Bonaparte karşısında Marx

Yazan
Ferhan BAYIR
Yazının Okunma Süresi
31 dakika

“Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker... tam da böylesi devrimci bunalım çağlarında, korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağırır” (1)

Karl Marx

İnsanlar, büyük toplumsal alt üst oluşlar sırasında ya geleceğe dair kehanetlerde bulunan demagoglara yönelerek içinde bulundukları belirsizliklerden uzaklaşmaya çalışır; ya da bu sis bulutunun içinden kendilerini çıkarabilecek, bugün yaşanan krizi çok önceden öngörmüş peygamberlere kulak verir. 20. yüzyılın başında yaşanan yıkıcı dünya savaşlarında, toplumsal kırılmalara yol açan ekonomik ve siyasi krizlerde, kapitalizmin ölüm kalım savaşı verdiği her dönemde, yazdıklarına tekrar tekrar bakılan düşünürlerin başında Karl Marx gelir. Devrimci bunalım zamanlarında, devrimi iktidar yapmak isteyenler gibi devrimi bertaraf etmek isteyenler de Marx’ın eserlerine yeniden dönmüştür.

Özellikle 2008 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz sonrası, kapitalizmin amiral gemisinde oturanlar, buzdağına çarpmamak için, rotalarını Marx’ı yeniden okuyarak bulmaya çalıştı. Kapitalizmi yaşadığı krizlerden kurtarabilmek için çaresizce Kapital’in sayfalarını çevirenlerin beyinlerine Marx’ın hayaleti kâbus gibi çöker. Burada ironik olan, sistemin kendi peygamberlerinin ruhlarından değil de “kızıl şeytanın” hayaletinden yardım beklemesidir. Çaresizlik içinde kıvranan insan, yakarışlarına azizlerin karşılık vermediğini gördüğünde, ruhunu şeytana satar. Kapitalizm de çaresizlik içinde kendi kaçınılmaz yıkımına doğur yürür, tıpkı Faust’un trajik sonuna doğru yürüdüğü gibi.

Marx, devrimci bunalım zamanlarında devrimle iktidarı ele geçirmek isteyenlerin “devrimin hayaletini yeniden dolaştırmayı değil, onun ruhunu yeniden bulmayı” (2) amaçladıklarının altını çizmişti. Emperyalizmin kaslarının gevşediği, kapitalizmin temellerinin sarsıldığı bugün, doğumunun 200. yılında Marx’ın ruhunu yeniden bularak onun diyalektik materyalist yönteminin bugünün büyük sorunlarına nasıl uygulanabileceğini tartışıyoruz.

Bu yazının amacı, Marx’ın ‘Fransa’da Sınıf Savaşları’ ve ‘Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’ eserlerinden yola çıkarak, Marx’ın 1848-1851 yılları arasında Fransa’da patlak veren sınıf savaşını, verili koşullar ve ilişkiler içinde nasıl incelediğini, hangi düşünsel araçlarla diyalektik materyalist yöntemini ilerlettiğini, kısacası Marx’ın nasıl düşündüğüne daha yakından bakmaktır.

Devrimin ateşinde teoriyi inşa etmek

“Teori, pratikten yola çıkarak oluşturulur” sözü, bilindiği gibi Marksizm’in amentüsüdür. Marx bu iki eserini yaşanan ve devam etmekte olan güncel olayların akışı içinde kaleme almıştır. Fransa’yı ve kıta Avrupası’nı kasıp kavuran devrim ateşinin içinde, Marksizm’in temellerini atmış, teorinin çatısını inşa etmiştir. Marx’ın bu iki eserinin önemi, toplum-birey ilişkisinden tarihte bireyin rolüne, altyapı- üstyapı ilişkisine, sınıf savaşından proletarya diktatörlüğüne, ideolojilerin oluşumlarından anayasaların yazımına, en soyuttan en somuta Marksizm’in ilkelerini oluşturan birçok kavramın ya ilk kez gündeme getirilmiş ya da kavramların içeriği zenginleştirilip belirginleştirilmiş olmasındadır.

Marx’ın diğer birçok eserinde olduğu gibi bu iki eserinde de okuru bekleyen temel bazı zorluklar vardır. Bunların en başında, Marx’ın teorisini hangi pratiklerden yola çıkarak inşa ettiğini takip etmenin zorluğu gelir. Bu iki eserde Marx, bugün isimleri unutulmuş, yalnız konunun uzmanı tarihçilerin bilmek isteyeceği, dönemin siyasetçilerinden askerlere, kapanmış kulüplerden gazetelere, yürürlükten kaldırılmış kurumlardan yasalara kadar muazzam ve karışık detayların içinde yol alır. Şüphesiz Marx’ın yöntemini takip edebilmek, değişen koşullara göre yöntemini nasıl işletip güncellediğini görebilmek için, Avrupa tarihinin ana hatlarına hâkim olmak bir zorunlulukken, bu iki eseri incelemek için daha yakın okumak da gerekmektedir.

Diğer bir zorluk ise bu iki kitabın birbirini tamamlamasıdır. Cicero’nun ‘Catilina Söylevi’, Machiavelli’in ‘Prens’i, Hobbes’un ‘Leviathan’ı gibi siyaset felsefesinin en rafine eserlerinin başında gelen ‘Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i tek başına okumak, içeriğinin anlaşılması açısından pek anlamlı olmayacağıdır.

Marx, ‘Sınıf Savaşları’ eserindeki yazılarını ilk kez, Engels ile birlikte çıkardıkları, yayın hayatına Mart 1850’de başlayan, aylık çıkan ‘Neue Rheinische Zeitung - politisch-ökonomische Revue’ dergisinde yayımlar. Ekonomik sıkıntılardan dolayı bu dergi 6 Mart - 29 Kasım 1850 arasında yalnızca beş kez yayımlanmıştı. Bu yazılarında Marx, 1848 Şubat Devrimi’nden başlayıp 1850 yılının Kasım ayının başına dek Fransa’daki siyasal gelişmeleri, tüm önemli olayları iç bağlantılarıyla ele alarak, detaylı şekilde incelemiştir.

‘18 Brumaire’ eseriyse, Bonaparte’ın 2 Aralık 1851 tarihinde gerçekleştirdiği coup d’état (hükümet darbesi) sonrası, Aralık 1851 ile Mart 1852 arasında kaleme alınmıştır. 1848 Devrimi’nin yenilgisinden sonra New York’a sığınmış, Marx’ın yakın arkadaşı Joseph Weydemeyer’ın, darbenin Avrupa’da ve dünyada yarattığı şaşkınlık ve merak sonrası, Marx’tan ‘Die Revolution’ dergisi için konuyu incelemesini istemesi sonucu ortaya çıkmıştı. Marx bu eserde yine Şubat Devrimi’nden başlayıp darbenin gerçekleştiği tarihe kadarki süreci ele almıştır.

Her iki eserde de hemen hemen aynı dönemin anlatılmasına, kendi yöntemi çerçevesinde aynı dönemlendirmeye gitmesine rağmen, eserlerinin birbirini tekrar etmemesi önemlidir. ‘Sınıf Savaşları’nda kapsamlı şekilde dönemin olayları incelenirken, ‘18 Brumaire’de döneme kuşbaşı biçimde bakılarak, olayların iç bağlantıları, ilişkiler ağının darbeyi nasıl kaçınılmaz kıldığı, tarihi maddeciliğin yasaları çevresinde kuramsal sonuçlara taşınır.

Hükümet darbesinin anatomisi

Marx, ’18 Brumiare’ kitabının konusunu, “Bense, Fransa’daki sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum” (3) sözleriyle özetliyor. Aslında bu mütevazı ve basit cümlenin altında derin bir tarih felsefesi gizlidir. Bu gülünç ve sıradan adamın imparator olmasını sağlayan, ona hükümet darbesini yapmayı mümkün kılan ‘sınıf mücadelesi değil, sınıf mücadelesi sonucu ortaya çıkan verili ‘ilişkiler ve koşullar’dır. Bu var olan ilişkiler içinde bireyin iradesi ve eylemleri, olayların akışı çok yönlü seçenekler yaratır. İlerleyen sayfalarda Marx, “insanlar kendi tarihlerini kendi yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerini buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar” (4) sözleriyle tarihsel maddeci yaklaşımında bireyin eyleminin ve siyaset üretme yelpazesinin nesnel seçeneklerini teorik olarak ortaya koyar.

