İçinde yaşadığımız kültür, düşünce sistemimizi, dünyayı nasıl algıladığımızı, nasıl anlamlandırdığımızı etkiler mi? Konuştuğumuz dil ile düşüncelerimiz arasında bir ilişki var mı? Farklı dilleri konuşanlar farklı kalıplarda mı düşünürler? Biliş ve kültür arasında bir bağ var mı?
Bu soruların ilk ortaya atılışı 20. yüzyılın başında uzak ülkelerde keşfedilen taş devri kabilelerine yönelik ırkçı yaklaşımlara bir tepki olarak gerçekleşmişti. Bu insanların bazı kavramlardan habersiz oluşunu, onların insandan daha aşağı yaratıklar olduğu şeklinde yorumlayanlara karşı, Dilsel Görecelik Hipotezi ortaya atıldı. Franz Boas ve Edward Sapir ile başlayan ve Sapir’in öğrencisi Benjamin Lee Whorf tarafından derinleştirilen bu kurama aynı zamanda Sapir-Whorf Hipotezi adı da verilmiştir. Hipoteze göre konuştuğumuz dil, düşüncemizi şekillendirir; farklı dilleri konuşan insanlar farklı şekillerde düşünebilir, dünyayı farklı şekillerde kategorize ederler.
Psikoloji bilimcileri bu hipotezin sınanması için önümüzde iyi bir fırsat olduğunu görmüşlerdi: dilsel kategoriler ile, düşünsel, ya da özel olarak bilişsel kategoriler arasındaki paralelliği araştırmak için renk algısı çok uygundu. Farklı dillerin renkleri farklı biçimlerde gruplandırdığı görülmüştü. Örneğin Türkçe’de mavi, yeşil, sarı vb. birçok renk adı varken, Papua Yeni Gine’de yaşayan Dani kabilesinin konuştuğu dilde sadece iki renk adı vardı; mili (siyah/koyu/soğuk) ve mola (beyaz/açık/sıcak). Peki acaba bu farklı dilleri konuşan insanlar, renk spektrumunu da farklı kategoriler halinde mi algılıyordu?
Bizim ‘renk’ adını verdiğimiz ve doğada her türlüsünü bolca ve açıkça güdüğümüz fiziksel olgu aslında Isaac Newton’un o ünlü prizma deneyini anlatırken söylediği gibi gerçekte yoktur. Aslında doğada renk yoktur. Cisimlerin renkleri yoktur. Sadece güneşten ya da başka bir kaynaktan gelen ışığın belli bir miktarını emen geri kalanını da yansıtan bir yüzeyi vardır her cismin. Ama rengi yoktur! Renk, insan ve başka birçok hayvanın, göze ulaşan ışığın dalga boyunu beyinlerinde ‘kodlama’larının sonucudur. Yani renk aklımızın içindedir.
Gökkuşağı gördüğünüzde dikkatlice bakınız ama şunu da unutmadan: gökkuşağı güneş ışığının su damlalarından geçerek kırılması ile içindeki tüm dalga boylarının ortaya çıkması sonucunda olur. Newton’un prizması gibi. Yani gökkuşağında tüm dalga boylarından eşit miktarda vardır. Görülebilir spektrumun bir ucundan öbürüne eşit aralıklarla ilerleyen bir ‘sürekli’dir (İng.continuum). Buna rağmen biz gökkuşağına baktığımızda bir uçtan öbürüne yumuşakça ilerleyen bir sürekli görmeyiz. Bunun yerine renklerin gruplar halinde toplandığını ve kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi “bantlar”oluşturduğunu algılarız.
Gökkuşağında yan yana olan farklı kırmızılar birbirine benzer, farklı turuncular birbirine benzer, ama yan yana olan bir kırmızı ile turuncu birbirine benzemez. Bir başka deyişle bizler dilimizdeki kategorilere karşılık gelen renk kategori sınır bölgelerinde (örneğin kırmızı-turuncu sınırında) farklılıklara daha hassasızdır. Bu nedenle gökkuşağında kategori içlerinde, örneğin kırmızıların bir ucundan ötekine fazla bir değişim farketmez, ama kategori sınırlarında, örneğin kırmızılardan turunculara geçerken ani bir değişim görürüz. İşte bu etkiye Kategorik Algı diyoruz.
