Koch postülatı ve kritiği

Yazan
Selçuk Dağdelen
Yazının Okunma Süresi
23 dakika

Tıbbın hipotezleri, üzerinde kanıtlanması gereken bir insan bedeni etrafında döner durur. Bu hipotezlerin dişe dokunur, işe yarar kanıtları eninde sonunda o bedene bir müdahale gerektirir. Böylesi müdahalelerin, bir yandan etik şaibelere kapalı olma zorunlulukları, diğer yandan yeterli bilimsel geçerlilik taşıma gereksinimleri, tıbbi araştırmaları ve bunların rutine geçmiş bireysel uygulamalarını, sürekli birer metodolojik tartışma konusu yapmaktadır. Sorunun etik boyutu, yerel ve evrensel etik kurul onaylarına ek olarak, müdahale edilecek hastanın veya sağlıklı gönüllünün bilgilendirilerek kendi rızasının alındığına ilişkin imzayı içeren onaylarla şimdilik çözülmüş gibi görünmektedir. Bilimsel geçerlilik boyutu içinse, bugünlerde çoğunlukla tercih edilen tek bir sistematikten söz edilebilir: Kanıta dayalı tıp (evidence based medicine).

Kanıta dayalı tıp, tek tek bireyler olarak hastalara ilişkin tanı, tedavi ve korunmaya yönelik karar alma aşamalarında; güncel ve en iyi kanıtların sağduyulu, vicdanlı, dürüstçe ve akıllıca kullanılmasıdır (1). Aralarından en iyilerinin seçileceği öngörülen bu kanıtlarsa, epidemiyoloji (tıbbi araştırmaların yöntembilimi) disiplininin konusu olan uygun yöntemlerle gerçekleştirilip, uluslararası hakemli dergilerde yayımlanmış güncel araştırma sonuçlarını kapsamaktadır (2). Peki gerek tıbbi araştırmalar, gerekse bireysel rutin tıbbi uygulamalar düzeyinde giderek yaygınlaşan bu metodolojik eğilim; tıpta hastalık yoktur, hasta vardır düsturunun lehine mi, yoksa aleyhine mi işleyecektir? (3) Tıpta bilimsel geçerliliği belirleyen bu yeni sistematik, yepyeni bir etiğe mi gebedir? Yoksa yeni çağın yeni güçleri (uluslarası ilaç sermayesi, sosyal güvenlik ve sigorta kurumları, makroekonomik dengeler) mi böyle bir kavramı dayatmıştır? Bu sistematik yeni çağın modern hekimlerine, özünde hâlâ yaşayan bir insan olan hastayı kâğıt üzerinde çözülmesi gereken teorik ve sanal bir problem olarak mı algılatmaktadır? Çağı ve literatürü yakından izleyen ideal bir hekim, uluslararası konsensuslarca belirlenmiş tanısal ve tedaviye yönelik kılavuzlara uygun kararlar aldıkça mekanize bir robot hekime mi dönüşmektedir? Yeni çağın hekimlerinin hâlâ hümanist oldukları söylenebilir mi? Matematik, fizik gibi temel bilimlerde katı pozitivizmin tıkanıklıkları, açmazları birer ikişer ortaya saçıldığı halde, niçin Batı kökenli modern tıpta bu eğilim giderek güçlenmektedir? Modern tıbbın alternatifi olarak Batı’da ve ülkemizde giderek şaşırtıcı bir hızla taraftar toplayan Doğu kökenli alternatif/destekleyici tıp, asıl modern tıbbın kemikleşen katı pozitivizmine kastetmiş bir karşıt-direniş (alternatif akım) olmasın sakın?..

