Çiçikov’un kutusundaki ölü canlar

Rusya! Rusya! Görüyorum seni! Bulunduğum bu uzak, büyük, büyülü, harika yerden görüyorum seni! Yoksulsun, dağılmışsın, iyi durumda değilsin! Doğanın ve sanatın mağrur harikalarıyla taçlanmışsındır!... Kimseyi kendine çekmiyor, büyülemiyor kentlerin. Ama insanları sana çeken bu önüne geçilmez, esrarlı güç nedir?... Ne aydınlık, harika, anlaşılmaz bir ülkesin sen Rusya”(1)

Toplumların tarih içinde yasadığı önemli kırılma ve kopuşlar sadece kurumlar ve ritüelleriyle var olan devletleri değil, sıradan insanın gündelik hayattaki yasayışını da doğrudan etkiler. 10. yüzyılda Hıristiyanlığın kabulü, Büyük Petro’nun reformları ve 1861’de köleliğin kaldırılması, Rusya’nın tarihi açısından en önemli olaylardır. Tutum ve değerleriyle insanların gündelik yaşamlarının en ücra noktasına kadar nüfuz eden Ortodoks Kilisesi; ölülerin kemikleriyle kaplı bir bataklık üzerine Avrupa’nın en “görkemli” şehirlerinden birini inşa eden, dahilikle delilik arasındaki Petro’nun “despotik modernizmi”; yüzyıllar boyunca ekip biçtikleri toprağa hapsedilmiş, sefaletin ve umutsuzluğun kasvetli havasının üstlerine sindiği köle köylüler... 19. yüzyıla ve sonraki yüzyıllara damgasını vuracak Rus gerçekçi edebiyatı bu sahnede ortaya çıktı. St. Petersburg’un izbe sokaklarından, Rusya’nın unutulmuş taşrasına kadar bu sahnede var olma savaşı veren “İnsancıkların” hikâyesini anlatan Rus edebiyatı, Avrupa’da ateşi sönümlenmeye başlayan devrimci halk hareketleri ve ona kaderini bağlamış Avrupa’daki gerçekçi edebiyattan bayrağı almakla kalmamış, bu gerçekçi akıma yepyeni bir ruh da vermiştir.

Kuşkusuz, edebiyatta bu yeni ruhun yaratılmasında, Rus intelligentsiyanın(2) deyişiyle, Rusya’nın “geri kalmışlığının ayrıcalığı” noktası bir hayli önemlidir. Avrupa’daki tarihsel gelişimin aksine, Rusya’da felsefe neredeyse 20. yüzyılın başlarına kadar ayrı bir düşünsel disiplin olarak var olamadı. Avrupa’da Geç Ortaçağ’da başlayan teoloji tartışmaları ve bu tartışmaların üniversitelerin çatısı altında “kurumsal” olarak gelişip kamusal alanın bir parçası haline gelmesi durumu, Rusya’nın kendi özel tarihsel durumunda gözlenememektedir. Kuşkusuz, “despotik” modernleştirme politikalarının bir sonucu olarak üniversitelerin sıkı bir denetimden geçirilmesi gibi, Ortodoks Kilisesi’nin “aykırı” öğretilerin ortaya çıkmasını engelleyebilmesi de bu durumun nedenlerindendir.

Rus aydınına, özelinde Rus edebiyatına kendi özel düşünsel karakterini veren asıl etmen ise Rusya’nın toplumsal sorunlarına karşı alınan tavırdır:

Siyasal baskının, geri kalmışlığın ve acil çözüm bekleyen toplumsal sorunların acısını yüreklerinde duyan aydınlar, hemen toplumsal sorunlar doğurmayacak konularla ilgilenmediler. Dolayısıyla, felsefi düşünce, ontolojinin (varlık felsefesi-varlıkbilgisi) ve epistemolojinin (bilgi felsefesi-bilgibilim) geleneksel sorunlarını bir dereceye kadar savsaklama pahasına, etik (ahlak felsefesi) sorunlarıyla, tarihsel-felsefi sorunlarla, siyasal ve çoğu zaman dinsel sorunlarla sınırlı kaldı. Salt felsefeyle uğraşmak, 19. yüzyılın ikinci yarısında, aydınların en etkili kesimlerini oluşturan popülist çevrelerde ahlaka sığmayan bir davranış, halkın kutsal davasına bir ihanet olarak görüldü.”(3)