Kategorik renk algısı, fiziksel olarak bir sürekli oluşturan ışık dalga boyu spektrumunu beynimizin gruplara ayırmak yoluyla anlamlandırmasıdır. Aksi takdirde algılayabildiğimiz milyonlarca farklı dalga boyunun hepsini tek tek tanımlamak ve hatırlamak zorunda kalırdık. Birkaç yüz çeşit kırmızıyı tek tek tanımlamak gerekseydi anlaşmak ne zor olurdu! Oysa bunun yerine birkaç yüz tanesine kırmızı diyor ve birbirine eşit, tek bir kategori halinde algılıyor, kolayca kullanıyoruz. Ama sorunun kalbinde de bu var: kırmızı dediğimiz için mi bu renkleri bir arada algılıyoruz, yoksa böyle algıladığımız için mi onlara kırmızı diyoruz? Klasik bir psikoloji bilimi sorusu: hangisi önce geldi? Bir başka deyişle kategorik özellikler gösteren algımızı dildeki renk kategorileri mi şekillendiyor, yoksa görsel sistemimizin kategorik olarak evrimleşmiş olması hem dildeki hem algıdaki renk kategorilerinin temeldeki ortak nedeni mi?
Şimdi sadece iki renk adı kullanan Dani kabilesine dönelim. Acaba onlar gökkuşağına baktığında bizim gördüğümüz mavi, yeşil, vb. “bantlar” yerine kendi dillerindeki kategorilere karşılık gelen bantlar mı görüyorlar? Acaba dillerindeki renk kategorileri görsel algılarındaki renk kategorilerini de şekillendirmiş olabilir mi? İşte bu sorular Dilsel Görecelik Hipotezi ile renk algısının uzun yıllar sürecek olan bilimsel ilişkisine götürüyor bizi. Eğer dil düşünceyi şekillendiriyorsa, algı da bir düşünce olduğuna göre, farklı dilleri konuşanların algıları da farklı şekilleniyor olmalıydı. Eğer dilsel görecelik haklıysa, Dani kabilesinin algısal kategorileri de dillerine uygun şekilde farklılık göstermeliydi. Peki öyle miydi?
Dilsel görecelik hipotezini savunanların dayandığı ilk bulgular 20. yüzyılın başlarından itibaren gelmeye başlayan antropolojik verilerdi. Farklı dillerde renklerin çok farklı şekillerde kategorize edildiği gözlemlenmişti. Farklı diller renk spektrumunu bu kadar değişik şekillerde, adeta keyfi olarak bölüyorsa, bu dilleri konuşanların algıları da bu keyfi bölünmeyi yansıtıyor olmalıydı. Yüzyılın ortalarında farklı dilleri konuşan insanların bilişsel performanslarını inceleyip kıyaslama imkanı bulan psikoloji bilimcileri, bazı bilişsel farklılıklar da buldular. İnsanlar kendi dillerinde rahatlıkla tarif edebildikleri kelimeleri aynı zamanda daha iyi de hatırlıyorlardı.
Ancak 1969’da yayımlanan çalışmalarıyla Brent Berlin ve Paul Kay bu alanda devrim niteliğinde bir yaklaşım değişimine yol açtılar. Berlin ve Kay, dillerin birbirlerinden çok farklı renk adları bulunduğunu kabul ediyorlardı. Ancak bir dilin renk spektrumunu nasıl böldüğünü anlamak için özel bir tür renk terimine dikkat etmek gerektiğini, buna bakıldığında aslında dillerin neredeyse evrensel bir benzerlik gösterdiğini gözlemlemişlerdi. Temel Renk Terimleri adını verdikleri bu terimler, bir dili konuşan kişilerin üzerinde uzlaştığı, akla kolay gelen ve küçük yaşlardan itibaren öğrenilen terimlerdi. Örnek olarak Türkçe’deki kırmızıyı alalım. Bu renk teriminin hangi rengi ifade ettiği konusunda bu dili konuşan hemen herkes aynı fikirdedir (uzlaşma). Eğer insanlara ‘bana aklına ilk gelen renk adını söyle’ diye bir test yapsanız, çok büyük olasılıkla kırmızı ilk akla gelenler arasında olacaktır. Aynı zamanda kırmızı kelimesini ve ifade ettiği rengi çocuklar konuşmayı öğrendikleri dönemden itibaren bilmektedirler (erken gelişimsel). Berlin ve Kay kriterlerine göre kırmızı Türkçe’de (Red de İngilizce’de) temel bir renk terimidir. Buna karşılık örneğin ‘yavruağzı’ terimini ele alalım. Bu terimin hangi rengi ifade ettiği konusunda uzlaşma sağlamak çok zordur (ben emin değilim!); çoğu kişinin aklına bile gelmez, gelse de listenin altında bir yerde yer alır; çocuklar hatta yetişkinler bile bilmez! Bu kriterlere göre yavruağzı temel bir renk terimi değildir.