Marshall’ın sezgisi

Tıp çevrelerince uzun yıllar yaygın biçimde kabul gören, mide ve onikiparmakbağırsağı ülseri nedeninin, stresle tetiklenmiş fazla asit salınımı (ortam pH’si) olduğu yönündeki görüş, Marshall ve arkadaşlarınca Helicobacter pylori (Hp) adlı bir bakterinin ülsere yol açtığının kanıtlanmasıyla altüst oldu (4). Bu öyle bir gelişmeydi ki; ülser denen hastalığın, yıllarca asit ortamla gelen kimyasal bir zedelenme olduğu sanılırken, artık Helicobacter tarafından oluşturulan mikrobik bir zedelenme olduğu ortaya çıkıyordu. Tedaviyi de toptan değiştirecek olan bu gelişme, yeni pazardan pay kapmaya aday, Hp’yi öldürecek antibiyotiği pazarlayan bir firma tarafından “pH ’dan Hp’ye ...” şeklinde slogan haline getirilerek, reklam ve tanıtım kampanyalarında kullanıldı. Reklama yönelik bu slogan, bilim tarihindeki kaçınılmaz değişim ve dönüşümlerin, bazen 180 derece bile olabileceğinin belki de en dramatik sembolüydü.

Tıp tarihine geçmeye aday bu buluşun perde arkasını kamuoyuna, 20 Ekim 1993 tarihli New Yorker'da yayımlanan “Marshall’ın Sezgisi” başlıklı bir makale duyurdu (5). Avustralyalı araştırmacı-hekim Barry Marshall ve birlikte çalıştığı, Helicobacter pylori’nin kaşifi J. R. Warren ülserin nedeninin bu bakteri olduğuna öylesine inanıyorlardı ki; bu kadar güçlü bir tıbbi dogmayı nasıl bir deneyle aşabileceklerinin yolunu arıyorlardı. Önce ülserli hastalardan aldıkları biyopsilerde, bu bakteriyi daha sık gördüklerini rapor ettiler. Bunun üzerine tıbbi çevreler, bu bakterinin ülserli dokuda gösterilmiş olmasının tek başına ülserin etkeni olduğu anlamına gelemeyeceğini, pekâlâ “masum eşlik edici” (innocent-bystander) bir ajan veya ülserli dokudan doğan kolaylaştırıcı zeminde “fırsatçı” bir ajan (opportunistic colonizer) olarak da tabloya eklenmiş  olabileceğini öne sürüp, haklı olarak Marshall’ın hipotezini reddettiler. Marshall’ın hipotezinin tek bir kanıt yolu kalmıştı: Ülsersiz bir mideye Helicobacter pylori koyup ülserin oluştuğunu gözlemek. Asistanlarının “Çılgınsınız!... Bunu yapamazsınız...” itirazları arasında, Marshall bir deney tübünde hazırladığı Hp kokteylini kendisi içerek ülserin etkeninin bu bakteri olduğunu kanıtladı. Marshall’ın sezgisi öyle kuvvetliydi ki, asla bir tüp dolusu bakteriyi boşuna içiyor olabileceğine ihtimal vermemişti. Modern tıp, bunca ülserli hastanın kesin tedavi şansını Marshall’ın sezgisine mi kilitlemişti? Peki bu durumda etik kurul ve/veya gönüllü denek rızasına tamah etmeden bunu çözen Marshall, çok etik ve kahramanca bir buluş mu yapmıştır? Modern tıbbın nedeni ya da tedavisi hâlâ bulunamamış sorunlarını çözebilmek için, acaba daha kaç sezgili, davasına inanmış, kendi üzerinde benzer bir deney gerçekleştirmeye hazır araştırmacı-hekim gerekmektedir?

