“Hiçbir halkın köle olma hakkı yoktur”

Milletin bir bireyi olmak için bilinçli olmak lazım, aydınlanmış, Orta Çağ'dan çıkmış olmak lazım. Zaten Atatürk Devrimi’nin amacı da yeni Sevrler karşısında direnebilmeleri için Türklerin bir an önce Ortaçağdan çıkıp modern insan olmalarıydı.

Bilim ve Ütopya: Gericiler, liberaller ve bazı “solcu”lar Kurtuluş Savaşı diye bir savaşın olmadığını, buna bağlı olarak antiemperyalist bir mücadeleden bahsedilemeyeceğini ve ortada sadece bir Türk-Yunan savaşının olduğunu söylüyorlar. Bu iddialar gerçekçi mi?

Sina Akşin: Türkiye’de ikinci cumhuriyetçiliğin babası Kemal Tahir. Kemal Tahir’in ölümünden sonra yayınlanan not defterlerinde bu tezin dile getirildiğini görüyoruz. Buna göre, Marksist çerçevede düşünüldüğünde antiemperyalist savaş daha şanlı bir savaştır. Bu da İstiklal Savaşı’nın şanını azaltmak için söylenmiş bir söz aslında.

 

Bilim ve Ütopya: Bu kapsamda ölü sayısının sadece 3000 küsür olması da dile getiriliyor hatta, Kurtuluş Savaşı olarak adlandırılan bir savaşta ölü sayısının daha çok olması gerektiği dillendiriliyor bir yandan da…

Sina Akşin: Bu anlamsız bir itiraz. Savaşların önemi ölü sayısıyla ölçülmez. Bakın İran-Irak Savaşı 8 yıl sürdü, 1 milyon insan öldü ama hiçbir şey olmadı; sınırlar değişmedi mesela. Öte yandan İslamiyet’in doğuşu sırasında Muhammed ve arkadaşlarının yürüttüğü mücadeleler var Oradaki Hendek vb. savaşlar mahalle kavgasının biraz ötesinde savaşlar; katılan sayısı az, ölü sayısı az, ama çok önemli savaşlar. Çünkü sonrasında koca İslam İmparatorluğu kuruluyor. Bunu doğuran mahalle kavgası büyüklüğündeki savaşlar. Onun için İnönü savaşında az kişi ölmüş olması önemli değil. Bir kere Londra Konferansının toplanması bile çok önemli bir sonuç. Bu konferansın toplanması bu adamların Sevr mevzisinden gerilemeye hazır olduklarını gösteriyor. Yani bu, Sevr’i bir miktar hafifletmek düşüncesini doğurmuş. Bu konferanstan bir şey çıkmadı, fakat T.B.M.M başkanlığındaki heyetin katılabilmesi bile çok önemlidir.

Dolayısıyla savaşları değerlendirirken ölçümüz şüphesiz ki doğurdukları sonuçlar olmalı. Batı da Clausewitz “Savaş Üzerine” isimli çalışmasında “Savaş siyasetin silahla yürütülen biçimidir” diyor. Daha önce görüşmelerle, diplomasiyle halledilemeyen olaylar bir kopma noktasına geliyor ve savaş çıkıyor. Onun için savaşların siyasi sonuçlarına bakmak gerekiyor, savaş sırasında kaç kişinin öldüğüne değil.