Berlin ve Kay temel renk terimler ve diğer renk adları arasındaki bu ayrımı göz önünde bulundurarak California Üniversitesi civarında yirmi farklı dili konuşan göçmenlerle bir dizi davranışsal test yaptılar. Deneklerin dillerindeki renk adlarını akla ilk gelenden başlayarak saymak; bir terim söylendiğinde birçok renk örneği arasından o terimin ifade ettiği rengi göstermek gibi görevler yaptıkları bu çalışmalarda şaşırtıcı bir sonuç çıkmıştı. Bütün bu diller temel renk terimleri açısından ele alındığında büyük bir benzerlik gösteriyordu. Bu sonuçlar iki ana şekilde özetlenebilir:
1) Herhangi bir dilde rastlanan en fazla temel terim sayısı 11 olarak belirlenmişti. Çoğu gelişmiş toplum dilinde 11 terim vardı. Ama bu sayıyı geçen yoktu. Bu 11 temel terim şunlardı: siyah, beyaz,
kırmızı, yeşil, sarı, mavi, turuncu, pembe, gri, kahverengi ve mor.
Berlin ve Kay bu bulgudan yola çıkarak bütün dillerin en fazla 11 renk terimi ürettiğini, üstelik de bunların hep aynı 11 renk kategorisine karşılık gelen terimler olduğunu bulmuştu. Bu ise dillerin renk spektrumunu ‘keyfi’ olarak bölmesi bir yana, evrensel fizyolojinin bir sonucu olarak hep aynı şekilde bölüğü anlamına geliyordu. Dilsel Görecelik Hipotezine karşın Evrenselci yaklaşım doğmuştu.
2) Dillerin evrimleşerek geliştiğini, zenginleştiğini hatırlatan Berlin ve Kay, daha az gelişmiş dillerde 11’den az sayıda terim olsa bile bu terimlerin de hep evrensel kategorilere karşılık gelen terimler olduğunu gözlemlemişti. ‘Eksik’ olan renk adları da diller geliştikçe mutlaka ortaya çıkıyordu. Örneğin bir dilde mavi ve yeşil diye iki ayrı terim değil bunların ikisini de kapsayan tek bir terim olabiliyordu. Ama bu dil evrimleştikçe bu iki terim birbirinden ayrılıyor ve bu dilde de diğer tüm dillerde olduğu gibi mavi ve yeşil kategorileri birbirinden ayrılıyordu. Bunun da nedeni evrensel olan, kültüre bağlı olmayan fizyolojimizdi. Dahası da vardı. Birçok dil mavi ve yeşilin birleşik olarak kullanıldığı böyle terimler üretiyordu. Ama hiçbir dil örneğin yeşil ve kırmızıyı bir arada kategorize etmiyordu. Çünkü bunun sebebi fizyolojikti. Dil fizyolojiyi yansıtıyor, tüm kültürlerde aynı sırayı takip ederek, benzer şekillerde aynı renk kategorilerini kodluyordu. Fizyoloji dilden önce gelmişti.
Berlin ve Kay’in bu saptamaları dilsel görecelik fikrini oldukça geri plana itmişti. Araştırmacılar yalnızca 11 evrensel kategoriyi tanımlamış değildiler. Aynı zamanda bu 11 terimin evrimsel bir hiyerarşi izlediğini de farketmişlerdi. (Dikkat: burada evrimsel derken ‘dilin evrimi’nden bahsediyoruz). Bazı temel terimler en erken evrimsel aşamalarda görülürken diğer temel terimler ancak çok gelişmiş dillerde ortaya çıkıyordu (mor ya da turuncu gibi). Berlin ve Kay’in kuramına uygun olarak, yukarıda bu 11 terim dillerin gelişimiyle paralel olarak ortaya çıkış sıralarına göre verilmiştir.