Marx ile Engels’in olgunluk dönemi çalışmalarının büyük bölümü, Bonapartist rejimler altında gerçekleşti. Bonaparte’ın rejimini, 1866 yılında Bismarck Prusya’da hayata geçirdi. Marx ve Engels’in olgunluk dönemlerinde kaleme aldıkları, ekonomiden felsefeye, Marksizm’in temel fikirlerini, Bonaparte ve Bismarck’a karşı mücadele içinde oluşturmuşlardı. Marx’ın teorik anlamda ortaya koyduğu tarih felsefesinin kendisini de içerdiğini düşünürsek, Marx’ın Bonaparte’ın darbesini mümkün kılan koşulları incelemesi, bir anlamda Marx’ın verili ‘ilişkiler ve koşullar’ içindeki yazınsal ve siyasal mücadelesine de ışık tutmaktadır.

‘18 Brumaire’ belki de Marx’ın en çok atıf yapılan ve bir o kadar Marx’ın yöntemini tahrip edecek şekilde eğilip bükülen eseridir. Siyasi literatüre Bonapartizm olarak geçen kavram, Marx’ın kullandığından farklı şekilde, sınıflar üstü hatta sınıf karşıtı bir kavram olarak ele alınır. 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan otoriter rejimleri tanımlamak için, tarihsel bağlamından koparılarak kullanılan Bonapartizm, burjuvazinin iktidarı yönetecek güçte olmadığı, ancak işçi sınıfının da iktidarı alamayacak kadar zayıf olduğu denge durumunda devletin, diğer ifadeyle sivil bürokrasinin ve ordunun yönetimi devralması şeklinde sunulur. Bu yaklaşımda her ne kadar sınıfsal yaklaşım varmış gibi gözükse de son noktada devletin sınıfsal niteliğini gizlemektedir.

Bu yazıda Marx’ın yöntemi takip edilerek, Bonaparte darbesini mümkün kılan tarihsel durum ve bunun sınıfsal aktörleri aynı tarihsel bağlam içinde ele alınarak, Bonapartizm’in sınıfsal karakteri ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda, Bonapartizm’in burjuvazi ve orduyla ilişkisi incelenirken, Fransa’da burjuvazinin ve ordunun, daha geniş ifadeyle bürokrasinin tarihsel gelişimi, monarşi zamanında başlayıp 1789 sonrası devam eden merkezîleşme politikası çerçevesinde ele alınırken; diğer sınıfların yani aristokrasi, köylüler ve işçilerin bu merkezîleşme mücadelesindeki konumlanışı, diğer kuvvetlerle yaşadığı çatışmanın Bonaparte’ın darbesinin zeminini nasıl yarattığı tartışılacaktır.

 

Fransa’da merkezîleşme ve burjuvazinin tarihi

“Orta Çağ’da feodalizmin merkezi, Rönesans’tan bu yana toplumsal katmanlaşmaya dayalı birleşik monarşinin örnek ülkesi olan Fransa, Büyük Devrim’de feodalizmi yerle bir etti ve başka hiçbir Avrupa ülkesinde olmadığı kadar klasik bir biçimde, burjuvazinin saf egemenliğini kurdu. Yükselme çabası içindeki proletaryanın egemen burjuvaziye karşı yürüttüğü mücadele de burada başka hiçbir yerde bilinmeyen, keskin bir biçimde ortaya çıktı.” (5)

Engels

 

“Burjuvaziyi tanımlamak mı? Bu konuda anlaşamazdık”

Ernest Labrousse

 

Engels, Marx’ın ölümünden sonra ‘18 Brumaire’in 1885 tarihli üçüncü baskısına yazdığı ön sözde, Fransa’da burjuvazinin egemenliğini ‘klasik biçimde burjuvazinin saf egemenliği’ olarak tanımlarken, yarım yüzyıl sonra Fransız Devrimi’nin ekonomik tarihini yazan Marksist tarihçi Labrousse ise burjuvaziyi tam anlamıyla tanımlamanın güçlüğüne işaret etmiştir. Engels’in berrak şekilde gördüğünü, sonraki bazı tarihçiler neden aynı şekilde görememektedir?

Tartışmayı Marx’ın ‘Sınıf Savaşı’ ve ’18 Bruamire’ eserinde takip etmeden önce, Fransa’da burjuvazinin bir sınıf olarak tarihsel gelişiminin genel hatlarını ortaya koymak önemlidir. Marx’ın bu iki eserinde de yaptığı gibi, Fransa’da burjuvazinin tarihsel gelişimini İngiltere ile kıyaslayarak ilerlenmelidir.

Marx ve Engels ‘Komünist Manifesto’da bazı nüanslara işaret etmekle birlikte, burjuvazinin tarihsel gelişimi genel hatlarıyla çizilmişti. Bu noktadan hareketle başta Alfred Cobben, François Furet gibi revizyonist tarihçiler, Marx’ın ‘burjuvazi’ sınıfını yanlış veya eksik tanımladığını, bundan dolayı da Marksist kuramda ‘burjuva devrimi’ kavramının sorunlu biçimde bulunduğunu ileri sürmüşlerdi.

Ne var ki bu eleştiride, yöntemsel bir sorun kendisini göstermektedir. O da, burjuvazinin, toplumsal bir sınıf olarak tarihsel gelişimi ve karakteristik özelliğiyle, burjuvazinin siyasi programını uygulayan, düşünsel dünyasını inşa edenler arasında, temsil edilenlerle temsil edenlerin bir ve özdeş kabul edilmesidir.

Rousseau, halk egemenliğiyle burjuvazinin siyasi egemenliğinin temel ilkelerini ortaya koyarken, aynı zamanda; ‘Yalnız Gezerin Hayalleri’ eserinde “Ben asla burjuva toplumu için yaratılmamışım. Her şeyin yalnızca baskı ve can sıkıcı yükümlülük olduğu yerde” diyerek burjuvaziye karşıtlığını ifade etmişti. Aynı şekilde Aydınlanma’nın büyük materyalist

düşünürü Diderot, burjuvazinin kendisi tarafından tarihin karanlık sayfalarına gömülmek istenmişti. Daha çarpıcı olanı, devrimin süpürgesiyle eski rejimin bütün kurumlarını ve inançlarını temizleyerek burjuva toplumunun yolunu da açan Jakobenler, burjuvazinin kalbine kızıl komünizmden daha fazla korku salmıştır. Bu nokta önemlidir, çünkü Marx da ‘18 Brumaire’ eserinde burjuvazinin kendi temsilcisinin, sözcüsünün Düzen Partisi’ni nasıl yarı yolda bırakıp Bonaparte’ı desteklediğini incelemektedir.

Fransa’da burjuvazinin tarihsel gelişimi, mutlak monarşinin tarihsel gelişiminden bağımsız ele alınamaz. Bir anlamda Fransız burjuvazisinin tarihi, Fransız mutlak monarşisinin merkezîleşme ve bürokratikleşme tarihiyle iç içe geçmiştir. Her toplumun, modern burjuva topluma geçiş süreci farklıdır; yaşadığı sorunlar, bu sorunları aşmak için kullandığı araçlar da buna bağlı olarak çeşitli ve özgündür. Engels, ‘Sınıf Savaşları’nın 1885 tarihli baskısına yazdığı önsözde Marksizm’in tarihsel yaklaşımının çerçevesini çizmiştir: “...Materyalist yöntem, siyasi çatışmaları ekonomik gelişmenin doğurduğu mevcut toplumsal sınıflar arasındaki ve sınıfların kesimleri arasındaki savaşa dek izlemek ve çeşitli siyasi partilerin bu aynı sınıfların ve sınıf kesimlerinin az çok aslına uygun siyasal ifadeler olduğunu göstermek” (6)

Devrim öncesi eski rejimde monarşi, aristokrasi, burjuvazi ve köylüler arasındaki sınıf savaşları, feodalizmden kapitalizme geçisin verili koşulları ve ilişkileri içinde cereyan etmişti. Bu sınıfların arasındaki ‘güç ilişkileri’nin rengi, modern burjuva toplumunun karakterini belirlemiştir.

