, Tayvanez, Tatar, Thais, Türkler.

Andaman, Badaga, Chenchu, Irula, Maratha, Nayarlar, Oraonlar, Onge, Tamiller, Todalar.

Alakaluf, Aleutlar, Apaçi, Atakamenos, “Atabaskan”, Ayamara, Bororo, Karaayak, Kanlar, “Brezilya yerlileri”, Chippewa, Kayngang, Çoko, Coushatta, Cuna, Dieguenos, Eskimo, Flathead, Huasteco, Huichol, Ica, Kwakiutl, Labrador, Lacandon, Mapuche, Maya, “Meksika yerlileri”, Navaho, Nez Percé, Paez, Pehuenches, Pueblo, Quechua, Seminol, Şoşon, Toba, Ute, “Venezuella yerlileri”, Ksavante, Yanomama    

Amiral adalı, Caroline adalı, Easter adalı, Ellice adalı, Fiji, Gilbertez, Guamiyan, Hawaili, Kapinga, Maori, Marshallez, Melanauyan, “Melenezyan”, “Mikronezyan”, Yeni Briton, Yeni Kaledonyalı, Palayuan, Papuan, “Polinezyan”, Saypanez, Samoan, Solomon adalı, Tongan, Trukez, Yapez.

TEK GRUP

Çizelge1:Lewontin’in çalışmasında kullandığı ana ırk grupları (Üst satır) ve onlara ait popülasyonlar (toplumlar) (Lewontin, 1972’deki toplumlar ve “ırklar” kullanılarak oluşturulmuştur) 

Toplumlar-içi ve ana gruplar arası genetik değişkenlik profillerinin karşılaştırılmasında Lewontin’in kullandığı çeşitlilik ölçütü, elektroforetik enzim (allozim) ve kan grubu alel sıklıklarını kullanan, genetik çeşitlilik ölçütü heterozigotluğun (genetik çeşitliliğin) hesaplanmasına dayanır. Bu heterozigotluk bağıntısı:

h = ∑pipj

olarak tanımlanır ve burada i ve j, bir gene ait farklı iki aleli (iki farklı gen formunu) göstermektedir, p ise alel (gen) sıklığıdır.

Lewontin yaygın kullanımı olan bu heterozigotluk bağıntısı yerine, insan popülasyonlarının ve “ırklarının” irdelenmesi bir tür taksonomik pratik olduğundan, komünite ekolojisinde tür çeşitliliğini ölçmek için kullanılan Shannon bilgi indeksini tercih etmiştir ki bu tercih, Shannon indeksinin heterozigotluğa benzer olmasından dolayı oldukça yerindedir. Bu bağıntı:

H = -∑pi ln2 pi

şeklinde tanımlanır ve p, i yukarıdaki heterozigotluk bağıntısındaki anlamlarıyla aynıdır.

Her bir H (genetik çeşitlilik) değerinin gen sıklıkları açısından, “ırklar” dahil insan türünün başlıca bölümleri için hesaplanması ise şu şekilde yapılmıştır: 

  1. Her bir gen için, H değeri her bir popülasyonda (toplumda) hesaplanır. Bu popülasyon-içi değer H0’dır ve bir ırkın içerdiği popülasyonların ortalaması alınarak hesaplandığında Hpop adını alır.
  1. Her bir gen için H değeri, o genin bir ırka dâhil tüm popülasyonları üzerinden ortalama alel sıklığı kullanılarak hesaplanır. Bu yeni ölçütün adı Hırk adını alır ve bir “ırk” içindeki genetik çeşitlilik düzeyini ifade eder.
  1. Her bir gen için H değeri, türün ( Homo sapiens) tamamı bir bütün olarak ele alınarak (insan türünün tek bir büyük toplum kabul edilmesi), tür içindeki tüm popülasyonlar üzerinden ilgili alellerin ortalama sıklık değeri kullanılarak hesaplanır. Bu değer Htür adını alır ve tür-içi genetik çeşitliliği ifade eder.

