Prof. Dr. Çağatay KESKİNOK
ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı
Azmanlaşan, azmanlaştığı ölçüde doğal ve tarihi çevresini ve mekânını yok eden İstanbul bir Türkiye ütopyası olabilir mi? Azmanlaşan İstanbul, kapitalizmin “küreselleşme” adına bir kenti nerelere sürükleyeceğini gösteriyor. Bu biçimde büyüyen İstanbul, Türkiye’nin artan bölgesel eflitsizliklerinin, kırdaki ve tarım ve hayvancılık sektöründeki sömürü ve yoksulluğun göstergesidir. Azmanlaşan İstanbul, depremin ardından Van’da sarılamayan yaraların nedenidir."
“Son İstanbul” ister istemez tam yok oluşun arifesindeki İstanbul’u çağrıştırıyor. Bugün İstanbul üzerine oynanan oyunlar, rant hesapları, küresel çevresel felaketlere yol açacak çılgınlıkları göze alacak boyutlara ulaşmıştır. O nedenle de, İstanbul kendi sonunun arifesindedir. “Son İstanbul” küresel sermaye hareketleriyle ütopyasızlaştırılan bir toplumun, kentin gerçekliğidir. Günümüzün ulaştığı bütün teknolojik olanakların, toplumsal sermaye ve birikimin, İstanbul’un doğal çevresini çılgınca yok etmek için nasıl seferber edildiğini görüyoruz. Kaynaklar Türkiye’nin geri kalanından esirgendikçe yalnızca Türkiye’nin geri kalanı kaybetmiyor; İstanbul, sermaye yoğunlaşmasının yarattığı talanın kurbanı oluyor. Kapitalizmin geldiği aşamada, birikim rejimini, toplumsal gereksinmenin ne olduğu dikkate alınmaksızın kentsel rantlar için sürekli yapılı çevre üretilmesi niteliyor. Bunda inşaat sermayesi önemli roller üstleniyor; mekânları sürekli tüketerek, yıkıp yeniden yaparak birikim koşulları sürdürülmeye çalışılıyor. Toplumun yaşayarak ürettiği mekânlar ve değerler sürekli yeni imgeler pazarlanarak tüketiliyor. Kentin sokakları, tarihsel merkezleri yerine, alışveriş merkezleri geçirilmeye çalışılıyor. Bütün toplumsal kesimlerin konut mekânı olarak paylaştığı mahalle ortadan kalkıyor, toplumsal bölünme ve ayrışmanın ürünü olarak karşımıza varsıl kesimlerin güvenlikli, kentsel çevreden, yaşamdan, toplumdan koparılan kapalı ve kapılı yaşam çevreleri çıkıyor. Kentin merkezlerinde, herkesin mülkiyetindeki alan üzerindeki kamusallık ve merkezilik, özel mülkiyet üzerindeki alışveriş merkezlerine taşınıyor. İstanbul’da kentin merkezinde kamunun erişimini kısıtlayan, sizleri önce özel güvenlik görevlilerinin karşıladığı “rezidanslar” yükseliyor; kentlerde içine girilmesi, erişimi güç alanlar yaratılıyor. Toplumsal kopuş ve bölünme, toplumsal refahın zayıflaması, toplumda derinleşen eşit sizliklerin sonucu olarak güvenlik konusu özel sektörün yoğun ilgi alanını oluşturuyor. Bölünen ve ayrıklaşan İstanbul kenti ciddi toplumsal yabancılaşma sorunları yaşıyor. Halkın en kamusal mekânları özelleştiriliyor. Haydarpaşa Garı gibi kentin en işlevsel noktasında, kentle ülkelerarası, ülkesel ve bölgesel bağlantıların kurulduğu kamusal bir mekân halkın elinden çekilip alınıyor, özelleşmiş mekânlara dönüştürülüyor. Oysa dünyanın hiçbir kentinde, kentle ve denizle ilişkinin bu denli güçlü kurulduğu bir benzer demiryolu istasyonu hemen hemen yok gibidir. Haydarpaşa Garı, sanki kentin kalbinde son bulur; bütün görkemiyle karşıda İstanbul görüntüsü içinde, Anadolu’dan gelenlerin kentle ilk tanıştığı ya da buluştuğu yerdir. Ancak, kapitalizm bu tür bir romantizme ve şiirselliğe izin vermiyor!
Gazi Parkı örneğinde ise, Cumhuriyet’in halka armağan ettiği, önemli bir toplumsallaşma ve çağdaşlaşma mekânı Gezi Parkı, gerici toplum özlemleriyle özdeşleşen mimari biçim arayışlarıyla karşımıza alışveriş merkezi olarak çıkarılmak isteniyor. Ardında bu denli büyük bir sermaye olmasa bu geri toplum, geri çağ özlemleri ile özdeşleşen biçimler hayat bulabilirler mi? Bunlar birbirlerini besliyorlar! Bu sermayenin küresel sermaye olması, ülkemizin emperyalizm ile 200 yıldır hesaplaşmasının hala sürdüğünü gösteriyor. Gezi Parkı’nda yaplmak istenen alışveriş merkezi, küresel sermaye ilişkilerini, alışveriş merkezinin biçiminin Topçu Kışlası’na benzetilmesi ise, emperyalizmin tarihsel müttefiki gericiliği temsil etmektedir. İktisadi gerekler ve gerçekçilik, Park’ın değiştirilmek istenen kullanımında kendini gösterirken, üstyapısal düzeyde geçmişin mimari biçimleri ile ayakta tutulmaya çalışılıyor. İstanbul’un kamusallığı bu denli güçlü bir bölgesindeki kamusallığın ve kentsel canlılığın yarattığı imkânları kentsel rantlar olarak ele geçirmeye yönelik mekânlar yaratılmak isteniyor.
Kent içinde aşırı hızlandırılmış olan taşıt hareketi, kentsel çevreyi her anlamda boğucu hale getiren otoyollar, çevre yolları, viyadükler, üst geçitler, alt geçitler vb. altyapılar ile kentsel çevreler birbirlerinden koparılıyor; toplutaşın imkânları geliştirilmemiş kentlerde uzun yolculuk sürelerinin sonucu olarak, iktisadi nedenlerle işyerlerinin bulunduğu yerlerde yer seçme imkânı bulunmayan emekçi kesimler iş saatleri dışında da sömürülüyor, yaşamdan koparılıyor. Kent içinde yaya dolaşımını, toplumsal ilişki ve etkileşimi zayıflatan hızlandırılmış taşıt trafiği kentlerin kamusallığını ortadan kaldırmaktadır. Özel araçların hareketine yönelik olarak erişimi kolaylaştırılan kentler anlamsız ve maliyeti yüksek bir saçılmaya sahne oluyor.
Özellikle emekçiler açısından, sınırsız biçimde büyüyen ve büyüdüğü düzeyde nitelikli toplutaşıma sistemlerini geliştiremeyen bir kent biçimi sorgulanmalıdır. Emeği ile geçinenlerin her gün saatlerce kat etmek zorunda kaldıkları uzaklıkların zaman olarak maliyetini ve emeğin yeniden üretim sürecindeki sömürüsü düşünülmelidir.
Yukarıda dile getirilen geri çağ özlemini destekleyen ve Türkiye’nin bölgesel kalkınma bakış açısına tümüyle karşıt bir ideolojik çerçevelerden biri de, Ankara’ya karşı İstanbulculuk ideolojisidir. Gerici çağ özlemi ile beslenen bu İstanbulculuk ideolojisi ile uluslararası (küresel) sermayenin çıkarları arasında güçlü bir işbirliği vardır. Gerici çağ özlemi ile çılgın projeler arasında organik bir bağ ortaya çıkmaktadır. Her şey bir yana, Ankara’nın başkent oluşu, emperyalizm ile ittifak halindeki Saltanata başkaldırının en önemli bölgesel gelişme stratejisi idi. O nedenle, Ankara’ya karşı parlatılan İstanbul’un sınırsız biçimde büyümesi ile beslenen İstanbulculuk, dile getirilen özgürleşme projesine karşı cepheyi temsil ediyor.