İngiltere kendi tarihine özgün ekonomik, toplumsal ve coğrafi özellikleri sonucu erken bir tarihte, siyasi birliğini önemli ölçüde tamamlamıştı. İngiltere’de monarşinin aristokrasiyle siyasi ilişkisinde, monarşiyle ‘eşitlerin birincisi’ ve ‘kral, parlamentoda’ formülleriyle uzlaşılarak hayata geçirilmişti. 1640 Devrimi bile, monarşiyle aristokrasi arasındaki kanlı ve şiddetli çatışmayı, Fransa’daki gibi karşı karşıya getirmemişti. Kuşkusuz belirleyici olan İngiltere’de kapitalizmin ‘kırsal’ kökenleridir. Topraklarını yün ticaretine uygun şekilde yeniden örgütleyen aristokrasi, kentlerdeki burjuvaziyle önemli ölçüde kaynaşmıştı. Monarşi, ticarete dayalı tarım yapan aristokrasi ve burjuvazinin sınıf ittifakı, İngiltere’nin modern burjuva toplumunun kodlarını vermektedir. Bu üç sınıf, nüfusun en kalabalık kitlesi köylüleri topraklarından zorla kopararak onları dilenci ve serseri olarak şehirlerin kapısına sürüp, onlara ucuz işgücü olmayı dayatmıştı. 1640 Devrimi sırasında büyük ve kitlesel köylü ayaklanmalarının gözlemlenmemesinin en önemli sebebi burada gizlidir. İngiltere’de yönetici sınıfın hegemonya gücü ve birlikteliği 1830’larda patlak veren işçi hareketlerine karşı yine kendisini göstermişti.

Fransa’nın feodalizmden kapitalizme geçiş koşulları bambaşkadır. Fransa, modern burjuva topluma başka bir kapıdan, çok daha ‘gürültülü ve sorunlu’ şekilde girmişti. Fransız kralları hiçbir zaman, Manş Denizi’nin karşı kıyısındaki krallar gibi elverişli koşullara sahip olamadı. Orta Çağ’da Keltlerin işgalinin neden olduğu parçalı yapı, aristokrasinin yüzyıllar boyunca monarşiye karşı siper olarak kullanacakları toplumsal ilişkileri miras bıraktı. Diğer yandan Fransa, İngiltere’den farklı olarak kendisini koruyan denizlerden mahrum olduğu için, güvenliğini sağlamak için devasa bir ordu yaratıp bunu beslemek zorunda kalmıştı. Fransa’nın merkezîleşme çabasının, monarşinin sürekli ve bezdirici biçimde aristokrasiyle kavgaya tutuşmasının, köylüyü sürekli ve yeni feodal vergilerle baskılaması ve bunun sonucunda çıkan köylü ayaklanmalarının en temel nedenlerinin başında düzenli, karasal ordu ihtiyacı gelmekteydi. Mutlak monarşinin, merkezi inşa etme çabasının zorluğu ve maliyetinin yüksekliği, monarşi-aristokrasi-köylüler arasında, değişen koşullara uygun olarak farklı sınıfsal ittifaklarla gerçekleşen savaşlara neden olmuştu. Bundan dolayı Fransa’da, İngiltere’deki monarşi ile aristokrasi arasında görece bir uzlaşıyı gözlemlemek zordur.

Fransız monarşisinin bu politikasının, burjuva sınıfı üzerine etkisi bambaşka olmuştur. Monarşi, burjuvaziyi yanına çekerken hem yerelde iktidarını gölgeleyen aristokrasiye karşı burjuvaziyi tampon sınıf olarak kullanmak, hem de merkezîleşmenin maliyetini bu zenginleşen sınıfın üzerine yansıtmak istemişti. İktisadi hayatı yavaş yavaş ele geçiren burjuvaziyse, monarşinin açtığı kapıdan girerek siyasi iktidarda yer almayı amaçlamıştır.

Bütün bu ilişkiler ağı vücut bulduğunda, uygulama olarak, devlet makamlarının satışı gündeme gelmiştir. Devlet makamlarının satışı sadece eski rejim Fransa’sı değil, modern Fransa’nın çehresini de diğer birçok ülkeden ayıracak farklılaşmaya neden olmuştu. Tocqueville’e göre, devlet makamlarının, memuriyetlerin satışı, “Memuriyetlerin satılır olma sürecini tamamlayan XII. Louis'dir; babadan oğula kalması usulünü satışa çıkaran IV. Henri” (7) zamanına kadar geriye gitmektedir.

Monarşi, memuriyetlerin satışıyla merkezîleşmenin ekonomik kaynaklarını yaratmış, aynı zamanda aristokrasiyle burjuvaziyi karşı karşıya getirerek, kendisini bu sınıfların hakemi olarak tanımlayarak, sınıfsal çatışmalardan uzaklaşmayı hedeflemişti. Bu amaçla aristokrasinin ‘kılıç soyluluğuna’ karşı burjuvaziye memuriyetlerin dışında soyluluk unvanını da satarak onları ‘elbise soyluları’ haline getirmişti.

Burjuvazinin, monarşinin siyasi aygıtına dâhil olmasının üç temel sonucu oldu. Öncelikle burjuvazi devlette yer kapmak için aristokrasiye karşı kıyasıya savaş verdi. Bu iki sınıfın birbirleriyle ve ayrıca kendi içlerindeki kesimlerle sonu gelmez çatışması devrimin arifesinde uzlaşmaz kavgaya dönüştü. Sonrasındaki gelişmeler, özellikle 1793 yılındaki terör uygulamalarıyla bu kavga son noktasına kadar götürülmüştü. Tocqueville bu sınıf kinini “Şu halde soylulaştırma sistemi, orta sınıf mensubunun asilzadeye karşı beslediği kini azaltmak şöyle dursun, tersine olarak ve ölçüsüz bir şekilde büyütüyordu; bu kin, yeni yetme soylunun eski eşitlerinde uyandırdığı olanca hasetle sertleşmekteydi.” (8)

Bu bağlamda Fransız burjuvazisinin, aristokrasiye karşı nefretinin toplumsal nedenleri ortaya çıkmaktadır. Fransız burjuvazisi, aristokrasi sınıfını giyotine sadece Aydınlanma okulunun sadık öğrencisi olduğu için değil, bu uzlaşmaz sınıf çatışması, siyasi aygıtı tekeline alma isteği ve halk sınıflarının onu aşağıdan daha radikal önlemler almaya itmesinden kaynaklanmıştı. Ancak, Marx’ın bu iki eserinde gösterdiği gibi burjuvazi, proletarya bağımsız bir sınıf olarak karşısına çıktığında, ölüm sehpasına yolladığı aristokrasiye yeniden yaşam öpücüğü verecektir.

Diğer bir nokta, monarşinin devlet makamlarını özellikle yasama organlarındaki görevleri satması sonrasında, bu makamları soydan soya geçebilir kılmasıyla, Fransız devletinin hukukunun yamalı bohçaya dönüşmesidir. Monarşinin gücü, aristokrasiyi yürütme erkinden uzaklaştırmaya yetebilmişti, fakat yasama organlarına, özellikle Parlamento’lara aristokrasi ve sonrasında burjuvazi tüm benlikleriyle sarılmıştı. Böylelikle, Fransız monarşisinde Montesquieu’nün idealize edip yücelttiği ‘kuvvetler’ ayrılığı olgusu ortaya çıktı. Albert Soboul’un araştırmasına göre Devrim öncesi yaklaşık 350 ayrı hukuki uygulama yönetmeliği varlığını sürdürmekteydi. (9) Fransız Devrimi sonrası yapılan yasalar, başta Napoléon zamanında yapılan ‘Code de Napoléon’ yasaları bile yürütme ile yasanın çatışmasını önleyememiştir. İngiltere’de görece birlik içinde siyasi iktidarı yöneten sınıflar, yasama ile yürütme arasında böylesi çatışmanın yaşanmasına izin vermemişti.

Marx’a göre geçmişten gelen yasama ile yürütme arasındaki ayrılık, 1848 Devrimi sonrası burjuvazinin hizipleri arasında ve burjuvazinin diğer sınıflarla ilişkisine bağlı olarak katlanılmaz çelişkiler haline gelmişti. Monarşiden miras alınan hukukun parçalanmışlığı, yönetici sınıf uzlaşmaz çatışmaya girdiğinde sistem içi çözümlerin uygulanmasını imkânsız kılarak, Bonaparte’ın darbesinin zeminini yaratmıştı.

Son noktaysa, monarşinin memuriyetleri satılığa çıkararak, burjuvazisinin zenginliklerini yatırımlara, sanayiye, üretime değil devletten mevki satın almaya yönlendirmesidir. İngiltere’de burjuvazi iktisadi olarak zenginleşirken; Fransa’da burjuvazi siyaseten zenginleşmekte, devletten aldığı maaş, ayrıcalıklar, vergi toplama hakkıyla birikim yapmaktaydı. Yine Tocqueville bu olguyu “Burjuvaların bu orunları doldurmadaki coşkusu gerçekten de eşsizdi. İçlerinden biri küçük bir sermaye edindiğini hissettiği anda, bunu ticarette kullanacak yerde, hemen bir orun satın almak için harcıyordu. Bu sefil tutku, Fransa'da tarımın ve ticaretin gelişmesine, lonca ustalarından ve bizatihi biçme vergisinden daha fazla zararlı olmuştur” (10) şekilde dile getirmiştir.