Yukarıda sözünü etiğimiz Dani kabilesi 1971’de keşfedilmişti. Berlin ve Kay’in evrensel renk kategorilerini sınamak için harika bir fırsattı bu; çünkü yukarıda da söylediğim gibi Dani dilinde sadece iki renk terimi vardı. Eğer Berlin ve Kay haklıysa, yani renk algısı dilden bağımsız, ‘evrensel’ (tüm insanlarda aynı olan) bir beceriyse, dilleri çok farklı olan Dani de renkleri örneğin Amerikalı üniversite öğrencilerine benzer şekilde algılamalıydı. Bu araştırmayı yapmak için Papua Yeni Gine’ye giden Eleanor Rosch (o zamanki soyadı Heider) Dani kabilesi üyelerine basit bir test uyguladı. Deneklere bir renk gösteriyor, ardından rengi ortadan kaldırıp belirli bir süre bekledikten sonra çok sayıda renk gösterip, deneğin ilk gördüğü rengin bunlardan hangisi olduğunu bulmasını istiyordu. Rosch, Dani kabilesi üyelerinin de aynı Amerikalı üniversite öğrencileri gibi ‘evrensel’ kategorilerin tipik örneklerini (tipik bir kırmızı ya da tipik bir mor gibi) iyi hatırladıklarını ama ara bölgelere gelen, örneğin ne kırmızı ne de turuncu olan (yavruağzı gibi!) renkleri iyi hatırlamadıklarını gözlemledi. Yani, dillerinde ne kırmızı, ne mavi, ne mor gibi terimler olan Dani kabilesi insanları, bu renklerin iyi örneklerini diğer renklere göre daha iyi hatırlıyorlardı. Bu renkler gerçekten evrensel olmalıydı. Gerçi Dani kabilesi üyeleri toplamda Amerikalı öğrencilerden çok daha zayıf bir renk hafızası sergilemişti. Büyük ihtimalle dillerinde bu renkler olmadığı için renkleri hatırlama becerileri genel olarak zayıftı. Bu da evrensel bir renk algısı fikriyle çelişiyordu. Ama Berlin ve Kay’in temel renk terimleri ve bunlara karşılık gelen ve evrensel fizyolojiye dayandığı savunulan algısal renk kategorilerinin Dani üyeleri tarafından da daha iyi hatırlanmış olması, renk kategorizasyonunun kültüre bağlı olmayan, evrensel bir özellik olduğu fikrine büyük destek sağlamıştı.
Bilim dünyası bir süre bu konuda sonuca ulaşılmış gibi davrandı. Psikoloji ders kitaplarında bu konuya bir paragraf ayrılıyor ve renk algısının dünyanın her yerinde aynı olduğu bilgisi verilerek konu kapatılıyordu.
Ancak 20. yüzyılın son yıllarında bu konuda yeni bir hareketlenme oldu. Bir yandan farklı dilleri konuşan insanların farklı kategorik algısal özellikler gösterdiğine yönelik bazı bulgular gelmeye başlamıştı. Bunlardan birazdan söz edeceğim. Diğer yandan da Berlin ve Kay’in 11 temel renk terimi kuramıyla çelişen bazı gözlemler yapıldı. Bunlardan biri Türkçe konuşan insanlara ilgi çekici geleceği için bundan bahsetmek isterim. Bu çalışmada Türkçe’de Berlin ve Kay’in kuramında öngörülen maksimum temel renk terimi sayısı olan 11’den bir fazla, yani 12 temel renk terimi bulunduğunu gördük. Berlin ve Kay’in evrensel temel kategoriler listesinde bulunmayan ‘fazla’terimimiz Lacivert’ti!
Lacivert, hemen herkesin ne olduğu üzerinde uzlaştığı, ‘aklına ilk gelen renk adlarını söyle’ testinde turuncunun, grinin üstünde bir sırada hatırlanan, ve küçük yaşta diğer 11 temel renk terimi ile birlikte öğrenilen önemli bir renk adıdır. Peki diğer birçok gelişmiş dilde ‘temel’ olma kriterlerini sağlayan bir adla temsil edilmeyen bu renk dilimizde neden temel bir terim haline gelmişti? Bu konuda farklı spekülasyonlar mümkün. Ama bildiğimiz şeyler şunlar: Lacivert kelimesi, Farsça’da lacivert taşı olarak anılan bir yarı-değerli taş olan lapis lazuli’nin rengine verilen ad. Kültürümüzde bir dönem önemli olan değerli bir taş olduğu için mi temel bir terim haline gelmiştir yoksa başka nedenler olabilir mi? Denizin rengi lacivert olduğunda havanın nasıl olacağını tahmin eden deniz insanları mı yaygınlaştırdı bu kelimeyi? Bilmiyoruz.
