Cyberpunk’ın öncülerinden “Blade Runner”

Yazan
Süleyman Erharat
Yazının Okunma Süresi
13 dakika

Dergimizin tirajı hakkında hiçbir fikrim yok. Güzel ve yalnız ülkemin bilime ve gerçeğe olan muhteşem ilgisi (!) göz önünde bulundurulduğunda herhalde on binler değildir diye düşünüyorum. Bu mümtaz neşriyatta hasbelkader kalem oynatmaya başladığım kısa yazıları okuyan güzide azınlık ise (iyimser bir tahminle) tirajın %/7-10’u desek, bu satırları azami 300-400 bilimkurgu tutkununun okuduğunu (ne hayalperesttir onlar!) varsayabilirim.
O halde genelgeçer bir bilimkurgu eseri tanıtımı yapmak yerine oldukça kişisel bir mecradan ilerleyip geçen yazıda olduğu gibi riske gireceğim.
Bu kez konumuz bir film: “Blade Runner.” Philip Kindred Dick’in “Do Androids Dream of Electric Sheep?” adlı romanından uyarlanan etkileyici bir eser. Her zaman olduğu gibi öncelikle incelediğimiz eserin yaratıcılarını kısaca bir tanımakta fayda var.
Philip K.Dick (bundan sonra bilimkurgu meftunlarının andığı üzere PKD olarak yazılacaktır), uçlarda bir yazar. Yaşarken bolca eza çekmiş, pek değeri bilinmemiş, medarı maişet motorunu güçlükle yürütmüş, mecburiyetten aşırı üretken (bazı dönemlerinde 5 yılda 16 roman yazmışlığı var mesela), bilimkurguya farklı bir soluk aldırmış, sarfınazar edilemeyecek bir kaide. PKD’in “gerçek”le bir derdi vardır. Kimi zaman uyarıcıların da etkisiyle oluşturduğu eserlerinin çoğunluğunda bu olguyu didik didik eder. Kendi mottosu ise oldukça ilginçtir: “Herkesin kendi gerçekliği vardır.”  “Do Androids Dream of Electric Sheep?” (Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?) 1968’de yayımlanır ilk kez. Yayımlandığı yıl Nebula ödüllerine aday gösterilir. 1998’de ise Locus Poll Award’da “1990’dan önce yayımlanan tüm zamanların en iyi bilimkurgu romanı” ödülünü alır. Bilimkurguya tutkun bir avuç okur haricinde pek kimsenin bilmediği bu romanın kaderi, 1982’de filme uyarlanmasıyla değişir. Bugün bile üzerinde hararetle konuşulan popüler bir eser olur.
Filmimizin yönetmeni “Sir” Ridley Scott mektepli bir yönetmen. Yüksek lisansını International Film School of London’da yapmıştır. Mükemmeliyetçi çalışma tarzı ile bilinir. 1979’da “Alien”i (o da ayrı bir yazının konusu olacak yoğunluktadır), 1982’de “Blade Runner”ı çeker. Son yıllarda Alien kaynaklı Prometheus ve Alien Covenant’ı da sinefillerin beğenisine sunan Scott, bilimkurgu çizgisinden uzaklaşarak felsefi/teolojik gönderimler yaptığı bu işlerde, istediği gişe başarısını elde edemese de (bu filmler bire üç, bire dört kazandırsa da Hollywood’un başarı beklentisi bire sekiz-ondur) zevahiri kurtarmıştır.  
Utancımdan yüzüm kızararak ifade ediyorum ki, iflah olmaz bir bilimkurgu müptelası olduğum halde PKD’in filmimize konu olacak kitabını (henüz) okumadım. Yurdumuzda önce Kavram Yayınları’ndan (1996), daha sonra ise Altıkırkbeş Basın Yayıncılık’tan (2016) yayımlanan kitap, nasıl bir ilgiye mazhar olduysa, ne kelli felli kitapçılarda ne internetten kitap satan mağazalarda ne de sahaflarda bulunabiliyor. Okuduğunuz satırları yazdığım sırada ise şans eseri ancak bir e-kitap sürümüne ulaşabildim. Okuma listeme üst sıralardan aldığım bu kitabı da ilk fırsatta okuyacak, zihnime yaptığı dalgalanmaları da eğer filmi kadar etkili olursa bu sayfalarda, eğer olmazsa ağ güncemde (https://arakolpa.blogspot.com) yazacağım.
Filmimizin ismi Blade Runner, esinlendiği roman ise Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? Pek benzemiyor değil mi? Şöyle kısaca açıklayalım: Blade Runner adlı bir bilimkurgu romanı (David McKay Publications, 1974) var, ancak yazarı Alan Edward Nourse. Filmin senaristi Hampton Fancher başkahramanın sadece “dedektif” olarak nitelendirmenin basit olacağını düşünüyor ve aklına Nourse’ın romanı geliyor, bunu yönetmene aktarıyor. Sir Scott pek beğeniyor. İsim hakları satın alınıyor (bu aşamada PKD’in bir itirazı olmuyor olsa gerek, herhangi bir ihtilafı aradım ama bulamadım) Böylece Rick Deckard, sıradan dedektif değil kulağa daha tumturaklı gelen Blade Runner oluyor. Yaptığı iş itibarıyla bıçak sırtı kaçağı falan değil düpedüz kelle avcısıdır.