“Dünya Kenti” İstanbul ve İstanbulculuk ideolojisi
1980’li yılların ortasında şehircilik, kentsel siyaset, kent toplumbilimi alanlarında yüceltilen kavramlardan biri de “Dünya Kenti” (Sassen, 1991) kavramıdır. Dünya Kenti kavramı Wallerstein’in (1974) ekonomik güç odağı merkez ile tabi çevre ülkeleri karşıtlığı üzerinde tanımladığı Dünya Sistemi kavramına dayanmaktadır. Bu kavram, bütün dünyada yeniden kapitalistleşme programlarının uygulamaya konduğu 1980’li yılların en kilit kavramıdır. Dünya Kentleri, sermayenin küresel hareketi önündeki engellerin aşılması sürecinde stratejik değişim noktaları olarak vurgulanmıştır. Burada, sermayenin küresel hareketindeki stratejik kentlerden ve bu kentlerin oluşturduğu bir sistemden söz ediyoruz. Wallerstein’ın dile getirdiği “Dünya Sistemi” kavramı, Yeni Dünya Düzeni’nin oluşturulmasına kuramsal çerçeve sunmuştur. Çünkü Wallerstein, belirli bir döneme ait özellikleri, değişmez gerçekliklere dönüştürecek bir sorunsal içinde ele almıştır. Bu kavramı tamamlayan ve küreselleşme ideolojisinin çerçevesini oluşturan diğer kavramlar şunlardır: Ağlar [networks], örüngü/ağ toplumu [network society], küresel kent ağı [global city network], küresel ağlar [global networks]. Kentlerin ve kentlerin ilişkili olduğu ağları/örüngüleri öne çıkaran bu bakış açısı kentleri özneleştirmektedir. “Yaratıcı kentler” [“creative cities”], “girişimci kentler” [“enterpreneurial cities”], “öğrenen bölgeler” [“learning regions”] vb. kavramlar bu özneleştirmenin ürünüdür. Kentsel bölgeler [city regions] kavramı, İstanbul örneği dikkate alındığında, kapitalizmin eşitsiz gelişme koşullarının sonucu olarak ortaya çıkan dengesiz bölgesel büyümenin yüceltilmesinin kavramından başka bir şey olmadığı görülebilecektir.
“Dünya Kentleri”, yani küresel ağlar ve sermaye hareketleriyle en doğrudan ve en kolayca bütünleşebilen kentler ciddi bir azmanlaşma sorunu ile karşı karşıyadırlar. Sermayenin yokluğu -piyasaya terk edilen toplumsal sermayenin belirsizliği koşullarında- kimi kentler açısından ne kadar sorun oluşturuyorsa, belirli kentlerde sermayenin yoğunlaşması ve bolluğu da ciddi kentsel sorunları beraberinde getiriyor. İstanbul bu kentlerin başında gelmektedir.
Özellikle, 90’lı yılların ortasından başlayarak, “çokkültürlülük” adına ezilen dünyayı ulus-devletler olarak iktidar odağı olabilmelerine götüren, o ortak ulusal kültür çerçevesi yıkılmaya ve yerine kendi içine kapanmış kültürel kimlikler konmaya çalışılmıştır. Ulusal kimlik derken, Türkiye örneğinde, bir devrimle kurulmuş ulus-devletin kültürü ve kimliği anlatılmak istenmektedir. Buna karşın, hâkim sınıfların hegemonyasının kurulmasına, yani -bölgesel gelişme dengesizliklerini- meşrulaştırmaya yönelik belirli ideolojik araçlara gerek vardır. “Yarışan kentler” kavramı böyle bir kavramdır. Bu küresel hiyerarşik sistemde yarışacak, bir üst kademeye çıkmak için çırpınacak aktörler olmalı ki sistem işleyebilsin. Kentlerin ve yerel yönetimlerin aktörler olarak ortaya çıkarılmasının temel kavramları, “yerel kimlikler” [“local identities”], “çokkültürlülük” [“multi-culturality”], “yer duygusu” [“sense of place”] ve “yerel rekabetçilik” [“local competitiveness”] kavramlarıdır. Bu kavramlar, ulus-devletin ideolojik ve siyasi çatısını tasfiyeye yöneliktir.
Ulus-devlete karşı kentlerin öne çıkarılmasında başvurulan kavramlar “kentlerin kimliği”, “yerel kimlikler” vb. olmaktadır. Dile getirilen kavramlar rastlantı değildir. Çünkü gelişmiş kapitalist merkezlerle bütünleşme, ulusal devletlerin bölgesel gelişme, bölge planlama gibi sermayenin küresel hareketini kısıtlayan ulusal siyasaların tasfiyesini gerektiriyor. Siyasi düzlemde “Yeni Dünya Düzeni” olarak tanımlanan yeni ilişkiler düzeni, seçili kentlerin öne çıkarılmasını gerektirmektedir. “Dünya Kenti” kavramı, dile getirilen genel çerçeve içinde üretilmiş bir kavramdır.
Cumhuriyet karşıtı ideoloji, küreselleşme kılıfı altındaki kapitalist emperyalist yayılma ve küresel sermaye hareketleri ile tanımlanan “Dünya Kenti”, “Kentsel Bölgeler” vb. kavramlar ile ideolojik ve siyasi işbirliği içindedir. Ulus-devlete karşı “Dünya Kentleri”, “Kentsel Bölgeler” vb. kavramlar, Cumhuriyet’in Anadolu’nun geliştirilmesi, Saltanat’ın merkezi İstanbul’a karşı kasabadan bir başkent yaratılması biçimde özetlenebilecek gelişme siyasası ile kökten çatışmaktadır. Bu devrimci stratejiye karşı konumlanan bütün stratejiler bugün Cumhuriyet karşıtlığı ile özdeşleşmektedir. Varlığı İstanbul’un sınırsız büyümesine dayanan ve İstanbul’u yıkım aşamasına sürüklemekte olan bu kapitalist-emperyalist stratejiler bugün toplumun çevreci değerleri ile de büyük bir çatışma noktasına gelmiştir.
Ankara’nın başkentliği, emperyalizme karşı mücadelenin kazanıldığı günden bugüne emperyalist odakları öteden beri rahatsız etmiştir. “Yapay kent Ankara” vb. yakıştırmalarla, kent toplumbiliminin kavramlarını hoyratça kullanan emperyalizm ile bütünleşmeci liberal çevrelerin asabını bozmaktadır Ankara’nın başkentliği. Dünya şehircilik yazınında önemli bir bölgesel gelişme stratejisi olarak kabul edilen Ankara’nın başkent olarak seçilmesine, emperyalizm ile ittifak halindeki liberal kesim tarafından tahammül edilememektedir.
Küreselleşme ideolojisinin Çağlar Keyder gibi savunucuları, ulus-devlet çatısı altında bir bölge planlama ve bölgesel gelişme modelinin anlamını yitirdiğini ileri sürmüşlerdir (Keyder, 1992 ve 1993). Bu sav, ulus-devlete karşı kentleri öne çıkaran ideolojik tutumla doğrudan ilişkilidir. Keyder (1992) küresel ağlarla kapitalist bütünleşmeyi ve kuralsızlaşmayı savunmuştur. Keyder’in çok iyi bilinen yazısının başlığı “İstanbul’u Nasıl Satmalı?”dır. Ulusal Kalkınmacılığın İflası kitabında, ulusal düzeydeki düzenlemeler ve ulusal kalkınma düşüncesi, tapınılacak hâle getirilen küresel ağlarla bütünleşme uğruna yerden yere vurulmuştur. Yazar, dünya ekonomisi ile bütünleşmenin ve İstanbul’u yabancı sermaye için çekici hale getirmenin olanaklarını vurgulamıştır. Bu çerçevedeki ana sav, küresel sermaye birikimin önemli odak noktalarından biri olarak “Dünya Kenti” İstanbul’daki sermaye birikiminin ve artı değerin adil biçimde ülkeye dağıtılabileceğidir. İstanbul’un küreselleşmesi ve liberalleşmesi ülkenin geri kalanı için olumlu bir işaret görülmektedir (Aksoy, 2009:48). Bu çerçevede, ‘demokrasinin yeni kanalları olarak’, ulus-devlete karşı yeni mekânsal örgütlenmeler ve bölgesel ağlar vurgulanmaktadır.
Yazarların küreselleşme süreçlerine bu bağlanışı ile ulusal ekonomilerin özelleştirilmesi ve uluslararası sermayenin önündeki siyasal ve mekânsal engellerin ortadan kaldırılması arasında yakın bağ vardır. Bu siyasi ve ideolojik tutumun, gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri üzerinde yıkıcı sonuçları olmuştur. Bunun sonucunda, yalnızca bölgesel gelişme farklılıkları değil, aynı zamanda gelişmiş bölgelerde bile kent içi eşitsizlikler, kapalı ve kapılı topluluk mekânları, kentsel kamusallığın zayıflaması ve toplumsal ayrıklaşma ortaya çıkmıştır.
İstanbul Dünya Kenti olarak göklere çıkarılırken, Başkent Ankara bir taşra kenti olarak küçümsenmiştir. Batı’nın, sermaye süreçlerine uygun gelişen Dünya Kenti kavramı ülkemizin akademik çevrelerince aynen aktarılmış, özellikle büyük kentlerimizin yerel yönetimlerince siyasi bir özleme dönüştürülmüştür. Bu İstanbul için fazlasıyla geçerli olup dile getirilen İstanbulculuk ideolojisi bu zeminde gelişmiştir. Büyüyen ve sermayeyi kendine kolaylıkla çekebilen, “gelişme ve ilerlemenin merkezi” İstanbul’un ne kadar daha Ankara’nın yükünü çekeceği tartışılmış, Ankara’nın başkentliği sorgulanmıştır. Ulus-devlete karşı bir ‘İstanbulculuk ideolojisi’ inşa edilmiştir. Bu dönemde İstanbul basınında çıkan bazı yazı başlıklarını anımsatmakta yarar vardır: “Ankara bir sussa” (Düzel, 1994), “Ankara’nın başkentliği” (Altan, 1996), “Başkasaba” (Altan, 1991).(1)
İstanbul’un nüfusunun en fazla arttığı, “küreselleşme” ve sermaye yoğunlaşması etkilerinin en fazla hissedildiği 1990’lı yıllarda, İstanbul ile ilgili dergi haber ve yazı başlıkları bize kentsel büyümenin ve azmanlaşmanın nasıl bir ideolojiye dönüştürüldüğünü gösteriyor: “Bırakın İstanbul kabuğunu çatlatsın”; “İstanbul globalleşen dünyanın uluslararası metropollerinden biri neden olmasın?” (Un ve Çelik, 1992); sonuncusu da, “İstanbul’u nasıl satmalı?” (Keyder, 1992).