Fransız Devrimi’nin ekonomik gelişmeyi durdurarak, ilerlemeyi engellediği, bundan dolayı Fransa’nın iktisadi anlamda İngiltere’nin gerisinde kaldığını iddia eden revizyonist tarihçilerin aksine, Fransız ekonomisinin geri kalmışlığının nedeni muhafazakâr Tocqueville’in berrak şekilde dile getirdiği olguda gizlidir.

Fransız burjuvazisinin, devletin siyasi erkini kullanarak zenginleşmesi özellikle sanayileşme döneminde onun bütünüyle asalak bir sınıf gibi görünmesine neden olmuştur. Modern burjuva devletinin ve ekonomisinin hâkim olduğu dönemde de burjuvazi, zenginleşmesinin başlıca kaynağı olarak kamu hazinelerini görmeye devam etmekteydi. 1830 Temmuz Devrimi sonrası iktidara gelen Louis-Phippe döneminde devlet borçlarıyla, kamu ihaleleriyle, borsa spekülasyonlarıyla servet biriktiren sınıf hâkimdi.

Marx, Fransız burjuvazisinin asalak karakterinin sicilini çıkarmıştı: “Temmuz Devrimi’nden sonra, liberal bankacı Lafitte suç ortağı Orléans dükünü belediye binasına götürürken şu sözcükleri ağzından kaçırdı: ‘Şimdiden sonra, bankacılar egemen olacak.’ Laffitten devrimin sırrını açığa vurmuş oluyordu. Louis-Philippe zamanında egemen olan Fransız burjuvazisi değil, yalnızca onun bir kesimiydi: bankacıları borsa kralları, demiryolları kralları...mali aristokrasi denen kesim. Bu kesim tahta yerleşmiş, meclise yasalar dikte ediyor, bakanlıklardan tütün bürolarına kadar kamu hizmetlerini ona buna dağıtıyordu.” (11)

Fransız burjuvazisinin siyasetten zenginleşme tutkusu, devletin erkleri arasında çatışma yaşandığında nasıl Bonaparte’ın yanında yer aldığını göstermekteydi. Bonaparte, darbenin hemen öncesinde Yahudi tefeci Fould’u maliye bakanı yaptığında kendi çıkarını borsaya bağladığı gibi borsanın çıkarını da kendi şahsında toplamıştı. The Economist Bonaparte’ı, Avrupa borsasının koruyucusu ilan ettiğinde, burjuvazi için darbenin yanında yer almak artık tarihsel bir görevdi!

Burjuvazinin cumhuriyete ihaneti

Bireyler gibi toplumsal sınıflar da Marx’ın ortaya koyduğu, tarihin yasalarına uygun hareket eder. Fransız burjuvazisi, Restorasyon sonrası ‘geçmişten devrolan koşullar’ içinde konumlanmıştı.

Restorasyon’dan 1830 Temmuz Devrimi’ne kadar, Bourbon hanedanının himayesinde büyük toprak sahipleri egemen sınıftı. Bu anlamda burjuvazinin önemli bir kesimi siyasal iktidardan uzaklaştırılmıştı. Ne var ki, eski Fransa’nın geleneklerine ve dinine saygılı, devrim öncesi krallığın ihtişamlı günlerini özlemle hatırlayan, büyük toprak sahibi sınıf hayatın dayattığı gerçekliğine, sınıfsal çıkarlarına uygun şekilde hareket ederek, ticaretin yasalarına göre davranmaktaydı.

Liberal burjuvazinin ve toprak sahiplerinin belleğinde, Jakobenizmin anıları hâlâ tüm canlılığıyla yaşamaktaydı. Bu kesimlerin, en büyük özlemleri devrimin bu radikal evresine gelmeden devrimi 1791’in ılımlı, liberal, sınıfsal uzlaşmanın sağlandığı noktada sabitlenmesiydi. Bu kesimlerin siyasal dünyasının pantehéonu İngiltere’ydi. 1688 şanlı Devrim’i, kralın, aristokrasinin ve burjuvazinin birlik içinde hareket ettiği ‘kutsal günleri’ örnek alarak, Fransız toprak sahipleri de İngiltere’deki büyük toprak sahibi sınıfı, Tory Partisi’ni örnek almaktaydı. Ticaretle krallığın tacının İngiltere’deki gibi bir çatı altında yaşamasını istemekteydi.

Ne var ki, devrimin ve Napoléon köylülerinin ‘talan ettiği’ topraklarını bir daha kaybetmeme korkusuyla, bencilce ve hırsla sarılarak, İngiltere’deki Tory Partisi’nden farklı olarak, iktidarını ve servetini diğer sınıflarla paylaşmaya yanaşmamıştı. Siyasal iktidarın ve zenginleşme ilişkilerinin dışında tutulan ve baskı altına alınan geniş kitle, özellikle monarşinin topraklarında büyüyen burjuvazi, tepkisini göstererek ayaklandı. 1830 Temmuz Devrimi ile Bourbon hanedanına ve onun temsil ettiği büyük toprak sınıfın egemenliğine son verildi.

Temmuz Devrimi’ni gerçekleştiren halkın karakteri, hareketin yapısı, gerçekleşme ve gelişimi 18. yüzyıl demokratik devrimlerine benzemekteydi. İsçi sınıfı, kendisi için bir sınıf olarak siyaset sahnesine çıkmamıştı. Küçük burjuvaziyle hareket etmekte, onun dünya görüşünü paylaşmakta ve onun gibi Jakobenizm’in destansı hatıralarının etkisini altında ilerlemekteydi. İsçi sınıfı, küçük burjuvazinin cumhuriyetçi fikirleriyle kendisini ifade etmekteydi. İşçi sınıfının ve küçük burjuvazinin programsızlığından dolayı Bourbon hanedanına karşı dağınık muhalefeti, Marx’ın ‘mali aristokrasi’ dediği finans sermayesini kendi çıkarları doğrultusunda kullandı. Orléans hanedanına mensup Louis-Philippe, mali aristokrasinin sınıfsal çıkarlarını 18 yıl boyunca temsil etmişti.

Marx, Temmuz Devrimi sonrası devletin kurumlarına yeniden eklemlenen mali aristokrasinin Fransa’da kurduğu rejimi “Temmuz Monarşisi, Fransız ulusal zenginliğinin sömürülmesi için kurulmuş bir anonim şirketten başka bir şey değildir. Bu şirket hisselerini [...] 240 bin seçmen arasında paylaştırıyordu” (12) ifadeleriyle tanımlamıştı. Mülkiyete dayalı oy sistemiyle devrimi gerçekleştirmiş geniş halk kitlesini siyaset sahnesinden kovan mali aristokrasi, böylelikle toprak sahibi sınıfına göre iktidarın çeperini görece genişletmişti. Fransa’yı bu zaman diliminde bankacılar, borsacılar, bankerler, tefeciler yönetti.

Mali aristokrasi, monarşi dönemindeki gibi kamu hazinesini yeniden zenginleşmesinin başlıca kaynağı haline getirmişti: “Spekülasyonların asıl hedefi ve zenginleşmelerinin başlıca kaynağı, devletin bütçe açığıydı [...] Her yeni borçlanma mali aristokrasiye, yapay olarak iflasın kıyısında tutunabildiğinden en elverişsiz koşullarda bankerlerle anlaşmak zorunda kalan devleti soymak için yeni bir fırsat sağlıyordu. Her yeni borçlanma, hükümetin ve meclis çoğulunun sırrını çok iyi bildikleri borsa oyunları ile parasını devlet tahvillerine yatıran halkı soymak için yeni fırsat daha sağlıyordu.” (13) Monarşi, zamanında devletin ‘çıkarları’ doğrultusunda devletin verdiği erki kullanarak hırsızlık yaparken, şimdi devletin bizzat hırsızlığının mekânı olmuştu. Dün devletin bir aygıtıydı, bugünse devlet onun yatak odasıydı.

24 Şubat 1848 tarihinde halk sınıfları, bu anonim şirketini feshetmişti. Louis-Philippe, büyük halk hareketi karşısında tahtını bırakmak zorunda kalmış ve burjuvazinin diğer kesimlerinin de katılmasıyla mali aristokrasiye karşı mücadele başlamıştı. Paris’te başlayan devrim dalga   dalga kıta Avrupa’sına yayılarak Polonya’nın topraklarına kadar etkisini göstermişti. 1848 Devrimi’nden bir yıl sonra demokratik ve anayasal istekler karşısında çaresiz kalan kralların, prenslerin parlamentoyu toplamaktan başka seçenekleri kalmamıştı. Ne var ki devrimin dalgaları hızla yayıldığı gibi aynı hızla geri çekilmişti. Birkaç merkez dışında eski rejimler yeniden tesis edilmiş, devrimin kazanımları hızlıca törpülenmeye başlamıştı. Devrimin ilk ateşinin bütün kıtayı tutuşturması sonucu bir an 1789’un, 1793’ün anıları canlanmıştı. Marx, Şubat Devrimi’ni “Şubat Devrimi, eski toplumun baskını, bir sürpriziydi ve halk, bu beklenmedik ani saldırıyı, yeni çağı başlatan, dünya tarihi açsından önemli bir eylem ilan etti” (14) şeklinde değerlendirir.