Berlin ve Kay’in 11 terimlik evrensel listesine bir 12.’sinin eklenmesi kuramın yanlış olduğunu göstermez tabii. Belki Lacivert de bir gün diğer dillerde karşılık bulacak, çünkü o da evrensel bir kategori. Berlin ve Kay sadece sayıda yanılmış olurlar bu durumda ki bu da normal: çalışmalarında hiç Türkçe konuşan yoktu!
Bunun yanında renk algısında kültürel farklar gösteren bazı çalışmalardan da söz etmiştim. Bir çalışmada araştırmacılar kuzey Meksika’nın yerli halklarından Tarahumara üyeleri ile algısal bir deney yaptılar. Tarahumara dilinde mavi ve yeşil adında iki ayrı renk yerine, her ikisini de ifade eden tek bir kelime kullanılıyordu. Yani dillerinde bir mavi-yeşil sınırı yoktu. Acaba algısal olarak da bu sınır onlarda yok muydu? Araştırmacılar deneklere 3 renk gösterip bunlardan diğer ikisine en az benzeyeni işaret etmelerini istediler. Amerikalı denekler bu 3 renk spektrumda birbirine eşit mesafede olduğu halde örneğin bunlardan biri mavi, diğer ikisi yeşil olduğunda ‘en farklı olan’ olarak hep maviyi seçiyordu. Tarahumara üyeleri ise böyle bir ayrım yapmıyor, bazen maviyi bazen yeşillerden birini ‘en farklı olan’ olarak niteliyordu. Amerikalı deneklerin algısına göre mavi ve yeşil birbirine benzemiyordu. Oysa Tarahumara üyeleri için bu iki kategori ayrımı yok gibiydi. Bir başka deyişle Amerikalılar mavi-yeşil arasında kategorik algı gösterirken (dillerinde mavi-yeşil ayrımı olmayan) Tarahumara üyeleri spektrumun bu bölgesinde kategorik bir algıya sahip değildi. Bu örnekte algı dil tarafından şekillenmişti.
Bu gibi çalışmalar kısa süre içinde dünyanın çeşitli yerlerinden evrenselci kurama meydan okuyan bulgular getirmeye başladılar. Bir çalışmada Papua Yeni Gine’yi tekrar ziyaret eden araştırmacılar, Berinmo kabilesi ile deneyler yaptılar. (Dani kabilesi aradan geçen zamanda Endonezya tarafından asimile edilmişti. İzine rastlayamadık...). Bu kabilenin dilinde yalnızca Berlin ve Kay’in evrenselleriyle çelişen ‘tuhaf’ renk adları bulunmakla kalmıyor, bu dili konuşan kabile üyelerinin algısal davranışlarında (renk hafızası gibi) da bu dilin kategorik özellikleri görülüyordu. Berinmo dilinde yalnızca 5 temel terim vardı. Kategori sınırları ise evrensel olarak nitelenen ve sık rastlanan kategorilere benzemiyordu. Dahası, algısal olarak da renkleri kendi dillerine uygun olarak kategorize etmiş gibiydiler.
Benzeri sonuçlar birçok Afrika dilini konuşan deneklerden de gelmeye başlamıştı. Namibia’da, Botswana’da ve kıtanın çeşitli yerlerinde sadece 5 temel terimi olan diller konuşuluyordu. Hatırlayalım: Berlin ve Kay ‘5 temel terimli dil olmaz’ dememişti. Aksine, kendileri de böyle diller bulmuş ama hep aynı 5 renk kategorisinin adlandırılmış olduğundan yola çıkarak tüm dillerin aynı rotayı izleyerek 11 temel terime ulaştığını söylemişti. Yani burada bir çelişki yok. Beş terimli dillerin psikoloji bilimcilerine verdiği asıl fırsat, dilde henüz bazı kategoriler gelişmemişken algısal kategorizasyonu test etme imkanıydı. Yani böyle diller bulduğumuzda adeta zamanda yolculuk yapıyor gibiydik. Bu dilleri konuşanların algılarını çalışarak kendi dilimiz gelişmeden önceki halimizi inceliyorduk. Ve sonuçlar ilgi çekiciydi. Çeşitli algısal farklılıklar rapor ediliyordu. Bu dillerde ‘eksik’ olan bir kategori sınırı varsa (tipik olarak mavi-yeşil), dili konuşan denekler renk hafızası testlerinde bu sınırın iki yanındaki renkleri birbirine karıştırmaya bize göre daha eğilimliydiler. Yani onlara dillerinde ayrılmamamış mavi ve yeşil renkler benzer görünürken, İngilizce konuşan denekler bunları daha az benzer görüyor ve birbirine karıştırmıyordu.