Yukarıdaki değerler kullanılarak, hiyerarşik olarak düzenlenen ve her kademedeki genetik çeşitlilik-farklılık düzeyini verecek bir temel ölçüte ulaşmak mümkündür. Bu ölçütlerde kullanılan ve yukarıda hesaplamaları yapılan değişkenler, doğal olarak çalışmadaki bütün genlerin ortalamaları olarak ele alınmıştır. Bu ölçütler, cevap niteliği taşıdıkları sorularla birlikte aşağıdaki gibidir:

  1. Popülasyonlar-içi genetik değişkenlik = Hpop/Htür , yani bir insan toplumu içindeki genetik çeşitlilik miktarı türümüzdeki çeşitliliğin ne kadarına tekabül eder?
  2.  Irk içindeki popülasyonlar arası (ırk ya da grup-içi) değişkenlik = Hırk-Hpop/Htür, bir “ırk” içindeki toplumlar arasındaki toplam genetik fark nedir?
  3.  “Irklar” (ana gruplar) arası genetik değişkenlik = Htür-Hırk/Htür , her bir “ırk”ın sahip olduğu genetik çeşitlilik miktarı türümüz çeşitlilik miktarının ne kadarıdır? 

Lewontin’in bu ölçütleri ve son üç temel ölçütü kullanarak yaptığı genetik çeşitlilik oranların kullanılarak oluşturan çizelge ise şöyledir:

 

Gen

Toplam (Htür)

Popülasyonlar- içi

Irk-içi

Irklar-arası

Hp

0.994

0.893

0.051

0.056

Ag

0.994

0.834

-

-

Lp

0.639

0.939

-

-

Xm

0.869

0.997

-

-

Ap

0.989

0.927

0.062

0.011

6GPD

0.327

0.875

0.058

0.067

PGM

0.758

0.942

0.033

0.025

Ak

0.184

0.848

0.021

0.131

Kidd

0.977

0.741

0.211

0.048

Duffy

0.938

0.636

0.105

0.259

Lewis

0.994

0.996

0.032

0.002

Kell

0.189

0.901

0.073

0.026

Lutheran

0.153

0.694

0.214

0.092

P

1.000

0.949

0.029

0.022

MNS

1.746

0.911

0.041

0.048

Rh

1.900

0.674

0.073

0.253

ABO

1.241

0.907

0.063

0.030

Ortalama

 

0.854

0.083

0.063

 

 

 

 

 

               