 

Bilim ve Ütopya: Yine Kurtuluş Savaşı’nın yürütüldüğü cepheler açısından; Türkiye’nin sadece Güneydoğu Anadolu ve Ege bölgelerinde bir savaş yürütüldüğünü; bunların da Ankara Hükümetinin hiçbir müdahalesi; organizasyonu ve komutası olmadan, tamamen yerel halk tarafından, çoğunlukla da yerel dini önderlerin öncülüğünde gerçekleştiği; düşmanın da yerel halkın kendi başına gerçekleştirdiği mücadeleler sonucunda püskürtüldüğüne dair iddialar da sürekli dile getirilmekte. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Sina Akşin: Bunlar çok manasız iddialar tabii, ciddi değil. Güneydoğu’da Kuvayi Milliye harikalar yaratmıştır. Kuvayi Milliye’nin başarısında Ankara’dan giden yardımların büyük payı vardır. Kuvayi Milliye zaten ordu tarafından beslenen bir örgütlenme. Doğuda olsun, batıda olsun silahla, subayla Ankara tarafından besleniyordu. Hatta subayların, paşaların dahi askeri üniforma yerine Kuvayi Milliye giysilerini giydiklerini biliyoruz.

Neden Kuvayi Milliye batıda başarısız oldu da doğuda başarılı oldu sorusu gelebilir burada akıllara. Çünkü batıda iç savaş vardı, padişah seçilmiş yerlerde iç savaş çıkması için koşullar yaratıyordu ve bu bölgeler; Ankara’nın çevresinde yoğunlaşıyordu. Aznavur, Düzce-Bolu, Çapanoğlu, Konya gibi ayaklanmalar bu bölgelerdeki ayaklanmalardır.

 

Bilim ve Ütopya: O halde bu noktada Kurtuluş Savaşı’nın sadece bir iç savaştan ibaret olduğuna dair iddialara da bir değinelim Hocam…

Sina Akşin: İç savaş çok önemli tabii, hatta gerek Atatürk’ün gerekse İnönü’nün Meclis’te konuşmaları var, Yunanlıları alt edebiliriz ama en önemli şey bu iç savaş diyorlar. Ve tabii bu iç savaş kesin bir şekilde Vahdettin’i de hain durumuna düşürüyor. Bu ihanet değilse vatana ihanet diye bir kavram yoktur. Bir hükümdar tahtta kalabilmek için bir iç savaş başlatabilir, bu onun “hakkı”dır diyelim. Ancak bu sırada bir de ülke Yunanlılar tarafından en kanlı, en gaddar bir şekilde istila edilmekte; etnik temizlik niyetiyle gelmişler. Bu durum çok önemli, Türkiye Yunanlılarla yapılan savaşta iç savaş yüzünden bütün gücünü ortaya koyamıyor. Bütün savaşlarda; I. ve II. İnönü, Sakarya ve Büyük Taarruz’da Türk ordusunun er sayısı Yunanlılardan daha az. Silahları da az. Onlar taşımalarını kamyonla yapıyorlar, biz kağnıyla. Kağnıya karşı kamyon, böyle bir durum var. Halbuki Türkiye’nin nüfusu Yunanlıların nüfusunun en az bir misli. Ama iç savaş yüzünden insanlar bölünmüş vaziyette.


1937 doğumlu Sina Akşin, Cumhuriyet'in yetiştirdiği en yetkin tarihçilerden ve Cumhuriyet tarihinin canlı tanıklarından.

Bilim ve Ütopya: Hocam Vahdettin demişken, gericilerin bir de Mustafa Kemal Atatürk’ü Kurtuluş Savaşı vermek üzere Vahdettin’in görevlendirdiğine dair iddiaları var…

Sina Akşin: Tabii burada bir hakikat kırıntısı var. Şöyle ki, Vahdettin Mustafa Kemal’i Karadeniz’de asayişi sağlamak üzere gönderiyor ve tam gitmek üzereyken Yunanlılar İzmir’e çıkıyor. Onun için çok heyecanlı Vahdettin. Atatürk’e “sen bu ülkeyi kurtaracaksın “ gibi laflar söylemiş, Atatürk’ün kendisi söylüyor bunları. Bu şu anlama geliyor: Sen gidip asayişi sağlayacaksın ve Yunanlıların İzmir’de yaptıklarını Karadeniz’de yapmalarını engelleyeceksin. “Vatanı kurtaracaksın”ın anlamı budur.