19. yüzyıl boyunca edebiyat alanında ölümsüz yapıtlar veren Rus yazarlarının birer filozof hatta birer peygamber gibi görülmesinin en belirgin özelliği burada gizlidir: Yaşadıkları toplumsal sorunlara sarsılmaz bir ahlakla çözüm bulmaya çalışmak ve daha erdemli bir toplumun nasıl kurulacağını sorgulamak! Her ne kadar bu Rus yazarların arasında ciddi fikirsel farklılıklar bulunsa da onları bir bütün olarak ele almamızı sağlayan mutlak monarşiye karşı aldıkları tavır ve kalemlerinde hissettikleri ahlaki sorumluluktur. Bu ruh, Rus gerçekti edebiyatına nefes vermiştir.

Dönemin toplumsal ilişkilerini, yarattığı karakterlerle sert ve hicivli bir dille eleştiren Gogol’ün yapıtları kuşkusuz ayrı ve özel bir öneme sahiptir. “Ölü Canlar” romanıyla Gogol, Rusya’daki üst sınıfların yozlaşmış değerlerini gözler önüne sermekle kalmadı, ayrıca çizdiği Rusya resmi ile kendisinden sonra gelen yazarlara “tartışmalı” bir düşünsel miras bıraktı. Hem radikal demokrat ve hem de muhafazakâr yazarlar Ölü Canlar’da kendi fikirlerini destekleyecek sayfalar, cümleler buldular.

Yaşamımızı bir sarmaşık gibi sarmış, insan ruhunu saran küçük gerçekleri, her yerde her an var olan bütün o buz gibi soğuk, parçalanmış kişilikleri gözler önüne sermeye cesaret eden yazara, acımasız bir heykeltıraş gibi kimi zaman acılarla dolu, eziyetli bir yaşam yolu çizer.”(4)

Eleştirel duruşuyla siyasal iktidar tarafından yalnızlığa bırakılan – bütün diğer gerçekçi büyük yazarlar gibi- Gogol karmaşık, çelişkili ve iniş çıkışlı fikirleriyle yazın dünyasında da yalnızlığın en karanlık halini yaşayacaktı. Bu yalnızlığın en karanlık, bir o kadar da en trajikomik karakterlerinden biri “Çiçikov” hayat bulacaktı Gogol’ün sayfalarında.

 

Kim daha ahlaksız?

Thomas Mann’ın “Dolandırıcı Felix” karakterini önceleyen Gogol’ün “Çiçikov”u arasındaki en belirgin benzerlik, kuşkusuz, ikisinin de birer “kibar” yalancı, ahlaksız ve dolandırıcı olmalarıdır. Felix ile Çiçikov’un arasındaki farkları ortaya koymak çok daha önemlidir. Felix, toplumsal hayatın hemen her alanını ele geçirmiş, kendi sınıfsal değerlerini bütün toplumsal ilişkilere dayatan burjuva toplumunun ürünüdür. Bizim Bay Çiçikov ise, köhnemiş feodalizmin yıkıntıları üzerinden yeşermeye çalışan “utangaç” orta sınıfın ürünüdür. Zeki, yaratıcı, kendine güvenen, yakışıklı Felix’e karşı ağır hareket eden, hafifçe şişman, kadınlar tarafından pek yakışıklı bulunmayan, parlak bir zekâya sahip olmayan, özel bir yeteneği de olmayan Çiçikov’un ne kadar şansı vardır? Yüzyıllar sonra bile bu “sıradan” ve “önemsiz” kişiliği unutulmaz bir edebiyat karakteri yapan şey nedir? Gogol’e sorarsanız yanıtı gayet basittir: “Hepimizde biraz Çiçikovluk yok mu acaba?”(5) Gogol’ün Çiçikov ile yakaladığı evrensellik, her şeyin sahip olmakla değer kazanıldığı bir toplumda, insanın içindeki bencil hırsları kaşıyan “şeytanın” açığa çıkarılmasıdır. Victor Hugo’nun “Jean Valjean” karakterinin “romantik erdemli” yaşamına karşı Gogol’ün Çiçikov ile erdemsizliği romanının merkezine koyması, hem bir sonuçtur hem de bir neden.