Aşağıdaki ifade ve yazı başlıkları, bu gelişmenin, akademik düzeyde meşrulaştırılmasına yöneliktir:
“Yapay Ankara karşısında hakiki İstanbul... Eskimiş meşruiyetini yitirmekte olan bir politik yapının merkezi olarak Ankara…” (Ahıska, 2001, 51).
“Sonuçta, İstanbul’u bir cazibe merkezi olarak şişmeye devam etse de, Ankara milliyetçi söylem içinde yapılmış, yaralanmış, yok edilmiş, dilsizleştirilmiş, herkesin tarihini/kâbusunu biraz olsun taşıyor içinde…” (Ahıska, 2001, 55).
“Ankara artık göçlerle ve globalleşme dalgalarıyla azmanlaşan İstanbul’un umurunda bile değildir. İstanbul almış başını gitmiştir. Türkiye sınırlarını çoktan aşmış, dünya ölçeğinde at koşturmaktadır. Coğrafyasının ona verdiği ayrıcalığı kendisinden yana çevirmeyi başarmıştır” (Özkan, 2001, 49).
“Bir kentin iç bunalımı... Ankara, bir şeyler… Ankara, belki de kendisi için bir hayat tasarlanan, o nedenle daima çok çalışıp iyi bir öğrenci olduğu için hayatı hiç tanıyamamış bir çocuk gibidir… Ankara’nın bu derecede kuru bir mekân olmasının ve kendisini dönüştürememesinin çok temel nedeni var: Ankara belleği olmayan bir kenttir… Belleksizlik paradoksal olarak söylemek gerekirse, bir Cumhuriyet geleneğidir… Ankara boşluğun kenti olmuştur… Bugün Ankara eklektisizmin nerdeyse tarihsel bir örneği gibidir…” (Kahraman, 2001, 63).
“Terazinin İstanbul kefesi ağır basıyor. Üstelik, artık sadece tüketmiyor, üretiyor da. Ankara ise frenleyen konumunda. Ülkenin geleceğinin tohumları artık İstanbul’da atılıyor, günahı ve sevabıyla” (Uğur, 2001, 69).
“Ankara’nın teksesliliği, İstanbul’un çoksesliliği” (Tekelioğlu, 2001, 76).
“Ankara’nın patronluğunun sınırları” (Koraltürk, 2001,101).
İstanbul’un azmanlaşması süreci
Türkiye’de 1990’lı yılların ortasında Çillerlerle izlenen yeniden kapitalistleşme programları, küresel kapitalist bütünleşmenin önemli odak noktaları olarak İstanbul’un “küresel kent” olarak stratejik rolünü artırmıştır. Buna karşın, akademik dünyada “kentsel bölge” olarak yüceltilen İstanbul kenti, afet riskleri yanı sıra sermaye yoğunlaşmasının doğal çevre üzerindeki yıkıcı etkileri ile karşı karşıyadır.
İstanbul sermaye yoğunlaşmasının yarattığı doğanın yıkımı sorunlarını yaşarken, ülkenin geri kalanı, İstanbul’a yönelen ciddi iç göç dalgalarını destekleyen yetersiz sermaye birikiminin sorunları ile boğuşmaktadır. İstanbul’daki sanayisizleşme süreçleri küresel ekonomi ile bütünleşme için zemin sunmuştur (Erkip, 2000). Perakende sektördeki yabancı sermaye yatırımı, küçük esnaf aleyhine artan toplumsal eşitsizlikleri beraberinde getirmiştir (Tokatlı ve Boyacı, 1999).
1990’larla birlikte, Türkiye’nin, küreselleşme olarak adlandırılan kapitalist bütünleşme süreci, artan bölgesel iktisadi ve toplumsal eşitsizlikler ve kitlesel göç süreçleri ile nitelenebilir. Bu dönemde uygulanan iktisadi siyasalar yeniden bölüşümcü bölgesel gelişme siyasalarını engellemiştir. Bu açıdan, devlet fabrikalarının kapanışının gelişmemiş bölgelerde yıkıcı etkileri olmuştur. Bütün bunlar, kırsal alanda yoksullaşma sorununu derinleştirmiştir. Bu yoksullaşma süreci, 30 ilde belediyelerin sınırını il sınırına genişleten son yasal düzenlemeler ile daha da derinleşmeye aday gözükmektedir.
İstanbul’un nüfusu, 1980 yılına kadar, sürekli artmasına karşın Türkiye nüfusu içindeki oranı düşmektedir (fiekil 1 ve 2). Oysa, 1980’li yıllar, bölgesel gelişme siyasalarının terk edildiği ve piyasa süreçlerinin bölgesel gelişmeye hâkim duruma getirildiği yıllardır. 1980’lerin başında, İstikrar Tedbirleri’ni izleyen liberalleşme döneminde İstanbul’un nüfusunun Türkiye nüfusu içindeki oranı hızla artmıştır. “Dalan dönemi” olarak adlandırılan dönemin, o çok konuşulan İmar Operasyonları, bu bölgesel gelişme süreçleri içinde değerlendirilmelidir. Bu dönem aynı zamanda, yerel yönetimlerin imarla ilgili yetkilerinin artırıldığı dönemdir.
Emperyalist-kapitalist sistemle bütünleşme açısından birinci dönem 1950’li yıllar olacak ise, ikincisi de 1980’li yıllardır. Özelleştirme siyasetleri bu yıllarda, önce kamu hizmetlerinin özelleştirmesiyle uygulamaya konulmuş ve uluslararası sermayenin gire bileceği önemli bir pazar yaratılmıştır. Bu siyaset, aynı zamanda, yerel yönetimlerde kamu hizmeti üreten örgütlü işgücünün tasfiye edilmesine yöneliktir. Bu dönemle birlikte, Türkiye kentlerinde ideolojik çerçevesini, Dünya Bankası kaynaklı “yarışan kentler”, “yerellik”, “yerelleşme” kavramlarında bulan ve yerel yönetimlerin imar ile ilgili yetkilerinin artırılmasına varan düzenlemeler, bugün ciddi bir krizin önemli etkeni durumuna gelen, gereğinden fazla imarlı alanın üretilmesi sorununu ortaya çıkarmıştır. Sermayeyi kendilerine çekmek isteyen yerel yönetimler gereksinmelerin ve beklentilerin çok üzerinde imarlı alan arzı gerçekleştirmişlerdir. Bu dönemde gerçekleştirilen çoğu kent planı herhangi bir nüfus kestirimine veya bir planlama dönemi bakış açısına sahip değildir. Bu sorun bugün büyük kentlerde, özellikle de İstanbul’da ciddi bir ekonomik krize yol açabilecek boyutlara ulaşmıştır. Bütün bunlar, Özal dönemi ile başlayıp emperyalizme ve küresel sermayeye tam teslimiyeti temsil eden Erdoğan dönemine uzanan sürecin sonuçlarıdır. Son siyasi iktidarın geleceğini, siyasi konular yanı sıra, özellikle İstanbul’da üretilmiş bu gereğinden fazla imarlı alana yatırılmış sermayeyi harekete geçirebilmek ya da geçirememek belirleyecektir. O nedenle, basına yansıdığı başlıklarıyla “çılgın projeler”, bitmek tükenmek bilmeyen köprü projeleri, son döneme damgasını vuran kentsel dönüşüm projeleri hep bütün bu gereğinden fazla üretilmiş olan imarlı alanda sermaye dolaşımını sağlayabilmeye, buradaki ölü sermayeyi canlandırmaya ve emlak sektöründeki ve yapılı çevre üretiminde sermaye dolaşımının önündeki kara delikleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu açıdan, kentin bir önceki döneminde yoksul kesimlerin yaşadığı, kentin gelişmesi ile birlikte konumları açısından değerlenen, buna karşın yapı stokunun niteliği nedeniyle değerini bulamayan mahalleler, rant olanakları açısından çok cazip hale geliyor. Bu alanların afet riski bahaneleriyle kentsel dönüşüm uygulamalarına konu olması rastlantı olmasa gerekir. Diğer yandan, yabancılara mülk satışının kolaylaştırılmasına yönelik düzenlemeler, bir bakıma kriz tehlikeleri karşısında, kentsel rantların dağıtılması ve paylaşılmasına dayanan iktidarın imdadına koşan can simidi işlevi görüyor.