 

Bilim ve Ütopya: Bir kesim de Kurtuluş Savaşı’nı I. Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihinden itibaren ele alıp, Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na girme nedeninin toprak kazanma olduğunu söyleyerek “toprak kazanmak için girişilen bir savaş antiemperyalist bir mücadele olarak nitelendirilemez” diyor…

Sina Akşin: Antiemperyalist bir mücadele olduğu şundan belli; tabii Yunanistan Marksist anlamda emperyal bir güç değil. Ancak Savaş’ta İtilaf Devletleri tükenmişti. Yoksa kendileri gelirdi, kendileri bu işi yapmaya çalışırlardı. Bu da bizim şansımız tabii. Yunanlılar o kadar maşa ki, Büyük Zafer’den sonra Mudanya Konferansı toplanıyor, barışa gidilecek. İsmet Paşa’nın karşısında bir İngiliz, bir Fransız bir İtalyan generali, 11 gün cebelleşiyorlar, özellikle Doğu Trakya meselesi üzerinde. İsmet Paşa Konferans sırasında İngiliz Yüksek Komiseri Harington’a “biz bunları konuşuyoruz ama Yunanlılar buna ne diyecek?” diye soruyor. “Onlar tamamdır” cevabı geliyor. Bu sırada Mudanya açıklarında bir gemide Yunan General Mazarakis var, hiçbir zaman konferansın içinde olmuyor. Bu durum da mükemmel bir şekilde gösteriyor ki Yunanlılar emperyalizmin maşasıydılar. Dolayısıyla mücadele antiemperyalist bir mücadeleydi.

Bilim ve Ütopya: Peki Hocam, Çerkez Ethem hain miydi, değil miydi?

Sina Akşin: Ben bu konuyu “Çerkez Ethem Nasıl Hain Olabildi?” ismiyle yazdığım bir makalede işledim. Çerkez Ethem çok çelişkilerle dolu bir adam; bir yandan İttihatçı, Teşkilat-ı Mahsusacı, öte yandan ordu yerine Kuvayi Milliye ile mücadele devam etsin tezini savunuyor. Diğer yandan Çerkez Ethem’in ağabeyleri subay, kendisi de babası yüzünden subay olamamış. İki abisi daha var, onlar savaşta şehit oldukları için babası Ethem’in asker olmasına izin vermemiş. Ancak Ethem çok meraklı askerliğe ve neticede evden kaçıp astsubay okuluna gidiyor. Dolayısıyla Çerkez Ethem de çetelerle Yunanlılara karşı koyulamayacağını fark ediyor aslında. Üç isyanı bastırmış olmasıyla ulusal kahraman, düzenli ordu olmasın diye inat edip, bu uğurda Yunanlılara sığınmasıyla hain. Böylesine kafası karışık.

Bilim ve Ütopya: Cumhuriyete muhalefet edenlerin hiç dillerinden düşürmedikleri bir diğer konu Harf Devrimi. Söylendiği gibi Harf Devrimi bizi bir gecede cahil bırakıp kendi tarihimize yabancılaştırdı mı? Bu tartışmaları son dönemdeki Osmanlıca konusu ile birlikte değerlendirir misiniz?