Peki ama bu kültürel fark gerçekten algısal mıydı? Dikkat edildiyse bu tür testlerde genellikle renk hafızası çalışıldığını görüyoruz. Kullanılan başka bir teknik ise benzerlik yargısı (“Bunlardan hangisi diğer ikisine en az benziyor?”). Bu tür becerilerin (renkleri hafızada tutma, benzerlik yargısı gibi) insan algısıyla doğrudan ve güçlü bir ilişkisi olduğunu biliyoruz. Ancak bu tür beceriler dilden etkilenmeye de çok açık. Siz bir rengi 30 saniye boyunca (bu tür çalışmalarda tipik bir bekleme süresi) akılda tutmaya çalışırken renk adlarından faydalanmaya çalışmaz mıydınız?! Diyelim ki akılda 30 saniye tutmak istediğiniz rengin genel adı “yeşil”. Aradan 30 saniye geçtikten sonra artık “görsel” bir bilgi kalmıyor beyinde. Görüntü kaybolduktan çok kısa süre sonra beyinde de izi kalmıyor. O zaman sürenin sonunda sadedece “sözel’’ bilgiye dayanmak zorundasınız. Örneğin: “gördüğüm renk yeşildi”. Ama araştırmacının önünüze koyup “az önce gördüğün renk bunlardan hangisiydi” diye sorduğu renkler arasında başka yeşiller de varsa bu sözel bilgi pek işe yaramayacak, aynı kategoriden olan renkler birbirine karıştırılacak, farklı kategoriden olan renkler ise asla karıştırmayacaktır. Hafıza testi yapmanın böyle bir sonucu olmuş oluyor: ölçtüğümüz şey rengi nasıl algıladığımız değil ismini nasıl hatırladığımız haline geliyor. Benzerlik yargısında da benzeri bir süreç olabilir. Önünüze üç renk konup bunlardan en farklı olanı göstermeniz istendiğinde bir rengi farklı algıladığımız için değil, sadece ismi farklı olduğu için, yani algısal değil sözel bir stratejinin sonucunda seçiyor olabiliriz.
Gerçi başlıbaşına bu da ilgi çekici bir sonuç; hafıza ve benzerlik yargılarımızın dilden ve kültürden etkilendiğini gösteriyor yukarıda anlattığım türden çalışmalar. Ama bizim sorumuz algı üzerineydi. Hatırlayalım: gökkuşağına baktığımızda ‘sürekli’ değil kategorik bir spektrum görmemizin nedeni kısmen de olsa konuştuğumuz dil olabilir mi? Dolayısıyla hafıza ve öznel benzerlik yargısı gibi özellikler değil algının kendisini ölçmemiz gerekiyordu. Ama teknoloji-bağımlı özel yöntemler gerektiren bu tür hassas incelemeleri Afrika’da, Papua Yeni Gine’de yaşayan kabilelerle yapmak ne pratik olarak mümkündü ne de anlamlıydı.
