İstanbul benzeri kadim şehirler, içinde mücevherler barındıran dev birer hazine sandığı gibidir.
Bundan dolayı olsa gerek:
“Biz ki İstanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
Öfkeli, büyük bir şair:
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
demiş
bize
ve bir başkası,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.” diye yazar Nazım Hikmet.
Bir başka ozan Necip Fazıl;
“Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur” demişti.
Bir İstanbul sevdalısının yakarışı
Ne yazık ki İstanbul artık dünyanın en güzel şehri değil, en güzeller arasındaki yerini de hızla yitiriyor kanımca. İnsanları hasta eden bir beton ve kargaşa yığınına dönüşmüş eskinin bu güzelliği üstüne şiir yazan da pek kalmadı belki.
Büyük edebiyatçımız Sait Faik’in “Son Kuşlar” başlıklı enfes öyküsü, İstanbul’daki doğa talanını belgeleyen ilk eserlerden biridir. Neredeyse 70 yıl önce yazılmış bu hikayede, Marmara Denizi’ne zümrüt taneleri gibi serpilmiş adalardan Burgazada’daki doğa yıkımı şiirsel bir dille anlatılır: Ada sakini, kuş tuzakçısı Konstantin Efendi’nin, “ … bin tanesi iki yüz elli gram et vermeyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer topladığını” yazar Sait Faik; “Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum. Güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez, Konstantin Efendi’nin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı duysam, kanım donuyor, yüreğim atmıyor. Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir” diye devam eder. Bu duyarlı insanın içini acıtan bir başka gerçek, adalara özgü zümrüt yeşili çimenlerin toprağıyla sökülüp, İstanbul sosyetesinin bahçelerine satılmasıdır.
Gerçi İstanbul yakın tarihin acımasız yağmasına direnircesine, görkemli zenginliğinden geri kalan birkaç parçayı hâlâ saklamaya devam ediyor. İşte, şehrin ortasında, Büyük Sinan’ın kalfalık eseri Süleymaniye Camii’nin omuzundan Haliç’e sarkan bir zümrüt parçası var ki, burası İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Botanik Anabilim Dalı’na ait Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’dir. Bir kısmı asırlık, 400’e yakın ağaç ve çalısı, parsellere yerleşmiş yaklaşık 3000 adet otsu bitkisi, dünyanın dört bir yanından getirilip 7 ayrı seraya yayılmış bitkileri, tatlı su bitki türlerini barındıran, bir kısmı ısı kontrollü, 23 havuzu ve daha nice güzelliğiyle, “şehir denilen” çimento ve taş çölünün ortasında kalmış bir cennet parçasıdır söz konusu mekan. Başka bir yanıyla kuşların, sürüngenlerin, kemirgenlerin, balıkların, sayısız böceğin sığınağı olan yeşil bir vaha.
Eğitim ve bilim merkezi
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde modern biyoloji araştırmaları ve eğitiminin “ilk” başladığı yerdir burası aynı zamanda. Hitler faşizminden kaçıp ülkemize sığınan Ordinaryüs Prof. Dr. Alfred Heilbronn, Prof. Dr. Leo Brauner ve Ordinaryüs Prof. Dr. Curt Kosswig ile İsviçre’li Prof. Dr. Edouard André Naville gibi dünya çapındaki biyologların, 1930’ların ortasında kurduğu “Biyoloji Enstitüsü”, bugünkü Biyoloji Bölümü ile Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nün temelini oluşturur. Enstitüde yetişen bilimciler, daha sonra açılan üniversitelerimizdeki yaşam bilimleriyle ilgili birçok birimin de kurucusu olmuşlardır.