Sina Akşin: Bu iddialar doğru değil. 1928’de Harf Devrimi yapıldığında Türkiye’de okuryazarlık oranı ancak %10’du. Yani hala Türkiye’nin ezici çoğunluğu okumasız yazmasız vaziyetteydi, dolayısıyla sıfırdan başlama olanağı vardı. Atatürk de bunu değerlendirdi. Öyle tahmin ediyorum ki okuryazarlık oranı yüzde otuzlarda filan olsaydı böyle bir şeye girişmezdi. Tabiii bunun devrimci amaçları da var, o da Ortaçağ ile köprüleri atmak. Bu biraz Tarık Bin Ziyad’ın gemileri yakması olayına da benziyor. Biliyorsunuz, Tarık Bin Ziyad Endülüs’ün fethine başlarken gemileri yakar ve geri dönme ihtimalini ortadan kaldırır; ya zafer alınacaktır, ya ölünecektir. Tarık Bin Ziyad gibi Atatürk de müthiş bir devrimci adımla Ortaçağla bağları koparmıştır. Atatürk devrimi hoşluk olsun diye, şıklık olsun diye yapmadı. Devrim çok hayati bir zorunluluktu. Çünkü Batılıların etnik temizlik niyetinde oldukları Sevr Antlaşmasıyla belgelenmişti. Hedef Anadolu’nun yarısını Yunanistan, yarısını Ermenistan yapmaktı. Bu tabii bir anda olabilecek bir iş değildi, zamana yaymak gerekiyordu. Batılılar da bunu görüyordu ve Anadolu’nun yukarıdaki şekilde bölüneceği açık olarak ifade edildiğinde Türklerin ayaklanacaklarını da hesap ediyorlardı. İşte Sevr Antlaşması 433 maddesiyle ve ek olarak üçlü anlaşmayla bu harekâtı başarma planıdır aslında. Buna göre Kuzeydoğu Anadolu’nun büyük kısmı Ermenistan’a ayrılıyor. Ege bölgesinin İzmir Ayvalık arası ve Doğu Trakya Yunanistan’a veriliyor. Tabiii, Osmanlı Devleti’nin kolu kanadı kırılıyor. Sevr Antlaşması’na göre; ne ordusu kalıyor ne de maliyesi. Maliye alanında İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan oluşan Maliye Komisyonu diye bir komisyon öngörülüyor. Ordu da yaklaşık 50700 kişilik bir jandarma kuvvetine indiriliyor. Bir de Üçlü Anlaşma ile Fransız ve İtalyan nüfuz bölgeleri yaratılıyor. Bu bölgelerin biri batıda biri doğuda. Sanıyorum buradaki niyet şuydu: Fransız nüfuz bölgesinde (Doğuda) Ermenileştirme çalışmaları yapılacak ve sonunda bölge Ermenistan’a katılacaktı. İtalyanlar da bu işi Batı Anadolu’da yapacaklardı, sonunda bu bölge Yunanistan’a katılacaktı. Tabii bu işin ne kadar süreceği belli değildi, ama zaten Osmanlı Devleti’’nin de bir sıkımlık canı kalmıştı, onu da böylelikle uzun erimde ortadan kaldıracaklardı. Çünkü Batılılar hiçbir zaman Anadolu ve Rumeli’nin fethini içlerine sindirememişler, kabul etmemişlerdir. Bakın, Rumeli de Anadolu kadar Türk’tü. Burası, Rumların ve Sırpların yurdu olduğu kadar Türklerin de yurduydu. Anadolu da yüzde yüz Türk değildi şüphesiz, herkes bir arada yaşıyordu. Yani “Anadolu daha Türk’tü” önermesi doğru değildir. Tabii Anadolu önce fethedildiğinden bir kıdem farkı vardır sadece. Osmanlı devleti Rumeli’yi her zaman tercih etti, çünkü orası daha bereketliydi. Mesela Rumeli beylerbeyi Anadolu beylerbeyinden daha kıdemlidir. Rumeli defterdarı da aynı şekilde. Abdülhamit zamanında da Rumeli’deki valiler daha kıdemli, daha çok maaş alıyorlar. Rumeli Osmanlı’nın kalbiydi. Ancak batılılar bunu hiçbir zaman kabul etmediler ve sonunda başardılar. Tabii burada biraz Osmanlı Devleti’nin buna çanak tutması durumu da var. Örneğin matbaa üç yüz yıl kabul edilmemiş.