Eğer müdahaleniz Marshall’ın hipotezine benzer bir şekilde, nedeni bilinmeyen bir hastalığın olası mikrobik etkenini tanımlamaktan yola çıkmışsa, modern tıbbın olmazsa olmaz tek bir ispat yolu dikilir karşınıza: Koch Postulatı (Kelime anlamı olarak postulat, gerçek olduğu kabul edilendir). Marshall’ı, bir tüp bakteri kokteyli içmek zorunda bırakan, tam da bu Koch Postulatı’dır işte. Bu postülat genel bir deyişle, tıbbın en analitik ve ilk pozitivist ispat buyruğu olarak yorumlanabilir. Herhangi bir hastalığın etkeni olduğundan şüphelenilen bir bakterinin, gerçekten o hastalığa yol açıp açmadığının netleştirilebilmesi için 1870’li yıllarda önerilmiş 4 koşuldan oluşan analitik bir ispat yöntemidir (6). Zamanla bu postülat öylesine kabul görmüştür ki; artık salt izlenmesi gereken bir deneysel yöntem olarak değil, tıbbın hastalıklara ve hastalıkların canlı ya da cansız nedenlerine yaklaşımını belirleyen bakış açısı haline dönüşmüştür. Oysa geçen yaklaşık 200 yılın sonunda bu postulatın tüm koşulları yanlışlanmıştır (7). Bugün artık hiçbir hastalık nedeni ilk tariflendiği şekliyle Koch Postülatı’na göre sorgulanamaz. Peki ama neden?

Koch Postulatı ve kritiği

Koch Postülatı’nın 1. koşulu: “Hastalık nedeni olduğu düşünülen bakteri, hasta bireylerin tümünde bulunmalı; etkilenen beden bölümlerinde bakterinin kendisi ya da bakteri ürünleri gösterilmelidir."

Koch Postülatı’nın 1. koşulunun kritiği: Bakteri gibi mikroorganizmalann hastalık oluşturma kapasiteleri anlamına gelen virülansın, bu koşul gereği konakçıdan (mikrop tarafından hastalandırılan organizma) bağımsız, salt bakterinin kendi sahip olduğu silahların hasar oluşturma yeteneğinin bir türevi olduğu anlamı çıkmaktadır. Aynı zamanda bu koşul, hasta bireylerin tümünün birbirinin tıpatıp aynı savunma potansiyeline sahip olduğu varsayımına yaslanmaktadır. Oysa bugün artık biliyoruz ki, hastalıklar yalnızca güçlü hasar oluşturucu silahlarla donanmış bakterilerce sağlam kalelerde değil, son derece masum ya da zayıf bakterilerce direnci kırılmış bireylerde de oluşturulabilmektedir. Gerçekte virülans, salt bakterinin sahip olduğu silahların gücünün değil, aynı zamanda konakçının (insan bedeninin) zayıf düşmüş savunma kapasitesinin de belirlediği bir hasar yeteneğidir. Normal sağlıklı bireylerde bulunsalar dahi hiç hasar oluşturamayacak potansiyelde bazı masum ve zayıf mikroplar, kanser tedavisi (kemoterapi ilaçları), kortizonlu ilaçlar (steroid tedavisi), şeker hastalığı, AIDS gibi bedenin savunma kapasitesinin zayıfladığı durumlarda, pekâlâ ağır hastalıklar oluşturabilmektedir. Marshall ve ekibi, Koch’un bu şartı doğrultusunda ülserin nedeni olduğunu düşündükleri bakteriyi, ülserli dokuda göstermek ihtiyacı duymuşlardır. Aynı örnekten devamla, bu durumda tüm ülserli midelerde bu mikrop olmalı, ülsersiz sağlam midelerde de kesinlikle görülmemelidir. Peki ya hipotezlerinde suçladıkları mikrop, yalnızca savunması zayıflamış mide duvarında ülser yapıyorduysa? Bu durumda ilgili mikrobun sağlam mide duvarında da gösterilmesi, hipotezi geçersiz mi kılacaktı? Mikrop sağlam mideye yerleşmiş hasar (ülser) için, konakçının savunmasının zayıflamasını bekliyor olamaz mıydı? Dolayısıyla, aynı bakteri, sağlam bireylerde araştırıldığında postulatın bu koşulunu sağlamayacakken, direnci kırılmış bireylerde sağlayabilirdi. Bu nedenle bu koşul artık genellenebilir bir gereklilik olmaktan uzaktır.

Koch Postülatı’nın 2. koşulu:“İlgili bakteri, hastalıklı bölgeden elde edilip, kültürde üretilebilmelidir.”