Algısal spektrumu ölçmek için gerekli olan türden tekniklerin bütününe biz psikofizik diyoruz. Psikofizik, psikoloji biliminin, algısal dünyamızdaki matematiksel kurallar ile fiziksel dünyadaki kurallar arasındaki ilişkiyi anlamaya ve modellemeye çalışan oldukça teknik bir alt alanıdır. Bunu anlamak için önceki örneğe geri dönebiliriz: renk spektrumu fiziksel olarak bir süreklidir (iki nokta arasındaki uzaklık, u, spektrumda nereye giderseniz gidin hep aynı miktarda dalga boyuna karşılık gelir). Oysa algısal olarak (yani aklımızın içindeki dünyada) dalga boyu cinsinden u uzaklığı spektrumun farklı bölgelerinde farklı algısal “uzaklıklara” (benzerliklere) yol açabilir. Dalga boyu spektrumu ile algısal spektrum arasındaki ilişkiyi matematiksel olarak modellemek, psikofizikle uğraşan (bu satırların yazarı gibi) bir psikoloji bilimcisinin yaptığı tür araştırmalara bir örnektir. Bunları yapabilmek için çok iyi kontrol edilmiş hassas görüntüleme ekipmanı ve bunlar kullanılarak yapılan zor deneyler gerekliydi. Tipik bir psikofizik deneyinde, aralarında çok az fark bulunan iki renk (genellikle yanyana ve kısa bir süre) gösterilir ve deneklere bu iki rengin aynı mı farklı mı olduğu sorulur. Renkler sadece 100 milisaniye göründüğünde aradaki ayrımı görmek oldukça zorlaşmaktadır. Bunun nedeni, eğer yan yana iki renge yeterince uzun süre bakarsa, normal renk görüşüne sahip bir insanın milyonlarca rengi birbirinden ayıracak kadar yüksek çözünürlüklü bir beceriye sahip olmasıdır. Algısal görev zorlaştırılarak deneğin hangi renk çiftinde daha iyi ya da daha kötü algısal ayrımsama becerisine sahip olduğu araştırılabilir. Böyle bir deneyde güvenilir bir örneklem alabilmek için her bir renk çiftinin genellikle yüzlerce kez gösterildiği de düşünülürse, Uzak ülkelerdeki kabile insanları ile bu tür çalşmalar yapmanın zorluğu hatta anlamsızlığı görülebilir.
Bizler, dilin algıya olan etkisini yukarıda bahsettiğimiz kontrollü psikofizik deneyleriyle çalışmak için başka bir yöntem geliştirdik. Farklı renk terminolojisi olan dilleri konuşan kişileri bulmak için uzak diyarlara gitmek yerine, laboratuarımızda deneklere yeni bir renk kategorisi öğrettik. Yeni bir renk kategorisi öğrenmenin algıyı nasıl etkilediğini araştırdık. Denekler üç gün arka arkaya laboratuara gelip iki tür yeşili (ya da iki tür maviyi) birbirinden ayıran yeni bir kategori sınırını öğrendiler. Bunun için üç gün boyunca yüzlerce rengi bu yeni kategoriye göre doğru olarak ayırmaya çalıştılar ve bu işte oldukça başarılı hale geldiler. Bu laboratuar bazlı kategorizasyon eğitimini, konuştuğumuz dili ilk öğrendiğimizde renkleri birbirinden ayırma becerisini elde ettiğimiz sürece benzetebiliriz. Eğitimin sonunda yukarıda anlatılan türden hassas psikofizik ölçümler yoluyla deneklerin algısal ayrımsama becerileri incelendiğinde eğitim öncesinde varolmayan yeni bir kategorik algı etkisi ortaya çıkmış olduğunu gördük. Denekler üç gün arka arkaya öğrendikleri yeni bir kategorinin sonucu olarak, bu yeni kategori sınırının iki yanına düşen renkler arasındaki farka daha yüksek bir algısal duyarlılık geliştirmişlerdi. Bu deney renk algısının esnek, adapte olabilen ve değişime açık bir becerimiz olduğunu göstermektedir.
Yeni bir kategori öğrenmek yetişkin deneklerimizde üç gün içinde kategorik algıya yol açıyorsa, bir dili aylar ya da yıllar süren bir süreçte öğrenmekte olan ve henüz beyin gelişiminin hızla devam ettiği küçük çocuklarda kategorik algıyı kolaylıkla şekillendiriyor olabilir. Bu bulgular dilsel görecelik hipotezine temel algısal, ya da psikofizik düzeyde destek sağlamıştır. Dil algıyı şekillendirebilmektedir.
Dil ve düşünce arasındaki ilişkiyi anlamak amacıyla çeşitli alanlarda araştırmalar sürmekte. Bu makalede renk algısı gibi temel bir mekanizmanın bu tartışmada ne derece önemli bir yeri olduğunu anlatmaya çalıştım. Gökkuşağına baktığımızda konuştuğumuz dilin ne gördüğümüzü etkiliyor olması fikri kendi içinde ilginç olsa da bize verdiği anlamlı bir mesaj da var. Konuştuğumuz dil, içinde yaşadığımız kültür ve çevre, dünyayı nasıl gördüğümüzü bile etkileme gücüne sahip olabilir.
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın 203. sayısında yayımlanmıştır.