Osmanlıca tartışmalarına gelecek olursak. Bir kere Osmanlı toplumunda Türklerin okuryazar oranı yüzde beşin altındadır. Yani küçük bir azınlık diğerlerini güder ki reaya bu demektir. Osmanlı bir Ortaçağ toplumuydu ve yönetenler kendi özel dillerini yarattılar. Zaman içinde Farsça ve Arapça ile karışık bir yazı dili ortaya çıktı. Pek konuşulmuyordu, belki bu azınlığın erkekleri diğer erkeklerle bir ölçüde Osmanlıca konuşuyor olabilir. Fakat eve gidince karısıyla bu dili zaten konuşamaz. Kapalı bir toplum kadınlar evden çıkmıyor, okula gitmiyor, Osmanlıcanın “O”sunu bilmiyor. Dolayısıyla adam karısıyla yalın Türkçe konuşmak zorunda. Pek tabii, çocuklar da Türkçe ile yetişiyor. Zaten 19. yüzyılda gazete meselesi başlayınca da hemen yazı dilinin Türkçeleştirilmesi olayı gündeme geliyor. Halk okuyamıyor ama akşamları kahvelerde okuma yazması olan birisi yüksek sesle okuyor ve çoğunluk dinliyor. Bunun için dilin anlaşılır olması gerekiyordu. Gazetelerle birlikte Osmanlıca yazı alanından da çekilmeye başlamıştır. Günümüzde artık üniversitelerde eski yazı dersi Osmanlıca diye geçiyor. Yani bu eski yazı öğretimi aslında. Şu anda AKP’nin yürüttüğü tartışmaların amacı Türkiye’yi Ortaçağ’a geri götürmek tabii. Amaç Türkiye’de bir şeriat diktatörlüğü kurmak. Ve bu tartışmalar da bir çeşit yoklama aslında. Hiç şüphesiz Medeni Kanunu kaldırıp şeriata da dönmek istiyorlar. Böyle giderse bir noktada birdenbire hiçbir kadın örtünmeden sokağa çıkamayacak.

Bilim ve Ütopya: Gericiler Eski Türkiye'yi karalamak için “Atatürk Yahudi’ydi, İngiliz ajanıydı, İngiliz valisi olmak istedi ve Cumhuriyet İngilizlerin yardımı ile kuruldu” gibi komployla karışık yüzeysel tezler ileri sürüyorlar. Bu tezlerin kökeni nereye dayanıyor, amaç ne?

Sina Akşin: Bu durum şüphesiz hiç sorgulamayan, araştırmayan, kendisine söyleneni olduğu gibi kabul eden Ortaçağ insanı olmakla ilgili ki, ben bu Ortaçağ insanına Homo Ahretikus diyorum. Ortaçağ insanı her şeye inanmaya hazırdır. Rahmetli Turgut Özakman bu konuda bir kitap yazdı ve bütün bu palavraları teker teker çürüttü. Fakat Homo Ahretikus’un inanmaya hazır olduğu şeylerin sınırı yoktur, çünkü tamamen öbür dünyaya odaklanmıştır ve bütün derdi cennete gitmek, orada ebedi saadet yaşamaktır. Şeyhi, ağası ne derse doğrudur. Şimdi “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünde o millete Homo Ahretikus dâhil midir, değil midir? Yani bilinçsiz, Ortaçağ’ın emrinde, robot vaziyetteki Homo Ahretikus milletten sayılır mı? Kaldı ki Atatürk Yahudi olsa ne olur efendim, Türkiye’yi kurtardı işte, var mı bunun daha ötesi?

Bilim ve Ütopya: Bu noktada, Hocam iktidarın millet vurgusuna da değinelim o halde. Onların millet kategorisiyle, devrimcilerin; Mustafa Kemal Atatürk’ün Mahmut Esat Bozkurtların millet tanımları arasındaki fark nedir?