Kuralsızlaştırma siyasaları nedeniyle, bütün afet risklerine karşın İstanbul’da yığılma eğilimleri güçlenmektedir. 1980 ile 2007 Türkiye kentsel nüfusu içinde yıllık artış, 1.7 iken İstanbul’da bu oran 3.6’dır. En düşük değer olarak Karadeniz Bölgesi’nde bu oran -0.4’dür. İstanbul ve Batı Marmara Bölgesinde 1995-2007 arasında yıllık göç oranı sırasıyla %10.2 ve %10.6’ya ulaşmıştır. 1980 ile 2000 arasında Türkiye’de istihdam oranı yıllık %2.1 iken, İstanbul’da bu oran %6.3’e yükselmektedir.(2) Bu oran, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde %0.1’dir. Veriler bütün il arazisini kapsayan bir “kentsel bölge” olarak İstanbul’un çevre sinde yığılma eğilimlerini göstermektedir. Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde sermaye yoğunlaşmasının nedenlerinin anlamak zor değildir. Buna karşın ülkenin en büyük kenti sürekli sermaye yoğunlaşmasının ve nüfus yığılmasının imkânlarından yararlanırken, diğer kentler yetersiz sermaye birikiminin ve sınırlı büyümenin sorunlarını yaşamaktadırlar. Bu kentler farklı kentleşme süreçlerini yaşamaktadırlar. İstanbul’da sürekli nüfus yığılması, sermaye birikim süreçlerini güçlendirirken diğer yandan eşitsizlikleri de doğurmaktadır.
İstanbul ilindeki gelir eşitsizliği en üst noktadır (Sönmez, 1998). Sönmez (1998)’e göre en gelişmiş bölgeler ve iller en acı ve derin iktisadi eşitsizliklere sahne olmaktadırlar. Bu da, “kentsel dönüşüm” olarak bilinen “soylulaştırma”, “yerinden edilme” olarak bilinen projelerin iktisadi zeminini oluşturmaktadır.
Dinçer, Özarslan and Kavasoğlu (2003) tarafından DPT adına gerçekleştirilen araştırmada, 1996-2000 döneminde iller sosyoekonomik veriler açısından karşılaştırılmışlardır. Bu dönem “küreselleşme” adıyla anılan Türkiye’nin üçüncü dönem yeniden kapitalistleşmesi dönemidir. Çalışmanın sonuçlarına göre, sosyoekonomik sıralamada birçok il eski konumunu yitirmiştir. İlginçtir ki, bu tabloda en çok kaybeden iller, gelişmiş bölgelerdedir. Bu, gelişmiş bölgelerde bile giderek artan eşitsizlikleri ve sosyoekonomik kutuplaşmayı göstermektedir. Bu dönemin sonunda, İstanbul ilinin sosyoekonomik gelişme göstergesi
+4.80772 iken, en düşük değer olarak Muş ilininki -1.43956 düzeyinde kalmıştır. Bunların yanı sıra İstanbul’un nüfusu 2007 yılında ülke nüfusu içinde en yüksek oranına ulaşmıştır.
Bölgesel olarak düzenlenmeyen gelişmenin sonucu olarak sermaye yoğunlaşması ve artan bir ivme ile yığılma, İstanbul’da toprak üzerindeki spekülatif hareketleri güçlendirmektedir. Kentteki sanayisizleşme süreçleri yabancı sermayenin imalat sektörü dışındaki alanlardaki yatırımını özendirmiştir (Tokatlı ve Erkip, 1998). 1985 yılında gerçekleştirilen yasal düzenlemeler ile kentlerde imarlı alanlarda bir patlama yaşanmıştır. Özal dönemi ile birlikte, her ölçekte plan yapma yetkisi ile donatılan belediyeler, büyükkent düzeyindeki büyümenin olanaklarını ele geçirme telaşına düşmüşlerdir. İstanbul Metropoliten Planlama Dairesi (2006) verilerine göre İstanbul ili sınırlarına dayanan kentsel bölgede, irili ufaklı belediyeler tarafından planlanmış alan miktarı kentin 2023 yılı için kestirilen nüfusunun gereksindiği alanın çok üzerindedir. Kaldı ki, kestirilmeye çalışılan bu eğilimler de değiştirilmesi gereken eğilimlerdir. Bu yıl için kestirilen nüfus 21 milyondur. Buna karşın, İstanbul ili içinde planlanmış, imarlı alan miktarı şimdiden 30 milyonu barındırabilecek düzeydedir.
İstanbul örneğinde çok açıktır ki, sermaye piyasaları açısından bu toprağa yatırılmış olan ve batık durumdaki sermayenin harekete geçirilmesi yaşamsal öneme sahip olmaktadır. Bunu yapmanın tek yolu da, İstanbul’a yoğun iç göçün teşvik edilmesi, yabancılara mülk satışı önemli kamusal kaynağın İstanbul’a yönlendirilmesidir. Ancak belirtilmelidir ki, koruma öncelikleri ve afet riskleri dikkate alınarak İstanbul’un hesaplanan taşıma kapasitesi 16-17 milyon civarındadır (Metropoliten Planlama Dairesi, 2006). Özetle, İstanbul kentinin planlama gerekleri yığılma süreçleriyle çelişmektedir.
Nasıl bir kent? Nasıl bir toplum? Nasıl bir Türkiye?
Nasıl bir kent? Nasıl bir toplum? Nasıl bir gelecek? Nasıl bir ülke? Nasıl bir Türkiye ütopyası? Nasıl bir bölgesel gelişme? Azmanlaşan, doğal ve tarihi çevreyi yok ederek ilerleyen bir İstanbul bir toplumsal kalkınma ütopya olabilir mi? Azmanlaşan İstanbul, Türkiye’nin bütün toplumsal gelişme ütopyalarının ve geleceğinin yıkımı anlamına gelmektedir. Bu azmanlaşma, yalnızca iktisadi anlamda değil toplumsal ve kültürel anlamda da giderek eşitsizleşen bölgesel gelişmenin bir ürünüdür. Bu gelişmenin sonucu olarak, İstanbul ve çevresindeki doğal ve tarihi çevre acımasızca yok edilmektedir. Çevrecilik ile kapitalist-emperyalist gelişmenin çıkarları arasındaki çatışma İstanbul örneğinde ilk kez Gezi Hareketi ile apaçık ortaya çıkmıştır.
Nasıl bir Türkiye, nasıl bir İstanbul, nasıl insan yerleşmeleri, nasıl bir kır-kent ilişkisi vb. konular iç içedir. Bozkırın ortasında bir başkent yaratılması, Anadolu’nun kalkındırılması, bölgesel gelişme, köylünün kalkındırılması ve özgürleştirilmesi, sanayi kentlerinin yaratılması ütopyaları, Cumhuriyet Devrimi ve Kurtuluş Savaşı ile gerçeğe dönüştürüldüler. Bu aşamada, bir ütopyadan değil, Cumhuriyet Devrimi’nin ürettiği bir gerçeklikten söz ediyoruz. Ve bu gerçeklik Sovyet Devrimi ile benzerlikler göstermektedir. Batı’nın kent ütopyaları her iki siyasî devrim ile gerçekliğe dönüşmüşlerdir. Söylemek gerekir ki, Anadolu’nun geliştirilmesine yönelik bu siyasi tutum ve bölgesel gelişme stratejisi, İstanbul kentinin sorunlarını da çözülebilir hale getirmiştir. Bu siyaset ve ideolojiden geri çekiliş ise kendi karşı ütopyalarını yaratmıştır. Yukarıda dile getirdiğimiz İstanbulculuk, Anadolu’nun geliştirilmesi kararını temsil eden Ankara kentine karşı İstanbul düşkünlüğü, İstanbul kentini yok edecek ideolojinin ve gelişmenin değirmenine su taşımıştır ve taşımaya devam etmektedir. İstanbul’un sürekli biçimde öne çıkararak yığılma ekonomileri ile gelişmesinden çıkar umulması sürekli biçimde İstanbul’un yakınılan kentsel gelişme sorunlarını yaratmıştır.
Azmanlaşan, azmanlaştığı ölçüde doğal ve tarihi çevresini ve mekânını yok eden İstanbul bir Türkiye ütopyası olabilir mi? Azmanlaşan İstanbul, kapitalizmin “küreselleşme” adına bir kenti nerelere sürükleyeceğini gösteriyor. Bu biçimde büyüyen İstanbul, Türkiye’nin artan bölgesel eşitsizliklerinin, kırdaki ve tarım ve hayvancılık sektöründeki sömürü ve yoksulluğun göstergesidir. Azmanlaşan İstanbul, depremin ardından Van’da sarılamayan yaraların nedenidir. Van’da ya da ülkenin kalkınma sorunları yaşayan bölgelerinin çözülemeyen toplumsal sorunları, İstanbul’un gündemleri işgal eden doğal çevresinin yıkımı sorunlarının nedenidir.
Karşı süreçler
Gerek yaşayan gerekse tarihsel mekâna değerler, doğal çevreye ve yaşama ilgi ve özen, özetle kullanım değerlerinin yüceltilmesi, kapitalizmin geldiği aşamada birikim koşullarının yaratılmasına engel oluşturuyor, birikim rejimini tehdit ediyor.