Koch Postülatı’nın 2. koşulunun kritiği: Tıpta ilk tanımlanmış hastalıklardan olan sifiliz (frengi) ve lepra (cüzzam) etkenleri, Treponema pallidum ve Mycobacterium lepra adlı bakteriler, hâlâ laboratuvar kültür ortamında üretilememiştir. Ayrıca Whipple Hastalığı’nın nedeni olan Tropheryma whipleii de polimeraz zincir reaksiyonu denen yöntemle tespit edilebildiği halde, henüz kültürde üretilememiştir. Bu durumda Koch’un 2. koşulu gereği bu hastalıklara başka nedenler mi aramak gerekecektir? Üstelik bu hastalıklar, ilgili nedenlere yönelik uygun antibiyotik tedavileriyle tam kür edilebildiği halde... Özetle, bazı bakterilerin, kendi özel biyolojik donanımları nedeniyle, asla kültürde üretilememe olasılıkları, bu koşulu da genel gereklilik olmaktan çıkarmaktadır.

Koch Postülatı’nın 3. koşulu: “Kültürde üretilerek saflaştırılan bakteri, deney hayvanı ya da sağlıklı gönüllülere verildiğinde (inokülasyon) ilgili hastalığın belirtilerini oluşturabilmelidir.”

Koch Postülatı’nın 3. koşulunun kritiği: Araştırmasının ilk aşamasında postulatın ilk iki koşulunu sağlayan Marshall’ı, bir tüp bakteri içmeye zorlayan, asıl postulatın bu şartıdır. Bir araştırmanın görünürde bağımsız iki değişkeni gibi algılanan etik risk ve bilimsel geçerliliğinin, birbirine geçtiği ya da birbirini doğurduğu nokta da bu koşuldur. Üstelik, tıpta yeterli bilimsel geçerliliğin, beraberinde kaçınılmaz etik risk taşımasının bu koşuldan köken aldığı dahi öne sürülebilir. Bu koşul, doğurduğu etik şaibelerin yanı sıra, herhangi bir bakterinin insan ve hayvanda farklı hastalıklar oluşturabildiğinin tespitiyle de kökten sarsılmıştır. Öte yandan kültürde bekletilen bakterilerde gözlenebilen hasar verici silahlardaki virülans kayıbı, kültür sonrası hastalık oluşturma potansiyelini azaltarak, bu müdahaleyi teknik olarak tamamen başarısız kılabilmekledir. Bir başka deyişle gerçekte hastalığın nedeni olduğu halde ilgili bakterinin kültürde bekletilmekle hasar gücü zayıfladığından, hayvan ya da gönüllüye nakledildiğinde hastalık oluşturmayabilmektedir. Ayrıca Mycoplasma pneumonia, Salmonella typhii, Treponema pallidum gibi bakterilerin yalnızca insanda hastalık yaptıklarının anlaşılmasıyla, bazı bakterilerin beklenenin aksine hayvanlara uygulandıklarında (hayvan inokülasyonu), insanda oluşturdukları hastalık tablosuna ait hiçbir bulgunun elde edilemeyeceği ortaya konulmuştur.

Koch Postülatı’nın 4. koşulu: “ Kasıtlı olarak inokülasyonla bulaştırıldığı hayvan ya da gönüllüden alınan kültür örneğinde tekrar aynı bakteri saptanabilmelidir.”

Koch Postülatı'nın 4. koşulunun kritiği: Apse gibi oksijensiz ortam gerektiren (anaerobik) infeksiyonlarda, genellikle hastalığı oluşturan bir tek değil birden çok bakteri söz konusudur (polimikrobik infeksiyonlar). Böyle durumlarda hastadan kültüre, kültürden deneğe etken transferleri tüm bakterileri taşımaya yetmeyecektir.

Görülmektedir ki Koch Postulatı, önkoşul olarak ancak şu kriterler sağlanmışsa geçerli olabilir:

1) Konakçının (insan) savunma sistemleri sağlam olmalıdır.

2) Etken bakterinin kültürde üremeye engel bir biyolojik özelliği olmamalıdır.

3) Hastalık tek bir bakterinin tek tipte aynı silahlara sahip tiplerince oluşturulmalıdır.