Fransa’daki toplumsal devrimlerle birlikte, kitlelerin umut ve isteklerini lirik bir şekilde dile getiren Romantizm akımı, halk hareketlerinin bastırılıp geri çekilmesiyle, özellikle Almanya’da, gerici bir havaya büründü. Avrupa’da toplumların üzerine çöken bu karamsarlığa karşı yazarlar Aydınlanma ile Fransız Devrimi’nin fikirlerini terk etmeseler de artık hayatın bütün hayal kırıklıkları ve umutlarıyla daha gerçekçi ve bütünsel bir resmini sunmaya başladılar. Avrupa’da başlayan bu gerçekçilik akımı, o tarihe kadar büyük bir devrime tanık olmamış Rus yazarlar için kendilerini ifade edebilecekleri en iyi yoldu. Erdemli olan her şeyin Petersburg’un politikalarıyla ufalandığı böyle bir ülkede hayatta kalabilecek en “gerçekçi” karakter belki de Çiçikov’du Gogol’e göre:

Zavallı erdemli insanı rahat bırakma zamanı geldi de geçiyor; çünkü ‘erdemli insan’ deyişi anlamını yitireli çok oluyor; çünkü erdemli insanı ata çevirdiler ve onun sırtına binmeyen, kırbaçla ona istediğini yaptırmayan yazar kalmadı... Evet, aşağılık insanlara da yüklenmenin zamanı geldi artık.”(6)

“Bütün mezarlar senin”

Kırık dökük köy kulübeleri, bakımsızlıktan ahşap kısımları kararmış şekilde başıboş bırakılan kiliseleri, dört bir yanı saran yaban otları... Yalnızlığa ve sefalete terk edilmiş Rusya’nın sessizlikler içinde boğulan uçsuz bucaksız taşrasında yaylısıyla bir çingene gibi seyahat eden Çiçikov... Salgınların, hastalıkların, ölümlerin izini sürmektedir roman boyunca Çiçikov’un yaylısı. Altıncı dereceden bir gümrük memuruyken aldığı rüşvetlerden dolayı memurluktan atılan Çiçikov’un zengin olmak için artık tek bir ümidi kalmıştır: Nüfus sayımından düşmemiş ölü köle köylüleri satın almak! Sahtekârlığın ve ikiyüzlülüğün bütün ruhunu ele geçirdiği Çiçikov’u şeytanın vekilinden çok Azrail’in vekili olarak görmek daha anlamlı olabilir. “Bir süre önce salgınlar oldu, Tanrı’ya şükürler, çok insan öldü”(7) diye sevinen Çiçikov’u hayata “tutkuyla” bağlayan şeydir ölüm. Üst sınıftan her soylu kişiyi kıskandıracak midesiyle kahramanımızın yemeklere olan tutkusunu belirtmemek olmaz elbette.