İstanbul’daki “çılgın projeler” Türkiye halkının refahına, sağlıklı bir çevrede yaşamasına, sorunlarına ne kadar çözüm olabilir? Bilimi ve bilimsel gerçeği geçersizleştirmeye yönelik, doğal çevreyi yıkıma uğratacak hesaplar, aynı zamanda kendi yıkımlarını da hazırlıyorlar. Ekolojik yıkım, bölgesel gelişme ve ekonomi açısından yıkım ile birliktedir. O nedenle çevreci kaygılar ile bölgesel gelişme ve millî kalkınma siyasetleri birbirlerini destekler nitelik kazanmışlardır. Bu karşı süreçler, Türkiye’nin eşitsiz gelişme koşullarının, eşitsiz gelişmeyi özendiren kapitalist-emperyalist bütünleşme siyasalarının yarattığı zemin üzerinde ortaya çıkmaktadır.
1960’ların ikinci yarısında ithal ikameci dönemde büyük kentlere iç göç yoluyla yığılan nüfusu belirli düzeyde emebilecek bir sanayi gelişmesi var iken bugün ülke ekonomisi ciddi bir üretimden kopuş süreci yaşamaktadır. Sanayi gelişmesini de devlet işletmeleri borçlu olan kentlerdeki özelleştirmelerin sonucu olarak ciddi istihdam sorunları çeken kentlere yönelen iç göçün kentlerin sorunlarını daha da derinleştirmesi kaçınılmazdı.
AKP iktidarı bugün, emperyalizmin ülkemiz için biçtiği siyasi projelerinin iktisadi altyapısını yaratamamanın telaşı içindedir. İstanbul’dan başlayarak, kentsel rantların yaratılması ve ele geçirilmesi, giderek yabancı sermayenin cirit attığı emlak piyasalarının harekete geçirilmesi ölüm kalım konusu haline gelmiştir. Her şeyi kapsayan Torba Yasa, olağanüstü dönemlere özgü kararnameler, Anayasal düzenimize aykırılığı bir yana, TMMOB ve bağlı odalarının mesleki denetim yetkilerinin ortadan kaldırılmasına yönelik düzenlemeler siyasî iktidarın içine düştüğü telaşın göstergeleridir.
Özal dönemi ile başlayan ve sermayenin, özellikle de uluslararası sermayenin kentsel mekân ve yapılı çevredeki hareketinin önündeki her türlü engelin ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırılması anlamına gelen kuralsızlaştırılması programları, emperyalizmin müttefiki AKP açısından bir var oluş konusu haline gelmiştir; üretimden kopmuşlardır. Cumhuriyet’in yarattığı bütün kamusal değerleri kentsel rantlar uğruna tükettikten sonra, “çılgın projeler” ile siyasi iktidarlarına temel oluşturan kentsel rantları harekete geçirmek istemektedirler. Karşı çıkışlar nedeniyle kentsel rantları üretememenin telaşına düşmüşlerdir.
Kamu emlakının ve kaynaklarının hızla özelleştirilmesi yalnızca devletin bütçe krizini çözmeye çalışmıyor, aynı zamanda küresel düzeyde piyasalara yatırım alanları açmaya çalışıyor. Bunu yaparken de, önemli bir mülkiyet değişimini bir bakıma zorla uyguluyor. Kamunun Cumhuriyet tarihi boyunca ürettiği değerlerin özelleştirilmesi ulusal devletin iktisadi temelini de ortadan kaldırıyor.
Batı’nın ütopyalarından Doğu’nun gerçekliğine doğru
Cumhuriyet Devrimi ve Kurtuluş Savaşı’nın rolü
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların ütopyası Anadolu’nun kalkındırılması, sanayileşme, köylünün özgürleştirilmesi ve toprak devrimi idi. Tamamlanamamış bir toprak devrimi hâlâ bekliyorsa da, bu ütopya belirli bir düzeyde devlet fabrikaları ve devlet çiftlikleri sistemi ile, demiryolu ağları ile ve Köy Enstitüleri ile tüm ülkeye yayılan bir gerçekliğe dönüşmüştür. Cumhuriyet’in ilanı ve Ankara’nın başkent olarak seçilmesi sonrasında 1950’lere kadar İstanbul kentinin nüfusu artmamış; tersine azalmıştır. Bu dönemde İstanbul’un kentsel gelişme ve çevre sorunları denetlenemez değildir. Tersine Anadolu’nun kalkındırılması siyaseti İstanbul’un sorunlarını çözülebilir düzeye çekmiştir. Ancak, bu emperyalist-kapitalist gelişme ile bütünleşmeye izin veren bir gelişme değildir. Dengeli bölgesel gelişme, Anadolu’nun kalkındırılması kapitalizmin eşitsiz gelişme doğasına uymamaktadır.
Belirtmek gerekir ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana 90 yılın sonunda sistemin öngördüğü “karşı ütopya” ya da “ütopyasızlık” hala daha Cumhuriyet’in kuruluşundaki ütopyaların ekmeğini yiyor. Erken Cumhuriyet döneminin ütopyaları gerçekliğe dönüştürme kararlılığının ürünü olarak yaratılan değer bugün karşı ütopyanın saldırdığı alandır.
Kuşkusuz, ulus-devletlerin düzenleyici işlevlerinin tasfiyesi gerçekleşmeden sermayenin küresel hareketini hızlandırma ya da kolaylaştırma olanağı bulunmuyor. Kentler, özellikle de kapitalistleşme olanakları ve cezbedici yanları güçlü liman kentleri bu gelişmede önemli işlevler üstleniyorlar. Ulus-devletlere karşı, kentlerin öne çıkarılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bakış açımız, ulusal devletin tasfiyesine yönelen küreselleşme ideolojisinin bakış açısından kökten farklı olup şu ana siyasaları içermektedir:
Ulus-devletin savunulması, bağımsız ve iktisadi siyasa; özelleştirme siyasalarının reddi; başta KİT’ler olmak üzere özelleştirme programının sonucu olarak yitirilen kamusal kaynakların yeniden ekonomiye kazandırılması; üretimin planlanması ve yönetimde demokratik katılım araçları ve düzeneklerinin geliştirilmesi (yerel yönetim birlikleri, sendikalar, üretici birlikler, meslek örgütleri, kooperatif birlikleri); kamusal hizmet sunumunun güçlendirilmesi, kamusal yararlar çerçevesinde kamusal hizmetlerden yararlanma olanaklarının geliştirilmesi ve katılım düzeneklerinin yaratılması (Kent Konseyleri, Mahalle Örgütlenmeleri, Köylü Birlikleri, vb.) (Keskinok, 2003).
Küreselleşme sürecinde kazanan iller ve kazanan kentler de kaybediyor. Bölgesel dengesizlikler içinde kazanan iller ve kentler denetlenmeyen ve hızlı sermaye yoğunlaşmasının sonucu olarak kamusal değer olarak doğal ve tarihsel değerlerini yitiriyor. Kazanma kentsel büyüme ve yığılma ile ilişkilidir; yani sermaye yoğunlaşmasıyla. Kentsel dönüşüm uygulamaları, alışveriş merkezi patlaması, Dünya Ticaret Merkezleri, serbest bölgeler bu gelişmenin karşımıza çıkardığı ciddi emek sömürüsü süreçleriyle ilişkili gelişmelerdir. İstanbul’un dile getirilen gelişmesinde ısrar edilirse, kentin korunacak doğal ve tarihi değerleri kalmayacaktır. Biraz kalırsa da o da halkın elinden çekilip alınacak, emekçi halk kentlerin dışına sürülecektir. Kuşkusuz, bunun gerçekleşmesi olanaksız. Bunlar Gezi başkaldırılarının zeminini oluşturmaktadır.
İstanbul’da, kamusal mekânı ele geçirme, halkın mekânını varsıl kesimler için özelleştirme, kamusal mekân üretmek yerine ayrıcalıklı özel mekânlar yaratmak gibi sonuçları olan kentsel dönüşüm uygulamaları, dile getirilen bağlam içinde tarihsel olarak karşımıza çıkıyor. Kentsel mekândaki eşitsiz dağılımın, bölgesel düzeyde eşitsiz gelişme ile birlikte derinleştiğini ve tarihsel olarak oluştuğunu unutmayalım. Bütün bunlar üretkenliğini yitiren özel sermayeye yapılı çevre üretiminde nefes alabileceği bir yer açma girişiminden başka bir şey değildir.
Hatta, “Ankara’nın küçültülmesi” (kimi başkentlik işlevlerinin İstanbul’a taşınması) ideolojisi, İstanbul’da emlaka yatırılmış ölü sermayeyi harekete geçirilebilmesi ve sermaye birikiminin koşullarının yaratılması ile ilişkisi içinde değerlendirilmelidir. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesiyle başlayıp, devlet iktisadi işletmelerinin özelleştirilmesiyle devam eden uygulamalar bugün kamusal mekân ve değerlerin özelleştirilmesine yöneliyor. 1920’lerde Ankara’nın yaratılması ve Anadolu’nun kalkındırılması Türkiye’nin yaratılmasıydı. 1990’lı yıllarla başlayarak bugüne kadar işlenen “Ankara’nın yükünden kurtulma” ideolojisi, İstanbul’un azmanlaşması ve sınırsız büyümesi, “kabuğunu çatlatması”na hizmet ediyordu. Bu ise ulusal birikimin küresel sermaye hareketlerinin odağına dönüştürülmek istenen Dünya Kentlerine aktarılması anlamına gelmektedir.