Şüphesiz ‘Komünist Manifesto’nun beklediği Şubat Devrimi değildi. Bundan dolayı Marx, devrimin geri çekilişi karşısında “yenik düşen devrim değildi. Yenilgiye uğrayan, devrim öncesi geleneksel uzantılar, keskin, uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları noktasına gelmemiş olan toplumsal ilişkiler” (15) değerlendirmesinde bulunur. Bu anlamda Şubat Devrimi, işçi sınıfının başta küçük burjuvazi olmak üzere diğer sınıflarla birlikte hareket ettiği son ayaklanmaydı. İşçi sınıfı yine küçük burjuvazinin cumhuriyetçi ideolojisini takip etse de, bu kez bu devrime kendinden bir renk vermek istemişti. Burjuvazinin cumhuriyetinin üzerine, kendi adını, ‘sosyal cumhuriyeti’ yazarak, Temmuz Devrimi sınırları içinde kalacak hareketi daha ileri itmişti. Şubatın ilk günlerinde genel oy hakkının ilan edilmesiyle, büyük köylü, işçi ve küçük burjuvazi sınıfları kitlesel olarak siyaset sahnesine çıkmıştı.

Louis-Philippe döneminde, mali aristokrasinin egemenliğinde resmi muhalefet sanayi burjuvazisinin etrafında örgütlenmişti. 1845-1846 yılları arasında tarımda alınan ürünlerdeki düşüş ve kıtlık savaşı, 1847’de İngiltere’deki sanayi ve ticari krizler hızlı şekilde Fransa’yı etkisi altına almıştı. Dış pazar için üretim yapan büyük ölçekli fabrikaların krizden dolayı iç pazara yönelmesi sonucu küçük imalatçılar, bakkal ve butikler yıkıma sürüklendi. Şubat Devrimi’ndeki kitlesel eylemlerin arkasında çıkarlarını tehlikede gören sanayi burjuvazisi ve küçük esnaflar okyanusu vardı.

Bu bağlamda Fransa’da kapitalizmin ve sanayi burjuvazisinin niteliğini tartışmak önemlidir. İngiltere’den sonra Avrupa’nın en gelişmiş kapitalizminin Fransa’da bulunmasıyla birlikte Marx, sanayinin Fransa’da sahip olduğu ağırlığı irdeler: “İngiltere’de ağır basan sanayidir, Fransa’da ise tarımdır. İngiltere’de sanayinin serbest ticarete gereksinimi vardır, Fransa’da ise gümrük himayesine [...] Fransız sanayisi, üretime egemen değildi, Fransız sanayicileri de Fransız burjuvazisine egemen değildir.”(16) Marx devamında şu yalın gerçeğin altını çizer; “Şubat Devrimi, doğrudan mali aristokrasiyi hedef almadı mı? Bu olgu, Fransa’da egemen olanın sanayi burjuvazisi olmadığını kanıtladı,” (17)

Marx, Fransa’da sanayinin gelişim derecesini incelerken, olgusal verileri bir üst katmanda soyutlayarak maddeci tarih görüşünün en önemli pasajını kaleme almıştır: “Sanayi burjuvazisinin egemenliği, feodal toplumun maddi köklerini söküp atabilir, proletarya devrimi için engelleri kaldırır.” (18) Fransa’da ikincil sömürünün yani mali aristokrasinin egemenliği, arkaik ilişkilerinden güç almaktayken aynı zamanda proletaryanın sınıfsal gelişimini de engellemekteydi. “Sanayi proletaryasının gelişimi genelde, sanayi burjuvazisinin gelişimi tarafından koşullandırılır. Ve ancak sanayi burjuvazisinin egemenliği altındadır ki, sanayi proletaryasının varlığı, kendi devrimini ulusal devrim katına yükseltmesine olanak verecek kadar ulusal genişlik kazanır, ancak o zaman sanayi proletaryası aynı ölçüde devrimci kurtuluşunun araçları haline gelecek olan modern üretim araçlarını yaratır.”(19) Fransız sanayiinin coğrafi dağınıklığı ve niteliksel gelişiminin zayıflığından dolayı proletarya kendisini köylü ve küçük esnaf okyanusunda kaybolmuş hissetmekteydi. Sistemin genel oy hakkıyla, başta köylüler olmak üzere mülk sahibi olan herkesi içine almasıyla Şubat Devrimi sonrası kurulan Geçici Hükümet içinde işçi sınıfı adım adım kenara doğru itilerek sosyal cumhuriyet hayalinden uzaklaştırılmak istenmişti.

Buna karşı Haziran 1848’de proletarya, ilk kez doğrudan kendi çıkarları için ayaklandığında karşısında tüm Fransa’yı bulmuştu. Modern toplumu derinden ikiye bölen, emek ile sermayenin ilk kavgasında proletaryanın Paris’in sokaklarını şiddetle sarsması gibi yenilgisi de aynı ölçüde şiddetli oldu. Uzun bir zaman dilimi boyunca toparlanamayacak bir yenilgi yaşasa da Marx “cumhuriyeti gizleyen perde yırtılmıştı [...] Fransız burjuvazisinin 1789’dan bu yana devrimlerden hiçbiri düzene karşı suikast olmadı[...]burjuva düzeni olduğu gibi kalıyordu[...] Haziran bu düzene darbe indirdi” (20) şeklinde değerlendirmede bulunur. Marx her şeye rağmen bu yeni durumun altını çizerek yenilgiyle proletaryanın yeni bir siyasal düzleme geçtiğini dile getirmişti: “Şubattan önce devrim, devlet biçiminin yıkılmasıyken, Haziran’dan sonra burjuva toplumunun yıkılması anlamına geliyordu.” (21)

Burjuva toplumunun direği küçük burjuvazi, proletarya toplumun temellerine saldırdığında büyük burjuvazinin yanında yer almıştı. Şubat Devrimi öncesi ekonomik krizi ve sonrasında devrim nedeniyle iflasın eşiğine gelen küçük esnaf, müşterilerine, alacaklılarına karşı borçlularıyla hareket etmişti. Haziran sonrası küçük esnaf dükkânının kapısında büyük burjuvazinin senetleri, ipotekleriyle karşılaştı. Borçların içinde, iflasın kıyısında ayakta kalmaya çalışan bu sınıf tam bir yıl sonra Haziran 1849’da ayaklandı. Ne var ki esnaf, büyük burjuvaziye karşı işçi sınıfına dayanarak direnebilirdi ve o kendi elleriyle dayandığı duvarı yıkmıştı. Sokakta esnafın yenilgisini, parlamentodaki siyasi temsilcisi Montagne’in tasfiyesi izledi. Böylece Fransa siyaset sahnesinde burjuva cumhuriyetçi fikirler yok olmaya başladı.

Burada en önemli nokta cumhuriyetçi küçük burjuvazinin tasfiyesinden sonra, büyük burjuvazinin bir blok olarak egemen hale gelmesiydi. Bu sınıfın en belirgin özelliği ise, kralcı olmaları, cumhuriyete karşı düşmanlıklarıydı. Daha Haziran 1848 ayaklanma sırasında kralcı büyük burjuvazinin iki hizbi Düzen Partisi çatısı altında toplanmıştı. Bourbon hanedanını destekleyen büyük toprak sahipleriyle, Orléans hanedanını destekleyen mali aristokrasisi yanında sanayi burjuvazisini de dahil etmişti. Proletaryanın ayaklanması karşısında, sanayi kesimi tüm mülkiyetini kaybetmektense mali aristokrasinin kazancını kemirmesine razı geldi.