Dönemin Rusya’sında en kestirme zengin olma yolu, bürokraside kendine iyi gelir, dolgun rüşvet getirecek bir mevkiye yerleşmektir. Bu planla hareket eden insanların çoğunun soluğu St. Petersburg’da almasına karşın, Gogol’ün kahramanını taşranın isimsiz kasabalarında seyahat ettirmesi önemlidir. Bütün toplumsal sınıfların keskin çatışmaları, başkentlerin büyük bulvarlarında en iyi şekilde gözlemlemesine karşın, Gogol’ün romanında taşrayı anlatmasının iki anlamı vardır. Öncelikle hemen her Rus aydını gibi Gogol’ün de St. Petersburg’un ortaya çıkış şekline ve onun temsil ettiği değerlere eleştirisidir. Romandaki toprak sahibi Kostanjoglo’nun ifadesiyle:

Yarara bakın, güzelliğe değil. Güzellik kendiliğinden gelir. En iyi, en güzel kentler kendiliğinden inşa edilen kentlerdir.”(8)

Diğer bir nokta ise Gogol’ün toprak sahibi üst sınıfın yaşantısını ve temsil ettiği ya da edemediği değerlerin eleştirisini sunmasıdır. Her ne kadar Vladimir Nabokov; “Toplumsal düşünen Rus eleştirmenleri, Ölü Canlar’da ve Müfettiş’te, kölelere sahip bürokratik Rus taşrasındaki sosyal poşlast’ın kınandığını düşündüler ve böylece asıl noktayı kaçırmış oldular. Gogol’ün kahramanları köy ağaları ve memurlardır, hepsi o kadar; bulundukları çevre ve sosyal koşullar tam anlamıyla önemsiz etmenlerdir”(9) diyerek bu yaklaşıma itirazlarını dile getirse de altının çizilmesi gereken tam olarak bu “sosyal” koşullardır. Başta Çiçikov olmak üzere romandaki her karakter dönemin sosyal koşulları içinde nefes almaktadır. Hiçbir yere ait olmadığı gibi hiçbir fikre, ilkeye de sahip olmayan Çiçikov, bir anlamda toprak sahipliği ile bürokrasinin iç içe geçtiği, bir sınıf olarak burjuvazinin kimliğini yaratamadığı sosyal koşullarda hayat bulan, o dönemin herhangi bir balosunda dans ederken yanlışlıkla ayağına basacağınız kibar bir beyefendidir.

Çiçikov’un uzun yolculukları boyunca, ölü köle satın almak için ziyaretlerde bulunduğu toprak sahibi karakterleri, romandaki davranışlarıyla Çiçikov’un karakteristik özelliğini daha belirgin hale getirdiği gibi, dönemin toprak sahibi sınıfının sosyal hayatını da betimlemektedir. Yıllardır on dördüncü sayfadaki ayracı yer değiştirmeyen toprak sahibi Manilov, yüzyıllardır durağan ve hiçbir yeniliğin, gelişmenin gözlemlenmediği taşrada miskince yaşayan Rus toprak sahiplerini simgelediği gibi eline geçen birkaç broşürü okumaktan başka bir şey yapmayan Çiçikov’un kültürel sığlığını da belirginleştirmektedir. Ağır ağır yürüyüşü yetmezmiş gibi, yürürken devamlı olarak yanındaki insanların ayağına basan, evdeki mobilyaları da kendisi gibi hantal ve ağır, kendisini gerçek bir “Rus” gibi hissedip masadaki her şeyi bitirmeyi kendine erdem edinen, Aydınlanma’ya karşı tavrı, diyeti modern bir fikir olarak bulup reddetmesinden ibaret toprak sahibi Sabakeviç... Modernleşmeye ve onun bürokratik çıkar ilişkilerine ayak uyduramayan Sabakeviç, kendi köşesine çekilmiş, bürokrasiye ve ona modernizmi çağrıştıran her şeye söven tutucu toprak sahiplerini simgeler. Kuşkusuz Çiçikov da Sabakeviç’in bu yönünü içten içe yadırgamaktadır. Ne ki ticaretten nefret eden her toprak sahibi gibi Sabakeviç de cimriliğiyle öne çıkmaktadır:

Kapalı köy yaşamı, buğday ekip biçmek, köylülerle uğraşmak mı seni ayılaştırdı ve bunun sonucunda cimri ağa dedikleri türden biri olup çıktın?”(10)