İstanbul’daki kentsel gelişmenin ve büyümenin ifadesi olarak emlak reklâmları betimlenen durumu gözler önüne seriyor; nasıl bir kent ve kent mekânı, nasıl bir toplum ve mekân ilişkisi öngörüldüğü gözlenebiliyor. Bu reklamların ve pazarlanan emlaka verilen isimlerin çoğunun İngilizce olması bu piyasanın aktörlerini de gözler önüne seriyor bir bakıma. Şu reklam tümcelerine bir göz atalım:
“İstanbul yükseliyor”
“Kentin yukarısında birçok özel bir marka yaşam başlıyor”
“Kentin merkezinde ... Merkez Rezidansta konfor, zevk ve keyif içinde bir daire sizi bekliyor... 24 saat güvenlik”
“... Park Plaza... İstanbul’da yeni bir iş merkezi... İş ve finans dünyasının kalbi... Muhteşem bir İstanbul manzarası...”
“Sınır tanımaz bir gelecek...”
Ülkemizdeki emperyalist-kapitalist bütünleşme süreçleri, başta İstanbul olmak üzere büyük merkezlerde yığılma ekonomilerini güçlendirirken bölgesel dengesizlikleri artırmıştır. Ülkemizin kentleşmesi, ciddi bölgesel, bölgelerarası ve bölgeler içinde dengesizlikler sorunu ile nitelenmektedir.
En büyük kentimiz İstanbul 1980’li yıllarla başlayarak küresel sermayenin kapitalist bütünleşme merkezine dönüşmüştür. Bu kentimiz, afet risklerine, korunması gereken doğal ve tarihi çevresine karşın sınırsız biçimde büyümekte ve sürekli büyütülmek istenmektedir. Bu büyümenin insan ve toplum yaşamı açısından hiçbir akılcılığı bulunmamaktadır.
Üretimden kopan ve sürekli biçimde yapılı çevre üretilmesi yoluyla kentsel rantların ele geçirilmesine dayalı bir ekonomi, kendi içinde kriz koşullarını da barındırmaktadır. Yabancılara mülk satışı, emlak sektöründe yatırım yapan uluslararası sermayenin hareketleri, alışveriş merkezleri vb. şekillerde yatırımlar aracılığı ile ülkeye giren sermaye ve spekülatif para hareketleri bu kentsel rantları beslemektedir. Buna karşın, uluslararası kriz etkenleri ve siyasi koşullara bağlı olarak bu kaynağın bir anda kesilmesi olasıdır. Bu durumun, kamu yönetimi alanında ciddi bir belirsizlik ortamı yaratacağı açıktır.
Eşitsiz gelişmenin ve değer aktarımının, büyük kentlerde yarattığı rantların önemli paydaşı, bu kentlerde emlak piyasasına girmiş olan uluslararası sermaye kuruluşlarıdır.
Konunun ülke düzeyindeki siyasi tartışmalar ile ilişkili bir yanı da, gerek kentsel gerekse bölgesel düzeyde uluslararası sermaye hareketlerine açık kapı siyasetleri, feodal ve yarı-feodal yapıları gizleyen etnik temelli yerel özerklik siyasetleri ve yerel yönetim reformları ile iç içe geçen ve bölgesel eşitsiz gelişmeyi yaratan iki önemli siyaset ayağıdır. Bunlar, büyük kentlerdeki yığılmayı ve bu kentlerdeki kentsel arsa üzerindeki spekülatif gelişmeyi desteklemektedir.
Bugün Türkiye’de büyük kentlerin karşı karşıya kaldığı sorunlara, piyasa ekonomisinin ve özellikle kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı yığılma ekonomilerinin olanakları kullanılarak gelinmiştir. İstanbul’da doğal çevre, tarihî çevre ve insan kaynağı sürekli olarak tüketilmektedir. Dünya kapitalizmiyle sınırsız bütünleşme koşulları sağlanmış olan ve “Son İstanbul” olarak kentin geldiği çok hassas aşamada, sürekli büyüme problemini, piyasa ekonomisinin koşullarında çözme olanağı bulunmamaktadır. Çünkü bu kente ve ülkeye ilişkin tüm stratejiler, büyüyen bir kentin sağlayacağı rantlar üzerinde temellendirilmiştir.
Tutucu bir iktidar, çılgın projelere neden gerek duyar? “Çılgın proje” olarak kamuoyuna yansıtılan Kanal İstanbul Projesi’nin, oysa teknik ve mühendislik olarak hiç de “çılgın” bir yanı yok. Üretici güçlerin günümüzde ulaştığı düzey dikkate alındığında, bu projenin uygulanması hiç de zor değildir. Buna karşın proje, doğal çevreye ve ortama vereceği zarar açısından çılgın ve yıkıcıdır. İstanbul Boğazı’nın su ve doğal çevre değerlerini ve dengelerini altüst edecektir. Sermaye açısından ise çok gerçekçidir. İstanbul’da gereğinden fazla yaratılmış olan imarlı alana yatırılmış olan sermayenin harekete geçirilebilmesi için sürekli bir kamusal yatırımı gerekiyor. Peki, bu projenin topluma maliyeti ne olacaktır? fiu anda atıl durumda olan Formula 1 Pisti’nin topluma maliyeti ne olmuştur? İstanbul’un taşına toprağına spekülatif amaçla yatırılmış olan para gerçekte toplumundur. Bu toprağa gömülmüş para ve sermaye bugün İstanbul’u sonuna çağırıyor!
Türkiye’de özellikle 1980 sonrasında izlenen yeniden kapitalistleşme ve özelleştirme programlarının, siyasi müdahale ve süreçlerin sonucu olarak İstanbul’a yönelik olarak tetiklenen iç göç dalgası ve bu iç göç dalgası ile taşınan kaynaklarla -bunlar içinde en önemlisi olarak da kentlerde yedek işgücü ordusunu oluşturan emek gücü ile- hayat bulmaktadır.
Dile getirilen ve uluslararası emlak şirketlerinin yer aldığı emlak piyasasını, bununla doğrudan ilişkili inşaat sektörünü döndürmek, bunlarla rantları yaratmak, yaratılan rantlara el koyabilmek açısından büyük kamusal yatırımlara gerek bulunmaktadır. Bu ise önemli bir kaynağın bu sınırsız büyüyen, azmanlaşan ve sonrasında ne olacağı düşünülmeyen bir kente aktarılmasıdır. Azmanlaşan İstanbul, emperyalist-kapitalist küreselleşme sürecinin öne çıkardığı merkezdir; bir aktarım noktasıdır. Burjuva ideolojisinin peşine sürüklenen akademik çevreler, “Dünya Kenti”, “Kentsel Bölge” vb. kavramlarla, ülkelerde derin bölgesel eşitsizlikleri tetiklemiş olan yeniden kapitalistleşme programlarına kaçınılmazlık atfederek “kuralsızlaştırma” siyasalarına çanak tutmuşlardır. Küresel kapitalizmin eşitsiz ve yıkıcı gelişmesi, en fazla bölgesel gelişme sorunları ile boğuşan az gelişmiş ülkeleri vurmuştur. Çünkü bu gelişme ucuz emek gücünün sömürüsüne ve köleleştirilmesine dayanıyor. Bir yandan, kamusal kaynaklar sermaye yatırımları için seferber edilirken, diğer yandan işgücü taşeronlaştırma ile en ağır kölelik koşullarına itiliyor. O nedenle, cemaatçilik ve sadaka ilişkilerine dayanan sözde bir yardımseverliğin, özelleştirme uygulamaları ile birlikte hak olarak görülen kamusal hizmetlerin yerine geçirilmesi küresel kapitalizmin ideolojisi ile çok güzel uyuşmaktadır.
Kente ve mekâna dair ütopyalarımız, gelecek tasarılarımız ve siyasi etkinlik
Toplumu değiştirmeden mekânı değiştirebilir miyiz? Güzel kent, adil bir kent yaratabilir miyiz? Doğanın yeniden yaşam alanları içine girdiği insan yerleşmelerini yaratabilir miyiz? Doğaya yabancılaşmayan bir kent yaratabilir miyiz? Yani mekâna dair öngörülerimiz, doğal ve tarihi çevreye ilişkin öngörülerimiz, duyarlılıklarımız, nasıl bir kent, nasıl bir çevre konusundaki düşüncelerimiz, ütopyalarımız, toplumu değiştirme etkinliğimiz ile birlikte gelişiyor. En sonunda bir toplumsal etkinlik ve mücadele olmadan düşünceler, öngörüler, ütopyalar gerçekliğe dönüşemiyor. Buna karşın, her toplumsal eylemlilik kendi mekânını üretmeye adaydır.