Çizelge 2. Lewontin (1972)’deki hesaplamalara göre oluşturulmuş genetik çeşitlilik dağılımı
Çizelgede, ikinci sütunda, yukarıda açıklanan Htür değerleri çalışmada kullanılan 17 gen ve genetik sistem açısından verilmekte, popülayonlar-içi, ırk-içi ve ırklar-arası genetik çeşitlilikler de sonraki üç sütunda gösterilmektedir. Son üç sütundaki her gene ait ve ortalama olarak verilen değerler, tür-içi genetik çeşitliliğin (Htür) oransal bileşenleri şeklinde verilmektedir.
Lewontin’in ortaya koyduğu sonuçları konumuz açısından çok çarpıcıdır. Birincisi, insan türünün sahip olduğu genetik çeşitliliğin ortalama yüzde 85’i (0.854) klasik ırk tasnifi içinde birim olarak yer alan popülasyonlar içinde içerilmektedir. Bir başka deyişle, örneğin “beyaz ırk”ın (Kafkasyalı) içindeki her bir popülasyon, türümüzün sahip olduğu genetik çeşitliliğin yüzde 85 kadarını içermektedir. Diğer tüm ana gruplar için de (Siyahi Afrikalılar, Mongoloyidler vb.) durum böyledir. Klasik morfolojik özellikler ile tanımlanan bir ırk içindeki genetik çeşitlilik (popülasyonlar-arası genetik çeşitlilik) ise türümüzün toplam genetik çeşitliliğinin yüzde 8’i (0.083) kadardır. Bir başka deyişle, Örneğin Mongoloyid grupta yer alan Japonlar ile biz Türkler arasındaki genetik farklılık türümüzün genetik çeşitliliği bağlamında ancak yüzde 8 kadardır. Bu durum, elbette, diğer tüm ana ırklar içindeki popülasyon karşılaştırmaları için de doğrudur.
Ancak çalışmanın asıl çarpıcı bulgusu, ilk bakışta birbirinden son derece farklı görünen ve bu nedenle ırkçılığın pek çok biçimini doğuran ideolojik kurgunun kaynağı olagelmiş klasik “ırk” grupları arasındaki genetik farkın, türümüzün sahip olduğu genetik çeşitlilik temelinde ancak yüzde 6 civarında olmasıdır. Bir başka deyişle, siyah-beyaz, Mongoloyid-Amerind gibi dış görünüm farklılıkları üzerinde temellendirilen keskin ırk kategorilerinin genetik açıdan fazla bir önemi bulunmamaktadır. Bir siyahi toplum olarak, örneğin, Bantuların, bir Fransızdan, İngilizden ve Almandan ya da bir Tatardan genetik açıdan fazla bir farkı bulunamamaktadır. Sonuç olarak, insan türünün sahip olduğu genetik çeşitliliğin çok büyük bir kısmı, herhangi bir insan toplumunda içeriliyor gözükmektedir. İnsanı alışageldik “ırk” kategorileri şeklinde, salt bir avuç fiziksel özellik temelinde, üstelik başvurulan her bir fiziksel özelliğin çoklu genli olduğu ve dolayısıyla geniş bir morfolojik ve anatomik bir tayf içinde temsil edileceğini de görmeden, ayırmanın genetik açıdan bir anlamı bulunmadığı açıktır. Bununla birlikte, Lewontin’in odaklandığı genetik çeşitlilik miktarının sadece bir avuç gen ve genetik sistemden (toplamda 17 gen ve genetik sistem) ibaret olduğu da doğrudur (Çizelge 2). Ancak öncelikle, bu az sayıdaki genin “ırk” kategorileri altında toplanan tüm toplumlarda, farklı formları kuşkuya yer bırakmayacak şekilde saptanmış olduğunu ve karşılaştırmanın can alıcı noktası olan sıklıklar (ve bu sıklık hesaplamalarının dayandığı örnek büyüklükleri) bakımından da hesaplamayı uygun kılan istatistiki koşulların yerine getirildiğini belirtmemiz lazım. Ancak, yukarda da söylediğimiz gibi, Lewontin’in vardığı sonuçların evrenselliği, sonraki 45 yıl içinde gerçekleştirilen ve yüzlerce protein ile (12) ve bir ya da bir kaç gene-genetik bölgeye odaklı ancak protein çeşitliliğine göre çok daha hassas olan DNA baz değişkenliği çalışmalarıyla büyük oranda doğrulanmış (13) ve nihayet bütün genomu taramaya imkan veren yöntemlerin gelişmesiyle, genom düzeyinde de teyit edilmiştir. Örneğin, 51 toplumu temsil eden 1000 kadar bireyin genom dizi bilgisi üzerinden, 650,000 SNP (tekli nükleotid polimorfizmi) ile insan genetik çeşitliliğini ortaya koyan çalışma da, türümüzün genetik çeşitliliğinin yüzde doksanları aşan bir kısmının hala herhangi toplum içinde var olduğunu göstermiştir (14). Bu genom bilgisi dâhilinde, insanlar belirli coğrafi büyük gruplara dâhil edilebilseler de (ancak bu büyük gruplar yalnızca genetik çeşitliliğin miktarı üzerinden görünür kılınırlar. Ten rengi, yüz özellikleri vb. morfolojilerle net biçimde tanımlanamazlar ve hatta “ırk” tanımlarken başvurulan her bir morfolojik kategorinin sınırlarının her bir grupta kaybolarak birbiri içine girmesi söz konusudur), bu coğrafi grupların içerdiği türümüzün genetik çeşitlilik miktarı yüzde 2 ila 3 civarındadır ve dolayısıyla hala da küçüktür (14). Belirli bir toplumun belirli bir coğrafi bölgeye atfedilmesi ise, coğrafyaya özgü “ırkların” varlığın türünden bir şeyi akla getirmemelidir. İstatistiksel genetik ve genomik araçlarla ortaya konan genetik çeşitlilik düzeyi-coğrafi bölge ilişkilenmesi, seçilen metodolojinin temel parametrelerinin sayısal değerindeki değişimler sonucu farklı sayıda bölge bölümlemesi ve ilişkilenme düzeyleri ortaya koyabilmesinin yanı sıra, her bir coğrafi bölgeye atfedilen insan topluluklarına dâhil olan kişilerin bir diğer bölgeden ayrıksı bir grup oluşturmayıp, köken itibarıyla karışık pek çok bireyin aynı coğrafi alanda yaşaması sonucu oluşan benzerlik kümelerini temsil ettikleri de unutulmamalıdır. Bir başka deyişle, oldukça hassas genetik belirteçler olan SNPler (tekli nükleotid polimorfizmleri) ile genomik düzeyde saptanan genetik çeşitlilik örüntüleri kullanılarak gerçekleştirilen bölgeye aidiyet analizleri, her bir ayrı evrimsel köke sahip farklı grupların varlığına işaret etmezler (16). Dolayısıyla, genomik analizlerin ortaya koyduğu insan toplumları-coğrafya ilişkisi, Charles Pickering’in kitabındaki (Şekil1) dünya haritasındaki her biri farklı bir ırkı temsil eden ayrımlara benzer görünen coğrafya kategorileri verseler de, bu kategorilerin temsil ettikleri, uzun bir süredir aynı coğrafyada yaşayan ve pek çok diğer coğrafi bölgeden köken almış olan insanların genetik akrabalıklarından öte değildir. Ve bu akrabalıklar da, doğaları gereği, kaba biçimde ten rengi, saç rengi ve biçimi, kafatası benzerliği vb. tasniflerle örtüşmezler. Aslında, genetik ve morfolojik coğrafi dağılım örüntüleri arasında bir ilişkilenmenin bulunmadığı, bir biyolojik özellik için (örneğin deri rengi) gözlenen dereceli coğrafi dağılım yönünün bir başka özellik için geçerli olmadığı yeteri kadar uzun zamandan bu yana ortaya konmuş bir hakikat karşımızda durmaktadır (15,16). Bir başka önemli bulgu ise, herhangi bir insan toplumunun genomdaki herhangi bir genin belirli bir alelinin belirli bir topluma tamamen özgü olmayışıdır: yeryüzündeki her bir toplum insan türünün genomundaki her bir gendeki mevcut alellere farklı sıklıklarda sahiptir. Toplumların bütün genlerin alellerine sahip olup sadece alel sıklığı bazında (oldukça küçük miktarda) ayrışmış olmaları-ve yukardaki coğrafi örüntü irdelemesi- A.F.W. Edwards (17) ve onun çalışmasından feyz alan diğer araştırıcıların, Lewontin’in alel sıklığı bazında vardığı, insan toplumlarının genetik olarak “ırk” gibi kategorilere ayrılamayacağı sonucunu “Lewontin yanılgısı” damgasıyla yermeye çalışan yaklaşımın evrimsel genetik açıdan temelsizliğini de göz önüne sermektedir (18).