“Hayattaki en iyi dostun cebindeki parandır, arkadaşların değil” diyen babasının öğüdü ruhunun derinliklerine işleyen Çiçikov’un cimri ve arkadaşsız hayatı yine Sabakeviç’le suyun yüzeyine çıkmaktadır. Aslında Çiçikov’un yalnızlığında daha köklü bir neden yatmaktadır. Çiçikov hayatta en çok yanından ayırmadığı, paralarını ve ölü köle belgelerini sakladığı kutusunu sevmektedir. Sevgisizliktir Çiçikov’un yalnız başına bir handa uyumasına neden olan. Çiçikov, başını yastığa her koyduğunda zengin olduğunu, büyük topraklarında sayısız kölenin çalıştığı, güzel çocuklara sahip olduğu bir aile hayal etse de bunlar sadece toplumsal anlamda kabul gören, ona salonlarda bir sandalye kazandıracak şeylerdir:

Kahramanımızın âşık olduğunu söylemek kuşkusuz olanaksızdı. Hatta Çiçikov gibilerinin âşık olma yeteneklerinin olduğu kuşkuludur.”(11)

Çiçikovlar da birkaç dakikalığına şair olurlar, ne var ki şair sözcüğü biraz aşırı kaçtı.”(12)

Bütün toplumun hiyerarşik ve eşitsiz olarak keskin şekilde bölündüğü, bağımlılık, sadakat ve saygının tek insani özellikler olduğu bu duygusuz ülkede bir de paranın, zenginliğin, bencil çıkarların hızla yükselişi dünyayı daha da kalpsiz yaparken Çiçikov’u ne kadar eleştirebiliriz insana karşı hiçbir ince duygusu olmadığı için!

 

Gogol’ün paltosundaki insancıklar

Gogol “Ölü Canlar” romanıyla taşradaki toprak sahiplerinin ve bürokrasinin toplumsal konumlarını eleştirmekle birlikte sıradan insanların gündelik hayatlarını aynı canlılık ve zenginlikte sunamamaktadır. Ölü ya da diri köle köylüler, romanda birer nesne olmanın ötesine geçememektedirler. Çiçikov’un, Sabakeviç ve Koroboçka’yla ölü köleleri satın almak için giriştiği pazarlıkta, bu ölü kölelerin diyalogların içinde birden “canlanması”, Sabakeviç’in onlardan yaşıyormuş gibi söz etmesi, romanın en önemli ayrıntılarından biri olsa da sıradan insanların seslerini duyamamaktadır okur. Çiçikov’un uşağı Selifan’ın “ağır kokusu” dışında, okur, alt sınıflarla duygusal bir bağ kuramamaktadır. Satın aldığı ölü kölelerin listesine göz gezdirirken Çiçikov’un “Zavallı insanlar, ne çoksunuz! Hayattayken kim bilir neler yaptınız? Nasıl yaşadınız?”(13) iç konuşmasından başka Volga’da gemi çeken Burlakları tasvir ettiği bölüm çok daha canlıdır.

Siz gemi çekicileri orada çalışıyorsunuz iste! Her zaman olduğu gibi dostça dolaşıyor, kavga ediyor, çalışıp çabalıyor, uçsuz bucaksız Rus yurdu gibi bitmek bilmeyen bir şarkı tutturup halata asılıyorsunuz.”(14)

Her şeye karşın Rus edebiyatında yoksulluğun ve eşitsizliğin keskin bir eleştirisi için seçilen geleneksel bir tema olan “Volga’da çalışan Burlaklar” ne Nekrasov’un şiirindeki gibi; “Volga Volga, baharda taşınca suların örtemez kıyıları/topraklarımızı baştan başa saran halkımızın ıstırabı kadar” (1858) vurucudur ne de İlya Repin’in “Volga Kıyısındaki Burlaklar” (1870-1873) tablosundaki yoksulluğu estetik halde sunarak sıradan insanın “yüceltilmesi” söz konusudur. Bu bağlamda, Gogol’ün insancıkları daha çok Dostoyevski’nin “Ezilenler”inde tekrardan hayat bulacaktır.

