Yaşlanma üzerine düşünceler

"Güller bırakırım geçerken zaman, yaşlanırım” diyen adını unuttuğum ozanın değindiği gibi, aslında bizler de yaşlanmaktaydık-yaş alıyorduk. (Bilim ve Ütopya Dergisinin Temmuz 2013 sayısındaki “Yüksek Öğretmen Okulları Gerçeği 50 Yıl Sonra Yeniden Buluşma” başlıklı yazımı okuyabilirsiniz.) Tatlı anılar, yetiştirdiğimiz öğrenciler, evlatlarımız ve torunlarımız… Bizim geçen zaman sürecinde bıraktığımız güller de işte bunlar olsa gerek. Zaman her nesneyi acımasızca örseliyor ve eskitiyordu. ‘Her şey zamanla değişir’ kuralı hem canlı ve hem de cansız sistemler için geçerlidir. Eskişehir’deki toplantıya katılan dönem arkadaşlarımızın zihinsel olarak kapasiteleri pek değişmemişti. Ancak bedensel olarak değiştiğimiz kesindi.

2000’li yıllarda Türkiyemizde ortalama ömür uzunluğu giderek artmış, 70 ve 73’lere kadar uzamış. Daha kalkınmış ülkelerde bu değerler 80-85’lere ulaşmış durumda. Onlar insanoğluna genetik ve evrimsel olarak biçilmiş olan ömür uzunluğuna daha çok yaklaşmışlar. Yaşam standartlarımız ve çevresel etmenler (sağlık hizmetleri, fert başına milli gelir, eğitim, eğlence, mutluluk ve benzerleri) eğer kısıtlayıcı rol oynamazsa ömür uzunluğu ortalamamızın uzaması beklenmelidir.

Kimi kişiler kendileri için göçme zamanının geldiğini söylerken, kimileri kalıp yaşamlarını değerlendirmeyi isterler. Yaşamak ve ölmek için zamanlar ayrı olabilir ama, bazen zamanı bitmiş kimi kişilerin ölüme hazır olmadıkları da bir gerçektir.

Son yıllarda bilimin hızla ilerlemesi sonucu, özellikle genetik ve moleküler biyolojinin yeni bulguları ile yaşlanma biyolojisi (gerontoloji) konularında önemli bulgular elde edilmiştir. İnsan ve daha aşağı evrimli canlıların ömründen sorumlu birbirine çok benzer “özel yaşlanma genleri”nin şimdilik 75 adedi saptanmıştır. Bu genler kurtçuklardan böceklere, farelerden insanlara kadar evrimleşme seyri içinde korunmuştur. Bu alandaki araştırmalar sağlıklı ömür uzatımı konusunda umutlar vaat etmektedir.

Artık bizim ülkemizde de gerontoloji (yaşlanma bilimi) alanında araştırma ve eğitim yapan bölümler açılmalıdır. Akdeniz Üniversitesi’nde kurulan ilk Gerontoloji Bölümü’nün diğer gelişmiş üniversitelerimize de örnek olması beklenmelidir. Yaşlıların hastalıkları ile ilgilenen Tıp Fakültelerimizin bazılarında kurulmuş olan Geriatri Bilim dallarının sayılarının artması arzu edilmektedir. Gerontolojik ve geriatrik araştırmalar her yaştaki insan dinçliğinin ve sağlığının sürdürülmesini amaçlamaktadır. Kendi ülkemizdeki yaşlılık, yaşlılık hastalıkları, emeklilik, ölüm ve ölüm şekilleri (intihar, ötenazi ve benzeri durumlar) gibi konular ele alınıp çok yönlü olarak incelenmeli ve ilgili bakanlıklara “temel-bilimsel gerçekler hakkında” bulgular sunulmalıdır. Bunlara dayanarak yeni yönetmelik ve yasalar çıkarılmalıdır.

Değerli dilci yazarımız Emin Özdemir’in 2012’de yayımlanan İNSAN YÜREĞİNE YOLCULUK adlı kitabından yapacağım alıntılar konuya çeşitli açılardan yaklaşımları dile getiriyor (Sayfa: 81):

“Çağlar değişiyor, töreler değişiyor; ancak insanoğlunun ölüm karşısındaki konumu değişmiyor. Böyle olunca besbelli ölümün yarattığı acı da.