Peki, insanın, doğada diğer türler için gözlenebilen, genetik açıdan belirginleşmiş coğrafi formlara ya da “ırklara” ayrılamayışının sebebi nedir? Bu sorunun yanıtı, büyük oranda, insanın yine tür olarak sahip olduğu genetik çeşitlilik miktarının göreceli büyüklüğünde ve bu büyüklüğün ait olduğu primat ailesindeki kuzenleri goril, orangutan ve şempanzeyle paylaştığı derecesinde yatmaktadır. Son on yılda hızla gelişen genom dizileme yöntemleri ile elde edilen veriler, Antropoid evriminin son yirmi beş milyon yıl civarındaki seyrinde, insan ile şempanzenin son ortak atasına değin, bir türün sahip olduğu genetik çeşitliliğin önemli bir göstergesi durumundaki efektif popülasyon büyüklüğünün (Ne) düştüğü gözlenmektedir (19). Efektif popülasyon büyüklüğü, genel itibarıyla, bir popülasyondaki (nüfus manasında) toplam birey sayısının temsil etmeyip, bir sonraki kuşaktaki yavrulara aktarılan genetik çeşitlilik miktarının belirteci olarak, popülasyon içinde eşleşebilen ve yavru verebilen erkek ve dişi sayısına tekabül eder. Bu sayı, hesaplamalara göre kuşak zamanındaki artışla ters orantılı bir biçimde, şempanze insan ayrımı kavşağında 30 bin civarına inmiştir (19). Bu sayının başka omurgalı taksonlarıyla karşılaştırıldığında hayli düşük olduğu, şempanze ile insanın son artak atasından bu yana geçen yaklaşık 7 milyon yıllık süre dâhilinde, Australopitekinler ve Homo cinsi mensuplarının evrimi boyunca daha da azalmış olması kuvvetle muhtemeldir.