Aşağıdakilerden hangisi bizce en fazla anlam ifade ediyor:
Sömürgelerden aktarılan kaynakların Paris mekânında yarattığı sermaye birikimi ile tarihi Paris’i dümdüz eden Haussmann mı?
Batı’nın kapitalist sanayi gelişmesinin kentlerde yarattığı çevre sorunlarına ve işçi sınıfının sefalet koşullarına karşı Tony Garnier tarafından geliştirilen Sanayi Kenti ütopyası, Camillo Sitte tarafından geliştirilen ve tarihi kente saygılı olmayı öngören Güzel Kent anlayışı ile Ebenezer Howard tarafından niteliksiz yaşam çevrelerine karşı geliştirilen Bahçe Kent ütopyası mı?
Batı’nın sanayileşmiş kentlerinin koşullarında üretilmiş olan kent ütopyalarını, ezilen ülkelerin dünyasından çıkarak bir gerçekliğe dönüştüren Sovyet ve Türk Devrimleri mi? Batı’nın ütopyaları neden Batı’da değil de devrimler yapan Doğu’da gerçeğe dönüştüler? Batı’nın kent ütopyalarından Doğu’nun gerçekliğine giden yolda devrimler ne tür roller üstlendiler?
Türkiye örneğinde Anadolu’nun kalkındırılmasında siyasi, iktisadi ve toplumsal anlamda yeni bir odak yaratma düşüncesinin ürünü olarak yeni bir başkent kurulması, sanayi kentleri, kır-kent bütünleşmesi, devlet fabrikaları sistemi, devlet fabrikalarının bulunduğu kentlerdeki sanayi yerleşkeleri ile kent halkı ve kırsal kesim arasında bütünleşme, fabrika yerleşkelerinde üretilen kamusal hizmetlerin halka sunulması vb. örneklerde, üretim ve tekniğin ilerlemesi ile üretim kültürünün gelişmesi, insanın dönüştürülmesi ve yaşamın ve mekânının dönüştürülmesi birbirlerini beslemişlerdir.
İddia edilenin tersine, bu gelişmenin kendisi, o dönemde İstanbul’un kendi haline terk edilmesi anlamına gelmemektedir. O dönemde, bölgesel düzeyde yoğun bir göç dalgası yaşamayan İstanbul’un tarihsel çevresinin korunması ve düzenlenmesi imkânları ortaya çıkmıştır.
Erken Cumhuriyet döneminde çağdaş şehircilik alanında teknik bilgi ve birikim çok sınırlıdır. Yetişmiş insan gücü az. Dışarıdan uzmanlara gereksinme duyulmaktadır. Ancak, devrimci kadroların topluma ve yaşama ilişkin siyasi kaygılar vardır; sanayinin geliştirilmesi, sanayi kentlerinin yaratılması, bilim ve tekniğin olanakları ile toplumun ve bireyin özgürleştirilmesi, ilerletilmesi gibi. Sanayi Kenti ütopyası siyasi kadroları etkilemektedir. Batı’nın ütopyalarından Doğu’nun gerçekliğine giden süreçte siyasi irade önemli bir rol oynamıştır. Örneğin, küçük bir mahalle olan Karabük’te bir sanayi kenti yaratılması Cumhuriyet’in devrimci kadroları arasında bir övünç kaynağıdır.
İstanbul’un emperyalist-kapitalist bütünleşme süreçleri ile şekillenen eğilimlerini tekrar ederek ne Türkiye’yi ne İstanbul’u kurtarma olanağı bulunuyor. Küreselleşme ideolojisinin ikinci elden izleyicilerinin İstanbulculukları, İstanbul’un sınırsız büyümesi ideolojisini üreterek İstanbul’u “Son İstanbul”a getirdi. Küreselleşme rüzgârlarının estirildiği 80’li yılların sonu, 90’lı yılların başında “Bırakın İstanbul Kabuğunu Çatlatsın”, “İstanbul’u Nasıl Satmalı?” diyenler İstanbul’u satmanın, İstanbul’un kabuğunu çatlatmasının bedelinin ne olduğunu anlamışlar mıdır bilmiyorum... Anlamadılarsa, “Son İstanbul” dergi ekindeki görüntülere bir bakıversinler. Buna karşın, İstanbul, afet risklerine, bekleyen depremine, hala daha, var olan korunacak tarihi ve doğal çevresine rağmen kabuğu çatlatılmaya ve satılmaya çalışılıyor. Bunun bedelini önce İstanbul’a yönlendirilen kamusal yatırım ve kaynağı karşılayan Türkiye, yaşadığı yerlerden kentsel dönüşüm uygulamalarıyla sürülen yoksul kesimler, azmanlaşan kentin her gün evlerinden işlerine, işlerinden evlerine gelirken sarf ettikleri zaman ile yaşamlarından çalınan emekçiler ödemektedirler.
Otomobilleşmenin tahrik ettiği kentsel saçılma ve yayılma, toprak kaynaklarının iyi değerlendirilememesini beraberinde getirdiği gibi toplumsal bölünmeye de hizmet ediyor. Geleceğe ilişkin kent tasarımlarımız, otomobilleşmeye bağlı olarak, dev alt-yapı ve yol yatırımlarını zorunlu kılan, kentleri yaşanması güç bünyelere dönüştüren, azmanlaşmış kent modeline karşın, yaşanabilir ve toplumsal ilişkiyi engellemeyen kent büyüklüklerini hedefleyen bölgesel gelişme ve kentleşme siyasalarından geçmektedir. Kentleri çirkinleştiren viyadükler, bol şeritli taşıt yolları, insan sağlığını tehdit eden, can güvenliğini ortadan kaldıran, özellikle yaşlılar, çocuklar ve engellilerin kentte dolaşımlarını tehlikeye sokan ve olanaksızlaştıran hızlandırılmış taşıt trafiği olsa olsa bir ütopyasızlık olabilir. Engellilerin ve yaşlıların özgürce ve onurlarıyla yaşayabilmeleri ve toplumsal yaşama katılmalarına uygun kentsel düzenlerin kurulması, toplumsal yabancılaşmanın yıkılması, güzel bir kent, adil bir kent yaratılması, kır ile kent arasında sağlıklı ve hakça ve halkçı bir düzenin kurulması, kentlerde öncelikle geri kalmış/gelişmemiş -kimi durumlarda suç kaynaklarını kimi durumlarda düşkün insanları barındıran- kent bölgelerinden başlayarak insan kaynağını toplumsal, iktisadi ve kültürel anlamda kapsamlı biçimde değerlendirilmesi ve yeniden biçimlendirilmesi, üretime ve toplumsal yaşama kazandırılması, yoksul halkın yaratıcı potansiyellerinin değerlendirilmesine yönelik toplumsal bütünleşme ve özgürleştirme projeleri ütopyalarımızı gerçeğe dönüştüren siyasalar olacaktır.
Kentsel merkezler kent halkının en önemli kamusal mekânlarıdır. Kentsel merkezler halkındır. Kentsel merkezlerin canlandırılması, kentsel merkezlerin yeniden kamusallığın, toplumsal iletişim ve değişimin canlı mekânlarına dönüştürülmesi kentleri yıkıma uğratan günümüzün küresel kapitalizminin ütopyasızlığını alt üst edecektir.
Kimi yazarlar, İstanbul’un günümüzde geldiği yeri yüceltseler ve yere göğe sığdıramasalar da, kamusal ortamı, halkın elinden alınmaya çalışılan “Son İstanbul” bir kent ütopyası olabilir miydi? İstanbul’daki emlak piyasalarını harekete geçirmek için, havaalanları, Boğaz geçişleri ve Kanal Projeleri’yle doğal çevresi talan edilen ya da edilmek istenen İstanbul olsa olsa ütopyasızlığın ve geleceksizliğin örneği olabilir.
Unutmamak gerekiyor ki, kentimize ve kentlerimize yönelik ütopyalarımız, düşüncelerimiz ve tasarılarımız ancak ve ancak siyasi irade ile birlikte nesnel gerçekliğe dönüşecek, hayat bulacaklardır.
Dipnotlar
1. Günay (1996), “Ankara Karalamaları; Türkiye’nin Başkenti: Ankara” başlıklı yazısında Ankara’yı karalayan yazarlara yanıt vermiştir: “Ankara’dan Utanmıyorum”, “Ankara Susmayacaktır”, “Ankara Nal Toplamıyor”.
2. Konu ile ilgili istatistikî bilgi için bkz: Filiztekin (2008).
Kaynakça
Ahıska, M. (2001) İstanbul Üzerinden Ankara, İstanbul, Tarih Vakfı (36) 51-55.
Akat, A.S. (1994) “Ankara”, Sabah Gazetesi, 23 Ekim 1994.
Aksoy, A. (2009) “Istanbul’s choice: Openness”, Istanbul City of Intersections, The London School of Economics and Political Science, London, 48-51.
Altan, M. (1991) “Başkasaba”, Yeni Yüzyıl Gazetesi, 5 Temmuz 1991.
Altan, M. (1996) “Ankara’nın Başkentliği”, Sabah Gazetesi, 6 Haziran 1996.
Ambrose, P. (1986) Whatever Happened to Planning, Methuen, London.