Sina Akşin: Milletin bir bireyi olmak için bilinçli olmak lazım, aydınlanmış, Ortaçağdan çıkmış olmak lazım. Zaten Atatürk Devrimi’nin amacı da yeni Sevrler karşısında direnebilmeleri için Türklerin bir an önce Orta Çağ'dan çıkıp modern insan olmalarıydı. Atatürk, Cumhuriyeti Homo Ahretikus gençliğe değil, devrimci gençlere emanet etti.


Atatürk Devrimi’nin amacı da yeni Sevrler karşısında direnebilmeleri için Türklerin bir an önce Orta Çağ'dan çıkıp modern insan olmalarıydı.​

Bilim ve Ütopya: Cumhuriyet karşıtı cephe sadece İslamcılardan ibaret değil. Ayrılıkçı etnik hareket de Cumhuriyetin karakterini faşistlik, katliamcılık ve zalimlikle ilişkilendiriyor. Cumhuriyetin Kürtlere ve Alevilere sistematik bir baskı uyguladığını iddia ediyor. Ne diyeceksiniz?

Sina Akşin: Geçen gün Gamze Akdemir’in Cumhuriyet Kitap ekinde Ahmet Şık ile yaptığı röportaja rast geldim. Gamze Akdemir Kürtlerin haklı taleplerinden bahsediyordu, Ahmet Şık da hemen onaylıyordu. Bu arada Silivri’ye düşen subayların bir takım suçları olabileceği de ima ediliyordu. Hiç bir noktada da Amerikan emperyalizminden söz edilmiyordu. Hâlbuki emperyalizmi hesaba katmadan hiçbir tahlil yapılamaz. PKK emperyalizmin maşasıdır. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra Batılılar Türklerin başına önce Asala’yı musallat etmişlerdi. Orly’de bombaları batılıları da öldürünce Asala’yı buharlaştırdılar. Ardından ertesi yıl PKK karakola saldırdı ve silahlı mücadele başladı. Özgürlük vb. söylemler büyük ölçüde bahanedir. Şikâyetlerinde haklı yönler olabilir ki onlar da büyük ölçüde giderilmiştir. Hala silahlı mücadeleyi devam ettirmeleri bir yerden emir aldıklarını göstermektedir. Bu da aslında Sevr’in bir uygulaması olarak görülebilir, Sevr hortlatılmaya çalışılıyor.

Bilim ve Ütopya Gericiler İstiklal Mahkemeleri'nden neden rahatsız? Büyük Fransız Devrimi'nde de benzer uygulamalar var mı?

Sina Akşin: Bir kere İstiklal Mahkemeleri’nin uygulamaları Fransız Devrimi’ndekilere kıyasla son derece küçük çaplıdır. Çok daha az kan dökülmüştür. Bakın mesela İskilipli Atıf Hoca, şapka meselesinden filan değil bir isyan hazırlığında olduğundan, bu amaçla örgüt kurmaktan idam edilmiştir.

Bu noktada Dersim olayına değinmek gerekir. Öncelikle şunu söylemek gerekir; Osmanlı Devleti Türklerin tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Osmanlı Devleti Türk topluluklarının göçebe hayvancılıktan tarıma geçişinin devletidir. Bu da bir sosyal devrimdir. Bu tesadüf değil tabii ki, çünkü Anadolu’nun ve Rumeli’nin hiçbir yerinde çöl yok. Çöl olmayınca insanlar yerleşip tarım yapmaya başlıyorlar. Bu sosyal devrim sonrası bir devrim daha lazımdı. Milli demokratik devrimi gerçekleştirmek lazımdı. Osmanlı burada maalesef çok başarısız oldu. Az önce söylediğimiz matbaayı geç kabul etmek ve Ortaçağ’da ısrar gibi olaylar bunların göstergesidir.