Ancak insanın düşük genetik çeşitliliğe sahip olması yalnızca Doğu Afrika’daki, düşük birey sayılı ve uzun kuşaklı bir evrimsel geçmişten köken almasından mı kaynaklanmaktadır? İnsan, artık net bir şekilde bildiğimiz üzere, anatomik açıdan şimdiki hale geldiği Afrika kıtasında yeryüzünün kalanına yaklaşık 100,000 sene önce göç etmeye başlamış ve böylece dünyanın kalanın insanlaşma sürecini de başlatmıştı. Levant topraklarına varış tarihi olan bu zamandan itibaren insanın yakın akraba türlerle de karıştığı muazzam bir devriâlemi söz konusudur (20). Konumuz açısından bunun önemi ise, insanın yeryüzüne Afrika’dan yayılımı sürecinin büyük oranda peşi sıra gerçekleşen, kurucu topluluklarla dünyanın farklı coğrafyalarına geçmiş olmasıdır.  Bu yayılan toplulukların büyüklüğü açısından söylenebilecek en net söz, küçük olduklarıdır. Ve bilindiği üzere, bir tür küçük topluluklar halinde ve ciddi miktarlarda karışabilme potansiyelini de hep taşıyarak yayıldığında, sahip olduğu genetik çeşitlilik yayılma esnasında düşecektir. Eğer bu tür, insan gibi, geçmişinden ötürü zaten düşük genetik çeşitliliğe sahipse, yayılma sonucu oluşan coğrafi toplulukların, her ne kadar bu topluluklar geldikleri bölgelerin ekolojik koşulları altında, deri rengi vb. kimi özellikleri bakımından-yine de bir tayf arz ederek-ayrışsalar da, genetik olarak, toplamda hep aşağı yukarı homojen kalmaya devam edeceklerdir. Nitekim insan evrimini genetik-genom düzeyinde ele alan çalışmaların aşağı yukarı vardığı zorunlu sonuçlardan biri de budur. Afrika’dan çıkışın ardından, sahip olunan düşük genetik çeşitliliğin, giderek düşmeye devam ettiği ise, sonraki pek çok çalışmayla birlikte, yukarda anılan çalışmanın da vardığı temel sonuçlardan biridir (14).

Sonuç olarak, insan evriminin genetik boyutu, insan genetik çeşitliliğinin arz ettiği durumlara bakıldığında, insanların “ırk” kategorilerine ayrılamayacağını açıkça göstermektedir. Irk kavramı, kelimenin anlam tarihi itibarıyla-kavramın oluşturulma temelinde, sömürgeci motiflerin ideal tür kavramıyla karışmış zihniyeti yatsa da-biyolojik açılardan belli derecede ayrımlaşmış, iç içe geçmiş varlıklar silsilesinden, katı sınırlarla ayrılmış, medeniyet dereceleri atfedilen su geçirmez kategorilerin absürtlüğüne dek uzanan bir kafa karışıklığı içinde tarihsel olarak biçimlenmiştir. Irk kavramının, insan genetiği ve biyolojisi çalışmalarında artık büyük oranda geride bırakılmış, hatta diğer türlerin sınıflandırması ya da biyolojisi için de artık kullanışlı bir tarafı bulunmayan anakronik bir genellemeden ibaret olduğu anlaşılmalıdır.