Düşüncelerimin akışında bir kayma oluyor yine. Duralıyorum. Şu sorular yanıp sönüyor kafamda: Ölüm acısından daha büyük acı yok mudur? Bir ölüm müdür insanoğluna acı çektiren?

Yanıtı kolayca verilecek sorular değil bunlar. Elbette bir ölüm değildir insana acı veren. Şu yeryüzünde ne çok acı kaynağı var…

Savaşlar, ezimler, ezinçler, öldürümler, açlıklar, kıtlıklar, ayrılıklar, ihanetler… saymakla biter mi? (Sayfa: 82) Bir değil, bin bir türü var acının. Hangisi daha yakıcı, daha kavurucudur? Kim bilebilir? Kim ayırabilir? Acıya, onu çekene göre değişir bu. Gerçi bir halk türküsüne bakılırsa: ‘Ölüm ile ayrılığı tartmışlar/ Elli dirhem ağır gelmiş ayrılık.’ Bunu destekleyen bir başka halk türküsünde de, ‘Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı’ denmiyor mu?

İnsanoğlu acı çeken bir varlıktır, dedim. Aynı zamanda acıya yatkındır da. Yüreği, hangi acıyla dağlanırsa dağlansın, hangi acının gömleğini giyerse giysin bir süre sonra alışır ona. Sırtındaki acının gömleği eskimeye, içindeki ateşi küllenmeye başlar. Albert Camus’nün dediği gibi insanoğlunun alışamayacağı hiçbir acı yoktur. Onun dayanma, acı çekme gücüne sınır çizilemez. Albert Camus’nün bu gözlemini, bizim halk türkülerimizden biri nasıl da doğruluyor: ‘Taş olsaydım erirdim/ İnsan idim dayandım.’

Acı, ağıt, gözyaşı, yas… Bunlar birbirini çağrıştıran, düşündüren sözcüklerdir. Yaşananlarla dil arasındaki ilişki, acının yansıtımında, dışa vurulmasında hem söylem hem de eylem yönünden belirli davranış kalıpları oluşturmuştur. Ağıtsı söylem de bunlardan biridir. (Sayfa:82)

İnsan, yaşamın güzellikleriyle sarmaş dolaş olmuş, yaşamı bütün renkleri, kokularıyla solumuşsa ölüm ona elbette el süremez. (Sayfa: 97) Bu da duygularımızın ülkesinde hep aynı mevsimin sürüp gitmesine izin vermemeyi, değişik mevsimleri yaşamayı, yaşatmayı gerektirmez mi? (Sayfa: 98)

Oysa yapmıyoruz bunu. Günlerimiz aynı, tıpkı bir saatin sarkacı gibi aynı salınım içinde; ne hızlanıyor, ne yavaşlıyor. Tekdüze geçip gidiyor işte… Günlerimiz, böylesi bir aynılaşmanın rengini taşıyorsa ha uzun yaşamışız, ha kısa; ne değişir ki? (Sayfa: 99)

Neden böyle oluyor bu? Nedenleri üzerinde düşünüyorum. Çağımızın, insanı hurdalaştıran çılgınca sayrılığı, daha çok kazanma, daha çok harcama tutkusu yol açıyor buna. İnsan bir kez bu sayrılığa yakalanmaya görsün, yüreğinin kapısını, yaşamının içinde barındırdığı güzelliklere, şiirselliklere kendiliğinden kapatıyor, onu duygu körleştirmelerine uğratıyor. Ne karın, ne yağmurun yağışı; ne çiçeklerin, yaprakların açışı, ne gün doğumları, ne gün batımları, kısaca doğadaki hiçbir değişim artık etkilemiyor onu.

Yalnız doğal güzellikler mi? Bu sayrılığa tutulanlar, yüreğinin kapısını, insanın yarattığı güzelliklere de kapıyor. Güzel bir resim; güzel bir şiir, güzel bir öykü ve romanla tanışmadan, bunların tadına varmadan yaşayıp gidiyor…

İnsanın yüreğini güzelliklere açmasını hangi sanatçı istemez ki?” (Sayfa: 99).