4) İlgili bakteri kültürde silahlarını (virülans) kaybetmemelidir.

5) Bakterinin kasıtlı olarak bulaştırılabileceği bir sağlıklı gönüllü ya da uygun hayvan modeli olmalıdır.

Epidemiyoloji boşluğu dolduruyor

Artık açıktır ki; ilk tanımlandığı şekliyle Koch Postülatı genel geçerliliğini yitirmiştir. Tıkanıklıkları ve açmazları ortaya konulmuştur. Peki tıp tarihinde hastalık-neden ilişkisini ayrıntılarıyla somutlaştıran bu kilometre taşının yeri nasıl doldurulacaktır?

Genelde sanıldığının aksine, yalnızca salgınbilim değil, bilakis tıbbın yöntembilimi olan epidemiyoloji disiplini, bu boşluğu fazlasıyla doldurmuştur. Hem klinik hem toplum tıp bilimlerinde hastalıkların dağılımı, bunların neden ile teşhisleri, önlenmeleri ve tedavileri için uygun yöntemleri belirlemeye yarayan araştırma tekniklerini öğreten bir bilim dalı olan epidemiyoloji, özellikle ülkemizde, gerek tıbbi gerekse tıp-dışı çevrelerce, salt, salgınbilim olarak algılanmakta, yalnızca bir halk sağlığı alt dalı gibi muamele görmektedir (8). Kanımca bunun kökeni, epidemiyolojinin gündeminin ağırlıklı ve öncelikli olarak salgın hastalıklarca işgal edilmiş olmasıdır. Oysa ki “akciğer kanseri-sigara” veya “beslenme alışkanlıkları-kalp hastalıkları” gibi ilişkilerin dökümü de bizzat birer epidemiyolojik yaklaşım gerektirir.

Artık geçersizleşen Koch Postulatı, epidemiyologlarca Asosiyasyon ve Nedensellik başlığı altında; üstelik hastalıkların yalnız mikrobik değil, tüm olası nedenlerini de kapsayacak şekilde, yeniden formülleştirilmiştir (9):

1) Şüpheli etken ve hastalık arasındaki ilişkinin kuvveti, tahmini bağıl (rölatif) risk (odds oranı) ile ölçülür.

2) Etkene maruziyet süresi ve etken dozu arttıkça, hastalığa yakalanma olasılığı artmalıdır.

3) Etkenle, hastalık başlamadan yeterli bir süre önce (latent dönem) karşılaşılmalıdır.

4) Etken, tek bir hastalık veya hastalık grubuna yol açmalıdır.

5) Asosiyasyon eldeki tüm gözlemsel, deneysel, tanımlayıcı ve analitik bilgilerle, bilimsel ve mantıksal uyum göstermelidir.

6) Etken ortadan kalktığı veya dozu azaltıldığı zaman, hastalık gelişme sıklığı (insidansı) azalmalı ya da hastalık hafiflemelidir.

Koch Postülatı’nı bugün geçersiz kılan, asılsız ve usulsüz birtakım ifadelerden oluşması değil; bilakis, keskin ve net hatlarla çizilmiş dişe dokunur, işe yarar bilimsel önermeler içermesidir. Gerçek bir bilimsel önermeyi politik bir söylemden ayıran bu tavır, aynı zamanda keskinliği ve netliği ölçüsünde test edilip yanlışlanma ve/veya geçersizleştirilme riskini beraberinde getirmiştir. Müphem ve muğlak aforizmalar yerine, somut ifadelerle yüklü bu postülatın geçersizleştirilebilmesi, düzeltilmiş yeni önermeler (asosiyasyon ve nedensellik) doğurarak en az geçerililiğinde olduğu kadar tıbba katkı sağlamıştır.

Koch Postulatı gibi tıbbın en temel kilometre taşlarından birisi dahi, bugün geçerliliğini yitirebildiğine göre; temel tıp eğitimi ve rutin tıp hizmetlerinin her aşamasında, yerleşik klasik bilgilere şüpheci ve eleştirel bakış teşvik edilmelidir.