Rekabet halindeki iki hanedanı temsil eden burjuvazinin iki kesimi cumhuriyet içinde birbirlerini sabitlemişlerdi ve farklı mülkiyet biçimlerini temsil eden bu iki kesim yalnızca cumhuriyet içinde bir arada kalabileceklerini anlamıştı. Marx “asıl işlerini Düzen Partisi olarak, yani siyasal değil toplumsal isim altında [...]yürütüyorlardı. Düzen Partisi olarak, toplumun diğer sınıfları üzerinde, Restorasyon ya da Temmuz Monarşisi dönemlerine göre çok daha sınırsız ve katı bir egemenliğe sahip oldular; böylesi bir egemenlik zaten yalnızca parlamenter cumhuriyet biçimi altında kurulabilirdi. Çünkü Fransız burjuvazisi iki büyük bölümü, ancak bu biçim altında birleşebilir, sınıflarının ayrıcalıklı kesiminin rejimi yerine, kendi sınıflarının egemenliğini ancak bu biçim altında gündeme sokabilirlerdi”(22) şeklinde değerlendirir.

Bonaparte’ın darbesinin hemen öncesine kadar süren bu ittifak, yürütmeyle yasama arasında yaşanan siyasal kriz, büyük burjuvazinin iktisadi hayatına yansımaya başlayınca Düzen Partisi, temsil ettiği sınıf tarafından terk edilmeye başlandı. Ekonominin soğuk gerçekliğiyle büyük burjuvazi, melankolik özlemle andıkları hanedanlarının elinden tacı alan Napoléon’un yeğeninin omzuna imparatorluk pelerinini bizzat kendisini giydirecekti. Bonaparte tefeci Fould’u maliye bakanı yaptığında mali aristokrasiyi, çalışma koşullarını işçi sınıfı aleyhine düzenlediği ve koruyucu gümrükleri yükselttiği zaman sanayicileri, bürokrasideki maaşlara zam yapıp yeni memuriyetler icat ettiğinde burjuvazinin en kalabalık kesimini yanına çekmişti.

Haziran 1848’den itibaren ülkeyi kılıcın gölgesinde, sıkıyönetimle yöneten büyük burjuvazi, sıkıyönetimin başına tacını koyan Bonaparte’ın rejiminin taşlarını kendisi döşemişti.

Marx ve köylü sorunu

“Devlet iktidarı havada asılı durmaz” (23)

Marx

Büyük burjuvazi, Bonaparte’ın darbesini kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda desteklemiş ya da desteklemek zorunda kalmıştı. Bonaparte, sermayeyi karşısına alarak değil, yanına çekerek imparatorluğunu ilan etmişti.

Bununla birlikte, Bonaparte’ın doğrudan dayandığı bir sınıf vardı, Fransa’nın en kalabalık sınıfı olan küçük köylüler. Marx ‘18 Bumaire’ kitabının son kısmında bu durumu ayrıntılı şekilde incelemişti. Marx’ın bu eserde köylülüğü betimlemek için kullandığı ifadeleri daha sonra liberal tarihçiler, Marx’ı ‘halk düşmanı’ ilan etmek için kullanmıştı: “Fransız ulusunun büyük kitlesi işte böyle, aynı adlı büyüklüklerin basitçe birbirlerine eklenmesiyle, bir çuval patatesin bir patates çuvalı oluşturmasına benzer şekilde oluşturur.”(24) Marx, köylüleri bir çuval patatese benzetirken neyi amaçlamıştı? Bunun anlaşılması için, burjuvaziyi ele aldığımız biçimde, köylülüğün tarihsel gelişiminin de 1789’un hemen öncesinden itibaren incelenmesi gerekmektedir.

Köylülüğün kaderini de belirleyen monarşinin merkezîleşme süreciydi. Yerelde aristokrasinin gücünü kırabilmek için monarşi, aristokrasinin Versaille Sarayı’nda dizinin dibinde oturmasını sağlayarak onu topraklarından fiilen koparmıştı. Böylelikle aristokrasinin, köylülerle arasına girmesini engellemiş ve kendi himayesinde köylülerin toprak sahibi olmasına de facto (fiilen) olarak izin vermişti. 1789’da devrim patlak verdiğinde, devlet otoritesi çözülünce köylüler fiili durumu hukuka bağlayarak topraklarının mülkiyetini elde etmek için 4 Ağustos 1789’da ayaklandı. Tarihe La Grande Peur (Büyük Korku) olarak geçen bu olayla, köylüler aristokrasinin şatolarını yağmaladı ve monarşiyle uzlaşma yolu arayan ılımlı liberal burjuvaziye feodalizmin kaldırılmasını dayatmışlardı. Jakobenlerin iktidarında da küçük köylüler, devrimin aristokrasiye karşı sınır kuvveti olmuşlardı. “Köylü sınıfı, henüz yeni devrilmiş olan toprak aristokrasisine yönelik, her yerde mevcut olan protestoydu. Küçük tarla mülkiyetinin Fransız mülkiyetine saldığı kökler, feodalizmi tüm besin kaynaklarından yoksun bırakıyordu. Onun sınır direklerini, burjuvazi için, eski efendilerinin her türlü saldırısına karşı doğal bir savunma sistemi oluşturuyordu.” (25)

Jakobenlerin iktidarı sırasında içeride ve dışarıda karşı devrimci kuvvetlere karşı devrimi ayakta tutabilmek için, monarşinin merkezîleşme politikası devam ettirildi. Devlet mekanizmasını halka dayandırarak çok daha yetkin ve güçlü kılan Jakobenler de monarşi gibi köylülerin omuzları üzerinde sistemi inşa etmişti. Küçük köylü mülkiyetini sağlamlaştırarak yereldeki ve bölgesel tüm feodal yapılara karşı mücadele verilmişti. Napoléon kendisini imparator ilan edip 1805 yılında ‘Code de Napoléon’ yasalarını hayata geçirdiğinde yine köylülere dayanarak, onların mülkiyet hakkını geri döndürülemez biçimde hukuka bağlamıştı. Napoléon’un köylü politikası sadece kendi iktidarının anahtarını vermiyor, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi için de zorunluluk olarak ortaya çıkıyordu. “Napoléon döneminde, kırsal arazilerinin parsellere ayrılması, serbest rekabeti ve kentlerde yeni ortaya çıkmaya başlayan büyük sanayiyi tamamlıyordu.” (26)

Restorasyon’dan 1848 Devrimi’ne kadar kralcı hanedanlar köylüleri, tam da devrimin temel direği olduğu için baskılayarak onları siyaset sahnesinin dışına itmişlerdi. Şubat Devrimi ile genel oy hakkının yeniden verilmesiyle Fransa’nın en kalabalık sınıfı, kralcı burjuvaziden intikamını almak için Aralık 1848 seçimlerinde ‘artık vergi yok, yaşasın Napoléon’ sloganlarıyla, Bonaparte’ı cumhurbaşkanı ilan etmişti. İşçi sınıfı, küçük burjuvazi gibi köylülerin zihinleri de Büyük Fransız Devrimi’nin destansı anılarıyla coşku içindeydi. Hatta Bonaparte’ın yanında Konvansiyon’u da isteyen köylüler dilekçeler yazmaktaydı.

1848 Devrimi sonrası önce Geçici Hükümet ve sonrasındaki Kurucu Meclis devrimin faturasını köylülere kesmiş, onlara eski Fransız vergilerini, en katlanılmaz olanı şarap ve tuz vergilerini yeniden önlerine koyduğu gibi, ek vergiler de dayatmıştı. Bundan dolayı köylüler, maceracı ve zevk düşkünü, niteliksiz Bonaparte’a sıkıca sarılmışlar ve ona baktıklarında amcasının şanslı ve güçlü yüzünü görmektedirler. Marx bu yanılsamayı “tarihsel gelenek, Fransız köylülerinde, Napoléon adlı bir adamın onlara tüm görkemi yeniden getirebileceği yönündeki mucize inancını ortaya çıkardı...Yeğenin sabit fikri, Fransızları en kalabalık sınıfının sabit fikriyle örtüşmesi sayesinde hayata geçer”(27) diye çarpıcı biçimde tahlil eder. Bonaparte’ın imparatorluk özlemi, köylülerin küçük mülkiyetlerine sahip olma özlemiyle canlı kalmaktaydı. “10 Aralık 1848’deki seçim, ancak 2 Aralık 1851 coup d’état’siyla hayata geçirildi”(28)değerlendirmesiyle Marx, köylülerin genel seçimle darbenin büyük toplumsal zemini hazırladığının altını çizer.