Castels, M. (1989) The Information City: Information Technology, Economic Restructuring and the Urban-Regional Process (Oxford, Blackwell).
Cointreau-Levine, S. (1994) Private Sector Participation in Municipal Solid Waste Services in Developing Countries, Urban Management Programme, The World Bank, Washington, D.C.
Dillinger, W. (1991) Urban Property Tax Reform, The World Bank Working Papers, n.710, Washington D.C.
Dillinger, W. (1994) Decentralization and its Implications for Urban Service Delivery, Urban Management Program, The World Bank, Washington D.C.
Dowall, D.E. (1991) Land Market Assessment: A New Tool For Urban Management, A paper prepared for the Municipal Finance component of the joint UNDP/World Bank, UNCHS, Urban Management Program (UMP), Washington, D.C.
Düzel, N. (1994) “Ankara bir sussa”, Hürriyet Gazetesi, 23 fiubat 1994.
Eraydın, A, Güvenç, M. ve Türel, A., (2005) “Küreselleşme Kıskacında
Yeni Kentsel Oluşumlar”, Archidek, (1)50-55.
Ersoy, M., ve Keskinok, H.Ç. (1997) “Yerelleşme: Küreselleşmeye Karşı Bir Akım mı?”, Teori, (97)17-22.
Farvacoque, C and Mc Auslan, P. (1992) Reforming Urban Land Policies and Institutions in Developing Countries, Urban Management Program, The World Bank, Washington, D.C.
Filiztekin, A. (2008), Türkiye’de Bölgesel Farklar ve Politikalar, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TUSİAD), TÜSİAD-T/2008-09/471, İstanbul.
Friedman, J. (1998) “The new political economy and of planning: The rise of civil society,” in M.Douglas and J.Friedmann (eds), Cities for Citizens: Planning and the Rise of Civil Society in a Global Age Wiley, London.
Günay, B. (1996) “Ankara Karalamaları-Türkiye’nin Başkenti: Ankara”, Ada Kentliyim Dergisi, 96 (7) 80-85.
Healey, P. (1993) “Planning Through Debate: Communicative Turn in Planning Theory”. F.Fisher and J.Forester (eds) The Argumentative Turn in Policy Analysis and Planning, UCL Press, London.
Helsinki Yurttaşlar Derneği (2001) Modernleşme ve Çokkültürlülük-Modernity and Multiculturalism, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İletişim Yayınları, İstanbul.
İstanbul Metropoliten Planlama Dairesi (2006), İstanbul Metropoliten Alanı ve Marmara Bölgesi Bütününe Yönelik Gelişme Stratejileri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul.
Kahraman, H.B. (2001) “Ankara, bir şeyler”, İstanbul, Tarih Vakfı (36)63-66.
Keskinok, H.Ç. (1988) “Comments on Recent Debates on Privatization of Services and Goods Provided Publicly”, [Kamusal Olarak Sunulan Mal ve Hizmetlerin Özelleştirilmesiyle İlgili Tartışmalar Üzerine Görüşler], METU Studies in Development, 15(4) 74-78.
Keskinok, H.Ç. (1999) “Özelleştirme ve Kent Planlama”, Teori , (109) 3-21.
Keskinok, H.Ç. (2001), Küreselleşme Kıskacında Kent ve Planlama, Mimarist, (3) 64-78.
Keskinok, H.Ç. (2002) “Türkiye’de Kent Planlamanın Sorunları ve Avrupa Birliği Süreci”, (7-9 Kasım 2001 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen Avrupa Birliği Süreci ve Planlama başlıklı 25. Dünya Şehircilik Günü 5. Türkiye Şehircilik Kongresi’ne sunulan bildiri), Avrupa Birliği Süreci ve Planlama, Şehir Plancıları Odası yayını, Ankara, 129-37.
Keskinok, H.Ç. (2006) “Türkiye’nin Ulusal Devletine Karşı Yeniden Yapılanmasında Yerel Yönetim Reformu”, Kentleşme Siyasaları, Kaynak Yayınları, 79-88.
Keskinok, Ç. (2009) “Kenti Tüketmek Üzerine”, Mimarist, (33)74-77.
Keskinok, Ç. (2010a) “Kenti Korumak: Kamusallığı Yaratmak”, Kentleri Korumak ve Savunmak, 8 Kasım Dünya fiehircilik Günü 33. Kolokyumu Bildiriler Kitabı, fiehir Plancıları Odası Yayını, Koza Yayıncılık, Ankara,
Keskinok, Ç. (2011) “Yeni Liberal Siyasalar, Post Modernizm ve Türkiye’de Kent Planlama” başlıklı bildiri, 21. Yüzyılda Planlamayı Düşünmek, AÜ. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin 13-14 Mayıs 2011 tarihinde düzenlediği Sempozyum, basılmamış bildiri.
Keskinok, Ç. (2012a) “Küreselleşme İdeolojisinin Kent Planlamaya İlişkin Kavramları”, Küreselleşme Sürecinde Kent ve Mimarlık Sempozyumu, 13-14 Ocak 2012, İTÜ Mimarlık Fakültesi, İstanbul, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul fiubesi.
Keskinok, Ç. (2012b) “Siyasi İktidar, Kentsel Rantlar ve ‘Çılgın Projeler’”, Dosya, TMMOB Mimarlar Odası, Ankara Şubesi, (28) 108-112.
Keskinok, Ç. (2012c) “Van Kentinin Kentleşme Sorunları”, Van Kent Sempozyumu Bildiriler Kitabı, TMMOB Van İl koordinasyon Kurulu, Ankara, 205- 226.
Keskinok, H.Ç. (2010b) “Shifting from Planning Human Settlements to Enabling Networks: At What Costs? The Case of Turkey”, [Yerleşmelerin Planlanmasından Ağların Kolaylaştırılmasına Kayış: Ne Pahasına? Türkiye Örneği] Ekistics, (75) (Basılacak).
Keyder, Ç, (1992) "İstanbul'u Nasıl Satmalı?", İstanbul, Tarih Vakfı (3).
Keyder, Ç. (1993) Ulusal Kalkınmacılığın İflası, İstanbul, Metis Yayınları.
Klitgaard, R., Mac Lean-Abaroa, R., Parris, H.L. (1996), A Practical Approach to Dealing with Municipal Malfeasance, Urban Management Program, The Working Paper Series, (7), The World Bank.
Koraltürk, M. (2001) “1920’lerde Ankara’nın Sermaye Birikimini Yönlendirme Girişimleri ve Buna
İstanbul’un Tepkisi”, İstanbul, Tarih Vakfı (36)97- 101.
Özgen Savur, A. (der) (2013), “Gökyüzünden Fotoğraflarla Son İstanbul-3. Köprü İnşaatından Çamlıca’ya, Sahil Dolgusundan Fikitepe Yıkımına”, Tempo Dergisi, (56) 45-65.
Özkan, D. (2001) “Bazen Bir Durumu Anlamak veya Anlatmak İçin”, İstanbul, Tarih Vakfı (36)48-49.
Paul, S. (1985) Choosing Between Private and Public Alternatives in Development: Criteria, Constraints and Challenges, a World Bank Working Paper, Washington, D.C.
Sanyal, B. (1993), “Relegitimation of development planning: What will it take?” Changing Cities (MIT, Department of Urban Studies and Planning), Spring, pp. 4-6.
Sassen, S. (1991), The Global City: New York, Tokyo and London, Princeton University Press, Princeton, NJ.
Sönmez, M. (1998), Türkiye’de Bölgesel Eşitsizlik, Alan Yayıncılık, İstanbul.
Sönmez, M. (2001) “10 Boyutuyla 2000 İstanbul’u” İstanbul, Tarih Vakfı (36) 86-92.
Tekelioğlu, O. (2001) Ankara’nın Teksesliliği, İstanbul’un Çok Sesliliği, İstanbul, Tarih Vakfı (36)76-79.
The World Bank (1983) Urban Sector Review: Turkey. The Document of World Bank, Report No: 4631-TU.
Tokatlı, N., Erkip, F. (1998) “Foreign Investment in Producer Services: The Turkish Experience In The Post-1980 Period” Third World Planning Review, 20(1) 87-106.
Tokatlı, N., Boyacı, Y. (1999) “The Changing Morphology of Commercial Activity in İstanbul”, Cities, 16 (3) 181-93.
Uğur, N. (2001) “Tarih Tahterevallisinde Ankara-İstanbul”, İstanbul, Tarih Vakfı (36) 67-69.
Un, N.ve Çelik, F. (1992) “Bırakın İstanbul Kabuğunu Çatlatsın”. Nokta Dergisi, (11) 40-47.
UNDP (United Nations Development Program) (1990), Urban Management Program/ Phase 2: Capacity Building for Urban Management in the 1990s, United Nations Development Program.
Wallerstein, I. (1974) The Modern World-System,
Academic Press, New York.
World Bank (1983) Urban Sector Review in Turkey, The Document of The World Bank.
World Bank (1991), Urban Policy and Economic Development- An Agenda for the 1990s, A World Bank Policy Paper, Washington, D.C.
* Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Mart, 2014 sayısında yayımlanmıştır.