Modern tıbbın katı-pozitivizmle flörtü: kökeni ve olası sonuçlarıyla birlikte disiplinlerarası platformlarda (tıp-içi ve tıp-dışı) tartışılmalıdır. Öncelikle modern tıbbın pozitivist çizgisini radikalleştirme yönündeki eğilim ve ısrarının, son dönemde Batı’nın postmodernite kavramıyla sinerjik etkileşime geçmiş Doğu kökenli alternatif tıbbın yaygınlaşmasına katkısı gözardı edilmemelidir. Kendini eleştirmeyi başaramadığı takdirde, enerjisini minumum etik riske karşı, maksimum bilimsel geçerlilik peşinde koşarken harcayan modern tıp; hiçbir etik risk taşımayan (!) alternatif tıbbı, gerçekten de kendisine alternatif kılabilecektir.

Sonuç: Süper-uzmanlaşma ve parçalanan tıp

Geçen iki yüzyılda tıbbın bulaşıcı hastalıklara bakışı değişmiştir. Koch’un soruna konakçıyı (hastalık taşıyıcısını) gözetmeyen salt mikroskopik bakışından, epidemiyolojik ve klinik bakışı da kapsayan makroskopik bakışa geçme zorunluluğu doğmuştur. Yalnız infeksiyon hastalıklarında değil, tıbbın genelinde bilginin giderek kısalan yarıömrü ve artan kitlesi, uzmanlaşmayı hatta Süper-uzmanlaşmayı teşvik etmiştir. Bu dönüşüm, sorunların büyüteç altında mikro düzeylerde uzman kişilerce daha kolay çözülebileceği düşüncesinden güç almıştır. Ancak bu eğilimle modern tıp, insan bedenini kendi içinde disiplinlere paylaştırarak, her bir organının, hatta neredeyse her bir hastalığının uzmanını yetiştirerek, erişilemeyecek hızda özelleşmiş bir bilgi yığmaktadır. Birbirinin konuştuğu dili dahi anlayamayan disiplinlerarası şizofrenik bir kopuş ve bölünme riskiyle karşı karşıya kalan tıp, bu haliyle mitolojideki Babil Kulesi efsanesini çağrıştırmaktadır.

Epidemiyolojinin henüz, anabilim dalı olmadığı ülkemizde, yakın geçmişte, kanımca politik bir kararla kardiyoloji ve göğüs hastalıkları bilim dallarının, iç hastalıkları anabilim dalı çatısından ayrılarak ayrı birer anabilim dalı haline getirilmiş olmaları, bu kopuşun ülkemizdeki sinyalleridir.

Genetik alanındaki gelişmeler öyle göz kamaştırmıştır ki, tüm sorunların mikro düzeyde çalışılan genetik buluşlarla yine mikro düzeyde çözülüverileceği hissi yaygınlaşmıştır. Ancak, mikro ölçekteki genetik bulguların da makro düzeyde disiplinlerarası yorum ve uygulamalar olmadan işe yaramayacağı gözden kaçmaktadır. Öyle ki, ülkemizde genetik mühendisliği disiplini yalnızca bir mühendislik alt dalıymış gibi algılandığından olsa gerek, tıp fakültesi dahi olmayan teknik üniversitelerde konuşlandırılmıştır. Peki bu biçimde tıp fakültelerinin tıbbi biyoloji ve genetik dalları ile çocuk sağlığı ve hastalıkları altındaki genetik branşlarınca yürütülen medikal genetik; teknik üniversiteler bünyesinde yapılandırılan genetik mühendisliği adı altında da teknik genetik olmak üzere iki farklı kavram ve yaklaşım mı hedeflenmiştir? Hedef bu olmasa da, sonucun bu olacağı açık değil midir? Biyomedikal mühendislik için durum farklı mıdır?

