Nesnel olanda öznelin yeri

Yazan
Prof. Dr. Ahmet İNAM
ODTÜ Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi

 Yıllar önce yerel bir gazetede bir süre köşe yazarlığı yapmıştım. Yazarlığıma son verilme gerekçelerinden biri “çok öznel” yazılar yazıyor oluşumdu. O kadar öznel yazıyordum ki, bu öznelliğin zaman zaman  “gizemli” bir özellik taşıdığını söylüyorlardı. Neden duygulardan, aşktan, acılardan, yalnızlıktan söz ediyordum ki? Hayata yoğun kalıp düşüncelerle, sığ malumatla bakanlar açısından dünyanın bunca sorunu dururken “kendi küçük duygu ve düşünce dünyasından” yola çıkarak konuşmak, yazmak, bir sorumsuzluk, dünyanın bunca sorununa karşı duyarsızlıktı. Sen kim oluyordun da kendinden, kendi iç dünyandan söz edebiliyordun. Yapman gerek, asla kendini karıştırmadan olanı olduğu gibi “nesnel” bir biçimde ortaya koymandı.

Öznellik; keyfilik, duygusallık, hatta bencillik demekti. Özne demek birey demekti. Toplumun, tarihin, kültürün, ekonominin, bilimin yanında bireyin ne önemi vardı? Bilim bireysel miydi? Değildi. Bireyi belirleyen toplumdu, tarihti, kültürdü, çevreydi. Sanat paylaşılırsa, sanat olurdu. Yalıtılmış bireylerin ortaya koyduğu ürünler paylaşılmadıkça sanat olabilir miydi? Birey diye bağımsız bir varlık olamazdı. Birey, topluma egemen olan güçlerin yapılandırdığı bir varlıktı: Onun nasıl yaşayacağı, nasıl konuşacağı, ne düşüneceği, nasıl ilişkiler kuracağını belirleyen güç onun dışında idi.

Bireyin “dışında” idi bilinecek, araştırılacak olan. İnsan, birey olarak, insan teki olarak, kendi dışında, ondan tümüyle bağımsız olan gerçeği, ancak kendi bireyselliğinden, duygusallığından, kendi bakışından, kendi yorumundan bağımsız olarak tümüyle “nesnel” bir tavırla görebilirse, deneyimleyebilir, düşünüp kavramlaştırabilirdi.

Nasıl düşünecekti? “Aklın”, “mantığın”, “bilimin” yolunu izleyerek. Peki, nedir, bu “nesnel” insanın “akıl”, “mantık”, “bilim” dediği? Hangi kitaplardan neleri okumuşsa, o kitapların nesnelliğinden zerre kadar kuşkulanmaz! Okuduklarını yorumlayamadığı, eleştiremediği için (Yorumlayıp eleştirebilmek öznel güç gerektirir çünkü!), onlara hiçbir şey katamadan edindiği sözde bilgilerle kalıp düşüncelerin kıskacına kolayca giriverir. Nesnelliği ararken, ezberciliğe, katı düşünce biçimlerinin tuzağına düşüverir.

İroniden, farklı bakışlardan, farklı çözümler aramaktan ürken akademisyenlerle karşılaştım elbette. Hatta matematikle uğraşanı, psikiyatrist olanı, edebiyatçı, felsefeci, sosyolog, fizikçi olanlarını ilgiyle izlemişimdir. Kendisini bilim insanı değil de “bilim” sananları vardı. Yüksek perdeden “bilim konuşuyor burada” derlerdi. Geliştiremedikleri öznellikleri onları kendileriyle karşılaşmaktan alıkoyuyordu.

Konusunda yetersiz, başka bir seçeneği olmadığı için özel ilişkiler ve kurnazlıklarla akademik merdivenleri çıkanların bilgileriyle olan ilişkilerindeki zayıflığı anlayabilirim. Onların bir bölüğü yetersizliklerinin farkında olduğu için çevresine, öğrencilerine pek zarar vermezler. Ama cehaletinin farkında olmadan yarım yamalak ulaştığı bilgileriyle “nesnel” olduklarını düşünüp kendilerini büyük “âlim” sanmaları durumunda akademik hayata verdikleri zarar büyük olur. Yetiştirdikleri öğrencilerle, oluşturdukları çarpık akademik ortamla ülkenin akademik geleceğini karartırlar.

Öte yandan gerek zekâları gerekse alanlarındaki araştırmalarıyla üstün başarı elde eden bir bölük akademisyenin bilgileriyle olan ilişkilerindeki bilgisel katılık (Dünyaya anlatmak için “epistemic stiffness” diyelim bu duruma!) alanlarındaki yaratıcılıklarına zarar verebilir. Bu katılık içindeki kişiler, öğrendikleri bilgilerle başarıya ulaştıkça bu bilgilerini dondururlar. Artık, araştırmanın gerektirdiği sağlıklı kuşku, seçenekleri gözden geçirip eleştiriye açık olma tavrı ortadan kalkmıştır.

Öznellikten bu yazının sınırları içinde anladığım, keyfilik, duygusallık, farklı bakışlara kör bir anlayışın yanında bir çıkarcılık değil. Öznelliği Türkçenin sağladığı olanakla “öz nelik” olarak okuyabiliriz. Öyle bir “neliğe”, “ne oluşa” sahibiz ki, bu özümüzdür. Üvey nelik değildir, bizden gelen, biz olandır. Bilgiyle ilişkiye geçen, bilgiyi duyan, yaşayan, özümseyen öz niteliğimizdir. Canımızın bilgiye açık, bilgiyle içten, has ilişkiye geçen yanımızdır öznelliğimiz. Gerçekle öznelliğimizle karşılaşırız. Gerçeği yorumlayan, anlamaya çalışan, gözleyen, deneyleyen, kavramlaştıran, kuramlaştıran gücümüzdür öznellik.

Dünyayı kendi gözüyle görüp, kendi düşünme ve düş gücüyle kavrayamayan bir insan öznelliğini geliştiremez. Öznelliğini geliştiremeyenin nesnellikle olan bağı dar kalıplar içinde sığ bir biçimde oluşur. Bilgisini bir yük gibi taşır, ezbercidir, şekilcidir. Konusuyla ilgili malumat bombardımanın üzerine gelmesini engelleyecek öznel gücü olmadığı için edindiği malumatı yorumlayamaz, malumat yığınının altında kalır. Hangi malumatla nasıl çalışacağı konusunda karar alamaz, seçim yapamaz. Farklıyı, yeniyi göremez. Yapışıp içinden çıkmaktan korktuğu dar bir bilgi alanında dolanır durur.

Bilgiyi canımızla yaşıyorsak, canımızla besliyorsak, bilgiyi bedenimiz, duygumuz, aklımız ve çevremizle yaşıyoruz demektir. Bilgiyle, sahici, içten bir bağımız vardır. Canımızla yaşadığımız bilgi yolculuğunu özgürlüğümüzle, özerkliğimizle, nesnel olana, gerçeğe duyduğumuz sorumlulukla yaparız. Canımızla bilgimiz arasında kurduğumuz ilişki sayesinde araştırdığımız gerçeklik kendini öznelliğimize yeni düşünceler, kavramlar olarak sunacaktır.

Öznelliğimizi geliştirip güçlendirmedikçe nesnel olanı kavramada sıkıntılarımız olacaktır.

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın mart 2019 sayısında yayımlanmıştır.

Felsefe