Kapitalizmin egemen toplumsal ilişki haline geldiği, işçi sınıfının modern toplumun temel sınıfı olduğu 19. yüzyılın ikinci yarısında köylülerin ve onların sahip olduğu küçük tarlaların trajik sonunu Marx berrak biçimde ortaya koyar: “Birinci devrimin yarı serf köylüleri özgür toprak sahibi köylülere dönüştürmesinin ardından Napoléon, yeni ellerine düşmüş olan Fransız topraklarını rahatsız edilmeden kullanmalarının ve henüz yeni olan mülkiyet arzularını tatmin etmelerinin koşullarını sağlamlaştırmış ve düzenlemişti. Ama şimdi, Fransız köylüsü, tam da tarlası nedeniyle, arazinin bölünmesi nedeniyle, Fransa’da Napoléon’un yerleşiklik kazandırdığı mülkiyet biçimi nedeniyle batıyor. Ne de olsa, Fransız feodal köylülerini küçük tarla sahibi köylüler ve Napoléon’u imparator yapan, maddi koşullardı.... On dokuzuncu yüzyılın başında Fransız kır nüfusunun özgürleşmesinin ve zenginleşmesinin koşulu olan ‘Napoléon’a özgü’ mülkiyet biçimi, bu yüzyılın akışı içinde onların köleliğinin ve kitlesel yoksulluğunun yasasına dönüştü.”(29) Kapitalizmin ilerlemesiyle sistemin çarkları içinde köylüler ufalanmaya başlamıştı. Napoléon, köylülere mülkiyetini verdiği tapu senetleriyle gitmişti, Bonaparte ise şimdi onlara ipotek borçlarını veren icra memurlarıyla seslenmekteydi. Her ne kadar bazı köylüler ayaklansalar da Bonaparte asker ve din adamalarıyla onları baskılamayı başarmıştı, zaten Napoléon isminin büyüsü kendi sınıf çıkarlarını görmesini engellemekteydi.

Marx bu eserinde Marksizm’in en önemli kavramlarından birini daha ortaya koyar: ‘Kendisi için sınıf’ ve ‘kendiliğinden sınıf.’ Marx, Fransız köylüsünü ‘bir çuval patates’ imgesiyle tanımlarken küçük köylünün sosyolojik özgünlüğünü belirtmek istemişti. “Küçük tarla sahibi köylüler, üyeleri aynı durumda yaşayan, ama kendi aralarında çok yönlü ilişkiye girmeyen devasa bir kitle oluşturur. Üretim biçimleri, onları karşılıklı ilişkilere sokmak yerine birbirlerinden yalıtır. Fransız iletişim araçlarının zayıflığı ve köylülerin yoksulluğu bu yalıtılmışlığı arttırır. Üretim alanı olan tarla (parzelle), işlenmesi sırasında, işbölümüne, bilimin kullanılmasına izin vermez, dolasıyla da gelişmenin çok yönlüleşmesine, yeteneklerin farklılaşmasına, toplumsal ilişkilerin zenginleşmesine fırsat tanımaz....Milyonlarca ailenin, onların yaşam biçimleri, çıkarları ve eğitimleri açısından diğer sınıflardan ayıran ve bu sınıflarla düşmanca karşı karşıya gelmesine yol açan iktisadi varlık altında yaşaması ölçüsünde, bir sınıf oluştururlar. Küçük tarla sahibi köylüler arasında yalnızca yerel bağlantıların bulunması, çıkarlarının aynılığı aralarında hiçbir birliktelik, hiçbir ulusal bağ, hiçbir ulusal örgütlenme yaratamaması ölçüsünde, bir sınıf oluşturmazlar. Dolasıyla sınıf çıkarlarını, ister parlamentoyla ister kongreyle olsun, kendi adlarına göre öne çıkarma yeteneğine sahip değillerdir. Kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar. Temsilcileri aynı zamanda onların efendisi, onların üzerindeki otorite, onları diğer sınıflardan koruyan... sınırsız bir iktidar gücü olarak görünmek zorundadır. Dolasıyla küçük tarla sahibi köylülerin siyasi etkisi, nihai ifadesini, yürütme gücünün toplumu kendisine bağlamlı kılmasında bulur.”(30)

Şüphesiz Fransız Devrimi’nin, İngiliz Devrimi’nden daha radikal bir karaktere sahip olmasında ve yine İngiltere’dekine göre eski rejime karşı çok daha sert politikaların uygulanmasında, küçük toprak sahibi köylüler en önemli rolü oynamıştı. Ancak burjuva toplumu kurulmasından sonra, modern toplumun burjuvazi ve proletarya gibi kendisi için sınıflar karşısında hareketsiz bir kitleyi temsil etmenin ötesine geçememekteydi. Marx, işçi sınıfının köylüleri yanına çekemeden başarılı olmayacağını düşünüyordu, bundan dolayı köylülerin varlığını hedef alan her politikaya karşı durmuştu. Marx’ın ölümünden sonra Engels, Almanya’da seçimlerde büyük başarı kazanan işçi partisinin köylülerle ittifak yapmasını çok önemsiyordu. Yıllar sonra Lenin de Ekim Devrimi’nin arifesinde işçi sınıfının iktidarı için köylü sorununu hayati konu olarak ele almıştı. Ne var ki köylüler Marx’ın düşündüğünden daha dayanıklı çıkarak topraklarına tutunup, kapitalizmin mülksüzleştirmesine karşı direnmişti. Karşı durduğu ölçüde proletaryanın önüne set çektiği gibi Bonapartist rejimlerin de kendisini yeniden var edeceği koşulları sağladı. Aynı şekilde Rusya’da da köylüler devrimin duracağı noktayı işçilere göstermişti. Modern toplumun ortasında köylüler geçmişe ait mitolojik imgesiyle, işçi sınıfının önünde durmaktaydı.

 

Marksizm ve devlet sorunu

Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in sonrasında Mao’nun, kendi özgün tarihsel koşullarında yeniden köylü sorununu ele almalarında, köylülerin işçilerle birlikte nasıl hareket edebileceğinin dışında, merkezîleşme ve bürokrasi sorunu da gündemdeydi. Merkezileşmiş monarşilerin temeli geniş köylü kitlesine dayanmaktaydı ve bürokrasi bu sınıfın vergilendirilmesiyle ayakta duruyordu. Köylülerin, işçi sınıfıyla ittifak yapması ya da çözülerek topraklarını kaybetmesi, kaçınılmaz olarak devrimci kriz dönemlerinde eski devletin yapısıyla ilgili sorunları dayatıyordu. Tarihteki her modern devrim, içeride ve dışarıda kendisini boğmak isteyen karşı devrimi püskürtmek için, devraldığı merkezîleşmeyi daha da güçlü ve yetkin yapmak zorunda kalmıştı. Bu bağlamda Marx’ın bürokrasiyi nasıl ele aldığı çok önemlidir.

Fransız monarşisi, bürokrasisini aristokratlar ve soyluluk unvanı verdiği burjuvazi sınıfından yaratmıştı. Bürokrasinin yürütme erki ağırlıklı şekilde burjuva sınıfının kontrolündeydi. Devrimin öncesinde görev yapan Turgot, Necker gibi liberalizmi benimsemiş, reform projeleri uygulayan monarşinin bakanları doğrudan yönettikleri bürokrasiyi, burjuva toplumunun kurulmasının bir aracı olarak kullanmıştı. Marx da bürokrasinin bu tarihsel gelişimini “bürokrasi, mutlak monarşi döneminde, ilk devrim sırasında, Napoléon döneminde, yalnızca burjuvazinin sınıfsal egemenliğini hazırlamanın aracıydı. Restorasyon döneminde, Louis-Philippe döneminde, parlamenter cumhuriyet döneminde, kendi iktidarı için ne kadar çaba harcamış olsa da, egemen sınıfın aletiydi”(31) olarak ele alır. Bu noktadan hareketle farklı sınıfların güç ilişkilerinin kesişim noktasında bürokrasinin karakteri ortaya çıkmaktadır.