Şimdi de filmimizi kısaca özetleyelim.
2019, Los Angeles. Dünyanın görünüşü içler acısıdır. Puslu, bulanık bir hava. İnce ince yağan yağmur, dumanlar, çiğ çiğ parlayan neonlar, kendinden bezmiş insan kalabalıkları, her yerde çöpler birikmekte entropi hayatın eksenine oturmuştur. Neden olduğunu bilemediğimiz nedenlerden (büyük ihtimalle insanın kendi kuyusunu kazmasından) güneş kendini zar zor göstermektedir (tüm film gece çekimleriyle doludur, gün ışığını ancak filmin sonunda görebiliriz). Hemen hemen tüm biyolojik türlerin (elbette ki en açgözlüsü haricinde) soyu tükenmiş, doğal bir şey bulmak neredeyse imkânsızlaşmıştır. Çok farklı dinlerden, etnik kökenlerden, kültürlerden oluşan toplum hem içinde kaynadıkları çorbaya uyum sağlamaya çalışmakta hem de yaşayakalmaktadırlar. Bu minvalde sokaklarda çokça Uzakdoğulu, Afrikalı, Hint mistikleri, dikenli saçlı punklar ve genetik olarak şanssız kalabalıkları görürüz. Şehirde, insanın kendini önemsiz hissetmesini sağlayacak bir mimari vardır. Devasa yapılar, uçsuz bucaksız bloklar, tepelerinden alevler çıkan büyük bacalar, her boşluğu dolduracak görsel simülasyonlu reklamlar, uçan otomobiller, bitmeyen bir devinim, tutamağı neondan şemsiyeler. Görsel planlama o kadar iyidir ki; kimi eleştirmenler filmin kendisinden çok yarattığı görsel atmosferin asıl mesajı verdiğinden dem vurmuştur.
İnsan yığınlarının neden bu kadar biçare olduklarını ise film ilerledikçe daha iyi idrak ederiz. Dünya bitiş çizgisine çok yaklaşmıştır. Ekolojik, meteorolojik, sismik olarak sona gelinmiş, kaynaklarsa neredeyse tükenmiştir. Ancak insanoğlu, tüketeceği başka gezegenler bulup oralara da el atmıştır.  Buralara gidebilmek için kimi standartlar yerine getirilmelidir. Genetik, psikolojik, fizyolojik bozukluklar; dünya dışı yerleşim için kabul edilemezdir. Böyle olunca da emektar Dünya’mız ıskartalarla (av mevsiminde ağ atan bir trol teknesinin çektiği ağın %40-50’si ıskartadır ve bu ayıptır, yanlıştır!) dolu hastane ve huzurevi koğuşu gibi bir yer olmuştur. İnsanoğlu fiziksel sınırlamalar nedeniyle ulaşamadığı yerlere insansı robotları gönderir. Pis işleri insansılara yaptırır. Bu teknoloji tahayyül ötesidir. Aslının soyuna kibrit suyu eken insanlar, yerine yapayını koymakta pek mahirdir. İnsansılar fabrikadan beş yıllık kullanım ömrüyle çıkmaktadırlar. Bu süre sonunda “emekli olmak” istemeyen insan replikalar, Blade Runner diye bilinen özel polisler tarafından bertaraf edilirler. Gelişen teknoloji nedeniyle bu taklitleri insandan ayırt etmek neredeyse imkânsızdır. Bunun için Blade Runner’lar Turing Testi’ne benzeyen bir Voigt-Kampff testi uygularlar. Testi geçebilen android yoktur.
Programlarının aksine hareket eden altı insansı, dünya dışından gelerek yaratıcılarını bulmak ve neden dört yıllık ömürle programlandıklarını sorgulamak için onları yaratan dehanın peşine düşmüştür. Blade Runner Rick Deckard da bu kopyaların peşine düşer, olaylar gelişir. Buradan itibaren; sinefil (aynı zamanda bilimkurgu meftunuysa da hele) kaç kez de izlese gelişen olayları hep ilk heyecanla temaşa eder durur. 
1982’de ilk kez gösterime giren film, gişede tam bir hayal kırıklığıdır. 28 milyon dolara mâl olmuş ABD’de ancak 27 milyon dolar kazanabilmiştir (10 liralık olta takımıyla ancak 8 liralık sardalye tutabilmek!). Aynı zamanda gösterime giren Spielberg’in E.T.’si ise 10.5 milyon dolar bütçe ile sadece ABD’de 435 milyon dolar kazanmıştır. Haliyle bu ticari başarısızlık filmin eksilerine yazılmıştır. Ama aradan geçen 36 yıldan sonra kimse E.T.’den bahsetmezken Blade Runner hâlâ hararetli tartışmalara konu olabilmektedir.