Zoologlar; Dr. Saadet Ergene Bayramoğlu, Dr. Atıf Şengün, Dr. Fazıla Şevket Giz, Dr. Fahire Akif Battalgazi, Dr. Melahat Çağlar, Dr. Suat Nigar ve botanikçiler; Dr. Sara Akdik, Dr. Lütfiye Rüştü Irmak, Dr. Nebahat Yakar, Dr. Mehpare Başarman-Heilbronn, Dr. Hüsnü Demiriz, Dr. Metin Bara, Dr. Emine Bilge ve hayatta olmayan daha niceleri, yukarıda adı geçen büyük biyologların yetiştirdiği ilk Türk akademisyenlerdir. Tümü ya Biyoloji Enstitüleri’nde (Süleymaniye Nebatat ve Hayvanat Enstitüleri) yetişmiş ve/veya akademik yaşamlarının büyük bölümünü buraya adamıştı (Bu makalenin yazarı da akademik hayatına aynı birimde başlamıştı).
Enstitüyü kuran Heilbronn, bir Türk botanikçiyle evlenip, vatandaşımız olurken, henüz 42 yaşında tifo’dan hayatını (1937’de) kaybeden Naville’in cenaze törenine, vefa duygusuyla yüklü, on binden fazla İstanbullu katılmıştı. Manyas Gölü Milli Parkı’nı (Kuş Cenneti) kuran Kosswig’in 79 yıllık yaşamı 1982’de son bulduğunda vasiyeti, eşi Leonore’nin yanına gömülmekti. Şimdi, orada, Rumeli Hisarı Mezarlığı’nda, sevdiğiyle birlikte yatmaktadır.
Bitki hazinemiz
Anadolumuz, 3000’den fazla endemik yani buradan başka dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan bitki türünün ev sahibidir. Bunların ekonomik, tıbbi ve bilimsel değeri büyüktür. Biyoloji Enstitüsü’nde yetişip ülkemizin her yerine dağılmış botanikçilerimizin bu hazinenin ortaya çıkarılmasına katkısı büyüktür. Avrupalı doğabilimciler 16. yüzyıldan itibaren Anadolu bitki ve hayvan örtüsünü çalışmaya başlamış, ama bizim bu serüvene bilimsel anlamda katılmamız Cumhuriyetimizin kurulmasını yani 20. yüzyılı beklemişti. Söz gelimi, dünya çapında sistematik botanikçimiz Hüsnü Demiriz 1943’den itibaren, 45 yıl boyunca Anadolu bitkilerini çalışmıştı. Türk üniversitelerindeki ve Avrupa’daki herbaryumlarda (bitki koleksiyonlarının saklandığı yer) onun topladığı, 11,500’den fazla bitki örneği kataloglanmıştır. Yedi bitki, tür adı olarak onun soyadını taşımaktadır (ör. Astragalus demirizii). Ülkemizde arpa ıslahı araştırmalarının öncü ismi Emine Bilge’nin, DNA yapısının keşfine Nobel ödülü verilmesinden birkaç yıl sonra bastırdığı (1969’da) modern “Genetik” kitabı, yüzyılımızın bilimi olan bu dalla ilgili dilimizdeki ilk yetkin eserlerdendi.
Türkiye, bitki sınıflandırması, kimyası, genetiği vb. konularda dünya biliminde yer sahibi bir ülkedir. Süleymaniye Biyoloji Enstitüleri bu başarı öyküsünün başladığı ilk merkez olması nedeniyle, tarihsel ve bilimsel olarak da çok değerlidir. Modern dünyada; hayvanını, bitkisini, suyunu, havasını, taşını, toprağını öğrenmediğin yerin gerçek sahibi de olunamaz.
Ay’ın karanlık yüzü…
Ülkemiz onlarca yıldır, hukuksuzluğun, keyfiliğin ve despotluğun hüküm sürdüğü bir yer görünümünde ne yazık ki. Bunun en kötü sonuçlarından biri değerlerimizin ve güzelliklerimizin heba olması. Bugünlerde bunun bir başka örneği daha yaşanmakta. Üç yıl önce, 2015’te, Yunus Söylet’in rektörlüğü sırasında, İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümüne ait olan ve botanikçilerin ofislerinin, laboratuvarların ve dersliklerin bulunduğu Süleymaniye’deki binanın ve botanik bahçesinin İstanbul Müftülüğü’ne devredilmesi kararı alınmıştı. Haziran-2018 seçiminin hemen ardından, ilk iş olarak, kullanan birime birkaç ay içinde mekanı boşaltma talimatı gönderildi Rektörlükten. Söylet’in kendisi artık tarih oldu ama ne yazık ki üniversite zarar görmeye devam ediyor. Gerçi, son duruma göre, bina boşaltılacak ama Biyoloji Bölümü bahçenin kullanımına ve bakımına devam edecek, denmiş. Umarız bu, yoğun tepkileri azaltmak için alınmış bir karar değildir ve bir süre sonra Üniversite’nin buralarla ilişkisi tümden kesilmez.