Bonapartizmi, devletin sınıflardan bağımsızlaşması olarak gören yaklaşıma göre, bürokrasi de nesnel, tarafsız, bütün sınıflara eşit mesafede ve kamu hizmeti görmektedir. Fransa’da bürokrasinin gelişiminin genel hatlarına bakmak bile, uzun bir devlet teorisi tartışmasını gereksiz kılmaktadır. Monarşi zamanından bu yana siyasetten zenginleşen burjuvazi, tıpkı burjuvazinin rekabet halinde olan diğer kesimleri gibi, kendi çıkarını korumak ister. Devlet erkini kullanarak çıkarını korumak ise, toplumsal egemenliğini sürdüren burjuvazinin egemen sınıf olarak hegemonya kurmasını sağlar. Marx “yarım milyondan fazla bireyden oluşan bir memurlar ordusunu yönettiği, yani devasa bir çıkarlar ve geçimler yığınını sürekli olarak en mutlak bağımlılık içinde tuttuğu...burjuva toplumunu kıskaca aldığı, kontrol ettiği, düzenlediği, gözetim altında ve vesayet altında tuttuğu; bu asalak gövdenin en olağanüstü merkezîleşme aracılığıyla... her yerde olma, her şeyi bilme, hızlı hareket etme ve esneklik gösterme kapasitesi kazandığı bir ülkede”(32) diyerek bürokrasinin toplumsal işlevinin altını çizer. Bonapartist rejimlerde, bürokrasi burjuvaziyi ‘ıslah’ ediyor gibi görünürken aslında yine burjuvazinin egemenliğini tesis eder: “Fransız burjuvazisinin maddi çıkarı, tam da bu geniş ve çok kollu devlet mekanizmasının korunmasına en sıkı şekilde bağımlıdır. Kendi fazla nüfusunu buraya yerleştirir ve kâr, faiz, kira ve serbest meslek ücreti biçimlerinde cebine indiremediklerini devlet maaşları biçiminde tamamlar.”(33)

Yaklaşık 1,5 milyon insanın yerleşik çıkarını temsil eden bürokrasinin, Bonaparte’ın imparatorluk rejimini tesis etmesindeki hayati önemi göz ardı etmemek gerekir. Büyük burjuvazi, toplumsal egemenliğini parlamenter araçlarla sürdüremeyeceğini gördüğü zaman, siyasal egemenliğini Bonaparte’ın şahsında bürokrasiye devretmiştir. Kuşkusuz ordu, siyasal egemenliğin devam ettirilmesinde sivil bürokrasiye göre çok daha önem kazanır. Fransa siyasetinde ordu her zaman belirleyici bir kuvvet olmuştu. Fransa’nın şanlı devrimleri gibi karşı devrimlerine de generaller damgasını vurmuştu. Özellikle Haziran 1848 Devrimi’nin bastırılmasında öne çıkan, ‘Cezayir fatihi’ general Cavaingac cumhuriyetçi burjuvazinin vücut bulmuş kişisiydi. Düzen Partisi’nin kralcı burjuvaları general Changinier’in arkasında mevzilenmişti. Partiler generalleriyle anılmakta, ordunun kimin kontrolüne geçeceği kavgası yürütme ile yasamanın ölüm kalım savaşına dönüşmekteydi. 1848 anayasasını sıkıyönetim altında yapan Fransa’da artık anayasa süngünün ucuna takıldığında sıkıyönetimle ortadan kaldırıldı. Bonaparte kendisine yakın askerleri, anayasaya aykırı olarak ‘çok yaşa imparator’ sloganlarıyla yürüttüğünde, anayasaya kendisini dünyaya getirenin askerin kılıcı olduğunu tüm Fransa’ya bir kez daha hatırlatmıştı.

Merkezîleşme ve bürokrasi konusunda son olarak, Marx’ın bu iki eserde değinip fakat ayrıntılı olarak incelemediği bir konuyu hatırlatmak faydalı olabilir. Marx, merkezîleşmeyle bürokrasiyi birbirinden ayırarak ele almıştır. Tocqueville, asalak bürokrasiyi eleştirirken her liberal gibi eleştirisini merkezîleşme karşıtlığıyla tamamlamıştır. Marx ise “...küçük tarla mülkiyetinin giderek daha fazla sarsılmasıyla, onun üzerine kurulan devlet yapısı çöker. Modern toplumun gereksinim duyduğu devlet merkezîleşmesi, yalnızca feodalizme karşı biçimlendirilmiş olan askeri-bürokratik yönetim mekanizmasının yıkıntıları üzerinde yükselir... Devlet mekanizmasının parçalanması merkezîleşmeye zarar vermeyecektir. Bürokrasi yalnızca, karşıtı olan feodalizme bağımlılığını koruyan, düşük düzeyli ve kaba bir merkezîleşme biçimidir” der.(34) Marx, modern burjuva devletinde varlığını sürdüren bürokrasinin, arkaik özelliğine dikkat çekerken, proletarya diktatörlüğünde var olan bürokrasi parçalanırken merkezîleşmenin hangi araçlarla ve nasıl sağlanabileceği sorusunu ele almamıştır. Daha sonra Lenin ve Mao kendi devrimci pratiklerinden yola çıkarak merkezîleşme-bürokratikleşme sorununu, köylü sorunu bağlamında çözmeye çalışmışlardı.

 

Sütunları yıkan tarihsel öngörü

Bonaparte, hükümet darbesini gerçekleştirdiğinde birçok düşünür, siyasetçi beklenmedik bu olay karşısında ‘bulutsuz bir havada düşen yıldırım’ görmüş gibi şaşkınlık içinde kalmışlardı. Marx ise darbenin hemen ardından kaleme aldığı ’18 Brumaire’ kitabıyla, Bonaparte’ın darbesinin kaçınılmaz tarihsel ve sınıfsal nedenlerini ortaya koymuştu. Yaşanan güncel olaylardan yola çıkarak olağanüstü teorilerin dile getirildiği bu eser, bu anlamda sıra dışıdır. Tarihsel maddeci görüşün bu kitapta olgularla sınanmasının dışında, Marx’ın yönteminin siyasetin puslu havasında nasıl berrak bir bakış açısı sağladığını göstermiştir.

Marx “ama imparator pelerini sonunda Louis Bonaparte’in omuzlarına düştüğünde, Napoléon Vendôme Sütunu’nun tepesindeki tunçtan heykeli devrilecek”(35) sözleriyle kitabını bitirirken iki önemli öngörüde bulunmuştur. Kitap yazıldıktan bir yıl sonra Bonaparte imparatorluğunu ilan etmişti, Marx önceden bunu tahmin etmişti ama daha çarpıcı olanı; Napoléon ‘Büyük Ordu’nun 1805’teki zaferinin anısına 1806 ile 1810arasında Paris’teki Vendôme Meydanı’na yaptırdığı görkemli heykelini, kendisini III. Napoléon ilan eden Bonaparte 1863’te, amcasının şapkalı ve asker kıyafetli bu heykelini kaldırtarak, yerine imparatorluk takılarıyla süslenmiş yeni heykelini diktirmişti. Ne var ki bu heykel, 16 Mayıs 1871 tarihinde, Paris Komünü’nün 12 Nisan tarihli kararnamesiyle “bir barbarlık anıtı, kaba güç ve yanlış şan simgesi, galip gelenin yenilenlere yönelik sürekli bir aşağılaması” olduğu gerekçesiyle ressam Courbet’in önderliğinde yıkılır. Marx’ın kehaneti bir ressamın elinde gerçekleşmiş olur.

 

Son Notlar

(1) Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, sy 15

(2) Marx, 18 Brumaire, sy 17

(3) Marx, 18 Brumaire, sy 12

(4) Marx, 18 Brumaire, sy 15

(5) Marx, 18 Brumaire, sy 10

(6) Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları, sy 8

(7) Tocqueville, Eski Rejim ve Devrim, sy 179

(8) Tocqueville, sy 160

(9) Albert Soboul, La Révolution Françise, sy 137

(10) Tocqueville, sy 163

(11) Marx, Sınıf Savaşı, sy 31

(12) Marx, Sınıf Savaşları, sy 34

(13) Marx, Sınıf Savaşları, sy 32-33

(14) Marx, 18 Brumaire, sy 18

(15) Marx, Sınıf Savaşları, sy 30

(16) Marx, Sınıf Savaşları, sy 110

(17) Marx, Sınıf Savaşları, sy 40

(18) Marx, Sınıf Savaşları, sy 40

(19) Marx, Sınıf Savaşları, sy 40

(20) Marx, Sınıf Savaşları, sy 55

(21) Marx, Sınıf Savaşları, sy 57

(22) Marx, 18 Brumaire, sy 47

(23) Marx, 18 Brumaire, sy 117

(24) Marx, 18 Brumaire, sy 118

(25) Marx, 18 Brumaire, sy 121

(26) Marx, 18 Brumaire, sy 121

(27) Marx, 18 Brumaire, sy 119

(28) Marx, 18 Brumaire, sy 118

(29) Marx, 18 Brumaire, sy 120-121

(30) Marx, 18 Brumaire, sy 118

(31) Marx, 18 Brumaire, sy 117

(32) Marx, 18 Brumaire, sy 60

(33) Marx, 18 Brumaire, sy 61

(34) Marx, 18 Brumaire, sy 124

(35) Marx, 18 Brumaire, sy 128

Kaynakça

Karl Marx, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire, Yordam Yayınları, çev. Erkin Özalp, 2016.

Karl Marx, Fransa'da Sınıf Savaşları, Sol Yayınları, çev. Sevim Belli, 2012.

Alexis de Tocqueville, Eski Rejim ve Devrim, İmge Kitabevi, çev. Turhan Ilgaz, 2013.

Albert Soboul, La Revoltion Française, Galimard, 1994.

 

Tarih