Değerli Okur,
Şimdi bir ara verip bugünü unutmanızı istiyorum. 1980’li yıllara geri döneceğiz. Kabarık saçlar, yüksek belli pantolonlar, ultra abartılı vatkalar (Bkz.Zerrin Özer vatkaları). Mecburen apolitik bir siyasi ortam (ne de olsa 1980 ruhu dipdiri ortalarda gezmektedir), dantelli televizyonlar (sonra renklisi de çıktı), karışık kasetler. Banker Kastelli, Laura Branigan, Modern Talking, Cenk Koray kutuları açar, Erkan Yolaç size evet hayır dedirtmeye çalışır. Barış Manço çocuklara şarkı söyletir, Tolgahan Dans Grubu, Komedi Dans Üçlüsü, gittikçe çoğalan jetonlu ankesörlü telefonlar büyük kolaylıktır (İstanbul’dan bahsediyorum ha!). Henüz poşetlere girmeyen erotik dergiler, gece yarısından sonra ekranlarda gece jimnastiği, yılbaşında beliriveren Nesrin Topkapı. Bu kadar mecaz zannediyorum zihinlerde bir arka plan yaratmıştır. İşte bu arka planda bilimkurguyu arıyoruz. Star Wars o zamana kadar olan görsel algımızı değiştirmiş ve beklentimize hayli yukarıya taşımıştır. Neyse ki 1982’de Cüneyt Arkın trambolinlerden zıplayarak Aytekin Akkaya ile pelüş oyuncaklara koca koca karton kayaları fırlatacak, dünyamızı bir güzel kurtaracak ve beklentilerimizi ülke standartlarına geri döndürecektir.
İşte bu görsel ve kültürel kakofoninin içinde Osmanbey Site Sinemasında “Bıçak Sırtı” gösterime girer. İzlerseniz fark edersiniz: Filmin görselliği o kadar kendine özgüdür ki bugün izleseniz dahi gözünüze batmaz. Öykü ise hem bilimkurguya hem felsefeye göz kırpıyor, kamera açıları ışık kullanımı kara filme göndermeler yapıyor. Görsel efektler gözü yormuyor. Felsefi birtakım soruları didikliyor. Hâl böyleyken ilk gençliğini yaşayan cahilde ciddi bir etki yaratıyor. Kendi kendime “sadece bu filmde kullanılmak üzere özel şişe imal etmişler!” diye şaşırdığımı hatırlıyorum. O zamanlar film endüstrisi konusunda zırcahillik döneminde olduğumdan, Blade Runner’ın iki planıyla bir Cüneyt Arkın bilimkurgusu çekileceğini bilemiyorum elbette. İlk gösterimin ardından öbür hafta da gidildi, piyasaya çıkınca videokasetleri edinildi ve aradan geçen yıllar boyunca görsel bilimkurgu arşivimden hiç eksik olmadı. Bilimkurguya daha fazla eğilip bu konuda yazılan çizilenleri okumaya başlayınca, bu filmin neden ciddi etkilerinin olduğunu daha iyi çözümledim (bu süreç bir 30 yıl kadar sürdü).
Öncelikle filmin ve romanın iki ayrı mecra olduğunun altını çizelim. İkisini de karşılaştırabilen şanslı azınlığın büyük çoğunluğu her iki eserde de eksiklikler buluyor ve önemli farklılıkların altını çiziyorlar. Hepsi birden yanılıyor olamaz. PKD farklı bir iş yapmış, Sir Ridley Scott başka. PKD yine varoluşu ve gerçekliği sorgulamış, Sir Scott ise bilinçsiz de olsa cyberpunk olarak adlandırılacak bir bilimkurgu alt türünün gayet başarılı bir öncülünü oluşturmuştur. Daha sonraki yazılarımızda işleyeceğimizi öngördüğüm cyberpunk, farkına varsak da varmasak da günümüz bilimkurgusunu şekillendiren ana akım bilimkurgu alt türüdür. Oldukça kalabalık bir kitle, “Matrix” serileri çıkana kadar öldüğünü iddia etseler de “yüksek düzey teknoloji, alçak düzey insan yaşamı” diye de özetlenebilecek cyberpunk’ın hayaleti aramızda dolaşmaktadır (acaba niye?). Bu sorulara verilecek cevaplar daha sonraki tefrikalarda faş edilecektir.
Hülâsa: Kara filme (film noir) bilimkurguya, distopyaya meraklıysanız, piyasada yedi ayrı sürümü dolaşan bu bilimkurgu klasiğini izlemeye bir saat 57 dakikanızı ayırırsanız pişman olmazsınız.

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Ocak 2019 sayısında yayımlanmıştır.

Kültür