Bu arada herhalde sizler de benim gibi, “Bir rektörün esas görevi kendi kurumunu daha da geliştirmek ve güçlendirmek değil mi?”, diye soruyorsunuzdur. Haklısınız! Bu üniversite, binlerce bilimci ve çalışanın özveriyle yarattığı, -Nobel ödüllü büyük bilimcimizin de gurur duyduğu-, dev bir çağdaş eğitim ve araştırma kurumuydu.
Vebal!
Müftülüğe gelince: Yıllardır, ardı kesilmez bir ısrarla, Botanik Anabilimdalı’nı buradan çıkartmaya çalışmaktadır. Bu konuda hiçbir haklı gerekçeleri bulunmuyor çünkü, söz konusu mekanı 85 yıldır Biyoloji Bölümü’yle paylaşan Müftülüğün, işini layığıyla yapabilmesi için Botanik binasına ihtiyacı yok; herhangi bir yerde rahatlıkla çalışabilirler. Zaten 1935’ten önce, şu andaki botanik binasının bulunduğu arsada, 1926’daki yangına kadar, bir başka eğitim kurumu yani İstanbul İnas Sultanisi (eski İstanbul Kız Lisesi) bulunuyordu. Verdiği hizmete göre aşırı büyük olan bu mekanı Müftülüğün neden istediği de bir başka soru işareti.
Sonuç olarak, bitki moleküler biyolojisi ve biyoteknolojisinin çalışıldığı gelişmiş laboratuvarları, zengin kütüphanesi, bir kısmı soyu tükenmiş on binlerce örneğin saklandığı herbaryumu ve tarihsel değerleriyle Botanik Anabilim Dalı’nın yerinden, bahçeden koparılması, bir bilim ve eğitim kurumunun gerçekçilikten uzak, kronik bir ihtirasa kurban edilmesinden başka bir şey değildir.
Öğrenciler ve araştırmacılar için doğal bir laboratuvar olan botanik bahçesi aslında, hücreleri insan eliyle bir araya getirilmiş, dev bir organizma gibidir. Onu oluşturan bütün bitkiler, hayvanlar ve insanlar birbirlerine bağlıdırlar. Her bir parçası ayrı bir özen ve bilgi gerektiren bu devasa bahçenin, balkonda baktığımız birkaç saksı çiçekten farklı bir şey olduğunu öğrenmek istiyorsanız lütfen gidip, onu ziyaret edin, tropikal seralardaki yüzlerce egzotik bitkinin büyüleyici güzelliğini gözlerinizle görün. Belki de çok geç olmadan…
Son kuşlar…
Sözü, kendisi de bir dönem İstanbul Üniversiteli ve Şehzadebaşı’lı olmuş Sait Faik’le bağlayalım:
“Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.
Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da görmeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.”
Okunması önerilen yayınlar:
- Küçüker, O. (Ed.) (2017). İstanbul Üniversitesi Biyolojik Bellek Koleksiyonları, Cilt I: Botanik. Nobel Tıp Kitabevleri.
- Küçüker, O. (Ed.) (2017). İstanbul Üniversitesi Biyolojik Bellek Koleksiyonları, Cilt II: Zooloji. Nobel Tıp Kitabevleri.
- Küçüker, O. (2014). Biyoloji Tarihi. Nobel Tıp Kitabevleri.
Haluk ERTAN
New South Wales Üniversitesi, Avustralya
hertan@unsw.edu.au