Osmanlı devleti her zaman göçebeliğin düşmanı olmuş ve her zaman insanları yerleştirmeye çalışmıştır. İşte 1864’te Çukurova’ya Fırka-i Islahiye diye bir ordu gönderiliyor. Çünkü başta Avşarlar olmak üzere aşiretler ortalıkta dolaşıyorlar ve dolaştıkları yerde tarım yapılamıyor. Dolayısıyla güzelim Çukurova’nın doğusunda tarım yoktu. Sürülerini tarlaya sokuyorlardı, ne yapıyorsun deyince de vuruyorlardı. Osmanlı böyle olaylar karşısında yerleşme merkezlerini kuruyor ve bu uğurda bir yığın kan dökülüyor. Şimdi Osmanlı Avşarları neden oturttu, Çukurova’yı neden tarıma açtı diye itiraz mı edeceğiz? Edilebilir tabii, ama o zaman insanlık ilerlemeden vazgeçsin, Ortaçağ’da kalsın demek lazım.

Osmanlı’nın halledemediği tek mesele Dersim’di. Onu da Cumhuriyet halletti. Oradaki aşiret yapısının çözülmesi işini Cumhuriyet gerçekleştirdi. Dediğim gibi bu, Osmanlı’nın yaptığı yerleştirme işini tamamlayan bir harekattır aslında. Orantısız güç kullanıldı mı meselesine gelince; belki kullanıldı ama ne yazık ki kavgada yumruğun hesabı olmaz. İstiklal mahkemeleri de bu kapsamda düşünülmelidir. Tarihsel bir zorunluluk olarak bakılmalı bu meselelere. Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin.

Bilim ve Ütopya: Kadın sorunu AKP iktidarıyla birlikte son yılların en yakıcı gündemlerinden birini oluşturmakta. Bu konuyu da Cumhuriyet’in kadınlara verdiği seçme seçilme hakkı gibi devrimlerden sayacak olursak kadının kapanma özgürlüğü var mıdır ve Cumhuriyet bu “özgürlüğe” karşı nasıl hareket etmiştir?

Sina Akşin: Kafayı din uğruna örtmek gericiliktir. Mahmut Esad diyor ki “Hiçbir halkın köle olma hakkı yoktur”. “Ben özgürüm ben köleliği seçiyorum” diye bir şeyi ne mantık, ne hukuk tanır. İnsanlık tarihi de geriye gidişi kabul etmez. Örtünerek üniversiteye gidenler özgürlüklerini Ortaçağ için kullanmış oluyorlar aslında. Amerika’da Christian Science diye bir grup var ve bunlar İncil’i harfiyen kabul ediyorlar. Bayağı kalabalık bir grup bunlar, Christian Science Monitor diye bir gazeteleri de var. Hasta olduklarında doktora gitmiyor ve ilaç kullanmıyor bu insanlar, sadece dua ediyorlar. Çünkü İsa nasıl hastaları iman gücüyle iyileştirdiyse biz de aynı şekilde iman gücü ve duayla hastalıktan kurtuluruz diyorlar. Mesela bu gruba mensup bir ailenin çocukları apandisit krizine tutulduğunda, biz de komşular olarak bunu duyduğumuzda polise haber vermeyecek miyiz inançlarına saygılıyız diye? Ölsün gitsin mi diyeceğiz, yoksa polis kapıyı kırıp alıp çocuğu hastaneye mi götürecek? Yani Ortaçağı yaşama özgürlüğü diye bir özgürlük olamaz. Türkiye’deki Ortaçağ’ın gerisinde emperyalizm var. Türkiye’de barınamayan şeyhlerin Hıristiyan emperyalist ülkelere sığınıp yerleşmesi bunun kanıtıdır.

Prof. Dr. Sina AKŞİN
Söyleşi: Hazal Ilgın BAHÇECİ

Bu söyleşi Bilim ve Ütopya’nın mart 2015 sayısında yayımlanmıştır.

Tarih
Etiketler
cumhuriyet
mustafa kemal
atatürk
sina akşin
bilim ve ütopya
yeni türkiye