Bu sorun, branşlararası iletişimi güçlendirmek üzere ilgili akademisyenler tarafından oluşturulacak bir platformda değerlendirilmelidir. Tıp-içi ve tıpla ilişkili/tıp-dışı disiplinler (biyoloji, diş hekimliği, eczacılık vb.) arasında ortak eğitim stratejileri ve araştırma projeleri bir an evvel yaygın ve işler hale getirilmeli; mezuniyet sonrası ortak akademik eğitim programları oluşturulmalıdır. Bunun önkoşulu, üniversite içi ve üniversiteler arası disiplinler hiyerarşisine bir an evvel son verilmesidir. Bazı uzmanlıklar ticari anlamda diğerlerinden daha kârlı olabilir; ama insanlık için hiçbir bilim dalı diğerinden daha önemli, daha yararlı, daha prestijli olamaz. Tıp dahil tüm bilimlerin, özde ortak bir bilimsel felsefe ve etik donanım gerektirdiği unutulmamalıdır. Tıp-içi disiplinler anabilim dalı ve/veya enstitü adı altında birleştirici, -şekilsel değil- son derece işlevsel organizasyonlar altında toplanarak ortak nosyon gelişimi sağlanmalı, tek tek disiplinlerin salt idari ve mali gerekçelerle giderek otonomlaşıp bağımsız birer kurum haline gelmesi engellenmelidir. Aksi takdirde birer kalpçi, böbrekçi, akciğerci vs. olarak, karanlık bir odada her birimiz dev bir filin birer organına kilitlenmiş halde, birbirinin ne gördüğünden habersiz, birbirinin ne dediğini anlayamayan, doğal olarak da fili tanıyamayan şaşkın bir kalabalığa dönüşmekten öteye gidemeyeceğiz. Hastalarımızsa, kalbini gösterecek bir kalpçi, böbreğini gösterecek bir böbrekçi, şekerini gösterecek bir şekerci bulabilme umuduyla, kapı kapı dolaşıp, nakit ve vakit harcamaya mahkûm olacaklar gibi görünmektedir.

Kaynaklar

1) D. L. Sackett; “Evidence-Based Medicine: How to Practice and Teach Evidence-Based Medicine”, Wolfe Publishing Ltd, Londra, 2. Baskı 2000.

2) R. Farmer, D. Miller, R. Lawrenson; “Epidemiology and Public Health Medicine”, Blackwell Science Ltd, Londra, 4. Baskı 1996.

3) S. Dağdelen; “Bilimsel Tıp ve Karşı Seçenekleri”, Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi, 28 Temmuz 2001, S.749, s.16.

4) A. Salyers Abigail, D. Whitt Dixie; “Bacterial Pathogenesis: A Molecular Approach”, Bölüm 22: “Gastric and Duodenal Ulcers: An Infectious Disease?”, ASM Press, Washington DC, 1. Baskı 1994, s.273-80.

5) T. Monmaney; “Marshall’ın Sezgisi”, New Yorker, 20 Eylül 1993, s.64-72.

6) Robert Koch; Microsoft Encarta Online Encyclopedia 2001. http://encarta.msn.com (18 Kasim 2001 ’de ulaşıldı).

7) A. Salyers Abigail, D. Whitt Dixie; “Bacterial Pathogenesis: A Molecular Approach”, Bölüm 3: “Virulence Factors That Promote Colonization”, ASM Press, Washington DC, 1. Baskı 1994, s.30-47.

8) S. Tezcan; “Epidemiyoloji: Tıbbi Araştırmaların Yöntem Bilimi”, Bölüm 1: “Epidemiyolojinin Tanımı ve Stratejileri”, Hacettepe Halk Sağlığı Vakfı, Ankara 1992, s.1-8.

9) S. Tezcan; “Epidemiyoloji: Tıbbi Araştırmaların Yöntem Bilimi”, Bölüm 10: “Epidemiyolojide Neden Kavramı”, Hacettepe Halk Sağlığı Vakfı, Ankara, 1992, s.25-33.

Bu yazı Bilim ve Ütopya’nın 91. sayısında yayımlanmıştır.

Sağlık Bİlimleri
Etiketler
tıp
koch
hastalık
hastalık tedavisi