Burada E. Özdemir’in Jorge Luis Borges ile yaptığı ilginç (kısmen hayali) bir söyleşiden alıntı yaparak Özdemir’in satırlarına tekrar dönelim:

(Borges, [1899-1986] Arjantinli şair, öykü ve deneme yazarıdır. Uluslararası üne ve ödüllere sahiptir. İsviçre, İspanya ve Arjantin’de yaşamıştır. İspanyolca ve İngilizceyi ailesi içinde çocukluğunda öğrenmiş; Fransızca ve Latinceyi İsviçre’de iken okullarda öğrenmiştir. 50’yi aşkın yapıtı bulunmaktadır.1955’te görme yetisini tümüyle kaybetmiştir, A.N.B.)

“Yaşamımın sonuna doğru körlük beni doğadan büyük ölçüde kopardı. Gri bir sisin içinde yaşadım, körlüğün tek kişilik hücresi de diyebilirsin buna. Bu hücrede düşler kurdum, kimi yapıtlarımı bu hücrede yarattım. O sırada şu düşlemsel soru sık sık gelip takılıyordu dilime: ’Sana yaşamaya yeniden başlama olanağı verseler nasıl bir yaşam sürdürürdün?’

Doğrusu, çok düşündüm bu soruyu. Sonunda, André Gide’in Dünya Nimetleri’nde söylediği gibi mutluluğun ‘anlar’da olduğu gerçeğine vardım. Bu gerçeği duyumsatan Anlar adlı düzyazısal bir şiir yazdım. Senin o duygusal körleşmeye uğramış dediğin kişilerin elbette haberi yoktur bu şiirden; nasıl olsun ki, onlar, kendilerini hırsların hücresine tıkmış ‘canlı cesetler’dir. Bildiğini biliyorum; ama olsun, o şiiri de bir de benden dinle.” (Not: Burada şiirin yalnızca ilk ve son kısımlarını sunuyorum (A.N.B): (Sayfa:101-102)

“Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,

İkincisinde daha çok hata yapardım

Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.

Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,

……

İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım

Ve sonbahar bitene değin yürürdüm çıplak ayaklarla.

Bilinmeyen yollar keşfeder,

Güneşin tadına varır,

Çocuklarla oynardım

Bir şansım olsaydı eğer.

Ama işte 85’indeyim ve biliyorum, ölüyorum…

Ataol Behramoğlu bir şiirinde ömür ve hayat hakkında şunları söylüyor: “...Çünkü ömür dediğimiz şey/ Hayata sunulmuş bir armağandır/ Ve hayat sunulmuş bir armağandır insana.” 

Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Emeklilikten sonra, yaşlılıktan ihtiyarlığa dönüşmemenin yolu, insanın kendi sevdiği alanda kafaca ve bedence çalışmasıdır” diyor. Ve bir şiirinde ise şöyle sesleniyor: “...Şimdi artık siyah yok saçlarımda/ yorgun ve yalnız yürüyorum/ yapayalnız dağ başlarında”.

Cicero, Marcus Tullius (M.Ö.106-43’lerde yaşamış) şöyle diyor: “...Tıpkı ağaçta ve yerde yetişen meyvelerin zamanı gelince olgunluktan geçmesi ve düşmesi gibi, insan ömrünün de bir sonu olması zorunluydu. Bilge insan, buna uysallıkla katlanır. Doğaya karşı gelmek, devlerin yaptığı gibi tanrılara kafa tutmak değil midir?”, “İlk yaz gençlik demektir, gelecekteki meyveleri müjdeler. Ondan sonraki seneler ürün alma seneleridir. Yaşlılığın meyvesi de o çağa gelmeden önce bol bol iyilik etmiş olduğunu anımsamaktır.”

Eğer ömür yaşama sunulmuş bir armağan ise, ve yaşamın en güzel armağanı yaşlılıksa onu değerlendirelim.

Kaynaklar

Bozcuk Ali Nihat; ‘Yüksek Öğretmen Okulu Öğrenci- lik Yılları’, Sunu ve özel arşiv; 27 Mayıs 2013 Eskişehir.

Özdemir, Emin; “İnsan Yüreğine Yolculuk” Bilgi yayınevi, 2012, Ankara.

Prof. Dr. Ali Nihat BOZCUK

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın ekim 2013 sayısında yayımlanmıştır.

Kültür
Etiketler
yaşlanma
yaş
gençlik
ataol behramoğlu
borges
cicero
albert camus
bilim ve ütopya
ali nihat bozcuk