Kaynakça

 

  1. Pickering, Charles, The Races of Man: And Their Geographical Distribution, H.G. Bohn, London, 1851.
  2. Darwin, Charles, On the Origin of Species, Longman, 1872.
  3. Bowler, Peter J., The Eclipse of Darwinism: Anti-Darwinian Evolution Theories in the Decades around 1900, John Hopkins, 1983.
  4. Sturtevant, Alfred H., A History of Genetics, Harper and Row, 1965.
  5. Huxley, Julian, Evolution: The Modern Synthesis, Harper and Brothers, 1943.
  6. Hubby, J.L., R.C. Lewontin, R.C., “A molecular approach to the study of genic heterozygosity in natural populations. I. The number of alleles at different loci in Drosophila pseudoobscura”, Genetics 54: 577-594, 1966.
  7. Lewontin R.C., J.L. Hubby, J.L., “A molecular approach to the study of genic heterozygosity in natural populations. II. Amount of variation and degree of heterozygosity in natural populations of Drosophila pseudoobscura”, Genetics 54: 595-609, 1966.
  8. Allison, A.C., “Aspects of polymorphism in man”, Cold Spring Harbor Symposia on Quantitative Biology, 20 : 239-255, 1955.
  9. Lewontin R.C., The apportionment of human diversity, Evolutionary Biology, 6 : 381-397, 1972.
  10. Giblett E.R., Genetic Markers in Human Blood, Oxford and Edinburgh, Blackwell, 1969 
  11.  Mourant A.E., The Distribution of Human Blood Groups, Oxford, Blackwell, 1954.
  12. Cavalli-Sforza L.L, Menozzi P., Piazza A., The History and Geography of Human Genes, Princeton, 1994.
  13. Ruvolo, M., Seielstad,M., “ The apportionment of human diversity: 25 years later”, Thinking About Evolution: Historical, Philosophical, and Political Perspectives, Editörler: R.S.Singh ve ark., Cambridge University Press, içinde, syf.: 141-151, 2001. 
  14. Li J.Z., Absher D.M., Tang H.,  Southwick A.M., Casto A.M., Ramachandran S., Cann H.M., Barsh G.S, Feldman M., Cavalli-Sforza L.L., Myers R.M.,  “Worldwide human relationships inferred from genome-wide patterns of variation”, Science 319: 1100-1104, 2008.
  15. Fujimura, J.H., Bolnick, D.A., Rajagopalan, R., Kaufman, J.S., Lewontin, R.C., Duster, T., Ossorio, P., Marks, J. “Clines without classes: how to make sense of human variation”, Sociological Theory, 32 (3): 208-227, 2014.
  16.  Brace, L.C., “Race” Is A Four Letter-Word, Oxford University Press, Oxford, 2005.
  17. Edwards, A. W. F., “Human genetic diversity: Lewontin’s fallacy.” BioEssays, 25:798-801, 2003.
  18. Feldman, M., Lewontin, R.C., 2008. “Race, ancestry, and medicine.” Pp 89-101 in Revisiting Race in a Genomic Age, editörler: Koenig, B.ark., New Brunswick, NJ: Rutgers University Press, içinde, syf.: 89-101, 2008.
  19. Schrago, C.H., “The effective population sizes of the Anthropoid ancestors of the human–chimpanzee lineage provide Insights on the historical biogeography of the Great Apes”,  Molecular Biology and Evolution, 31(1): 37-47, 2014.
  20.  Altınışık, N.E., “Modern insan popülasyonlarında arkaik izler”,Kebikeç, 41: 283-294, 2016.

*Bu yazı, Kebikeç dergisinin 2016 yılı, 41.sayısındaki “Evrim, Genetik ve “ırk”: evrimsel biyoloji ışığında insan ırkının anlamsızlığı” başlıklı makalenin değiştirilmiş biçimini içermektedir.

 

Biyoloji