Gogol’ün köle köylüleri öylesine pasif, cansız ve kişiliksiz betimlenmiştir ki, okur, Çiçikov’un bu dehşet verici pazarlıklarında tam anlamıyla sarsılmaz, Çiçikov’dan gerçek anlamda tiksinemez! Böylece Gogol’ün korktuğu başına gelir: “Asıl üzücü olan, aynı kahramanı, aynı Çiçikov’u okurların seveceklerine içimdeki sarsılmaz bir inancın olmasıdır.”(15) Bir anlamda bu, Gogol’ün politik tercihinin sonucudur; halka ve halkın çıkarlarını dile getiren fikirlere mesafeli duruşunun kaçınılmaz olarak gideceği muhafazakâr nokta! Özellikle Aydınlanma düşüncesinin roman boyunca eleştiriye tutulması bunun en somut örneğidir.

Gogol’ün muhafazakâr ütopyası

II. Katarina’nın kanatları altında hayat bulan Aydınlanma düşüncesi, devletin bürokratik, teknik ve askeri gelişmesini sağlayacak modern fikirlerin uygulanmasının bir yansıması, daha doğru bir anlatımla, siyasal iktidarın pragmatik gereksinimlerini örten, göz kamaştırıcı bir örtü olarak desteklendi. Toplumsal anlamda, sosyal ve kültürel ayaklarıyla Aydınlanma düşüncesinin hayat bulması pek önemsenmedi. “Filozof Monark” Katarina’nın bu ikili Aydınlanma politikası, Rus aydınların siyasal iktidara muhalif bir konuma geçmelerine neden oldu. Aydınlanma’nın şeklen, yüzeysel ve siyasal iktidarın denetiminde uygulanması, birbirinden farklı ideolojilere sahip Rus aydınları tarafından “ortak” bir kararlılıkla eleştirildi. Ne var ki özellikle 1. Petro’dan itibaren uygulanan, merkezileşmeyi esas alan modernleşme politikaları, eski saygın konumlarını hızla kaybetmeye başlayan aristokratların tepkisiyle karşılandı.

Gogol de Aydınlanma’nın böyle “despotik” bir ruhla uygulanmasına karşıydı ve Rusya’yı bu durumdan kurtarıp ayağa kaldıracak bir çözüm aramaktaydı:

Nerede bu etkileyici ‘ileri’ sözcüğünü Rus ruhumuzun anadilinde haykıracak insan?... Ama yüzyıllar birbirini izliyor, yarım milyon bomboş oturan, işsiz, güçsüz, tembel insan uyanamıyor ve Rus elinde bu güçlü sözcüğü haykırabilecek yürekli kişiler seyrek doğuyor.”(16)

Bu noktada Rus aydınlarının asıl ayrıldığı yer, Aydınlanma’nın daha sosyal boyutlarıyla, daha demokratik içerikle uygulanmasını talep eden “sol”, “ilerici” eğilimli aydınlarla; Aydınlanma’ya toplamda batılılaşmaya Rusya’nın kendi dokusunu bozmadan, geleneği muhafaza ederek uygulanmasını talep eden “muhafazakâr” aydınlar arasındaydı.

Bu yüzyıllık tartışma, Gogol’ün romanının neredeyse her sayfasına nüfuz etmiştir. Romandaki Tentetnikov karakteri, ilerici, aydınlanma ruhunu simgeleyen bir genç olarak sunuluyor. Çiçikov bu genci, ayakları yere basmayan, hayalperest biri olarak görüp küçümsüyor. Romanda Tentetnikov’un yaşadığı hayal kırıklığı ve koyvermişlik, bu fikri benimseyenlerin kaçınılmaz bir sonucuymuş gibi sunuyor bir anlamda. Koskarev karakteriyle Gogol çok daha yüzeysel bir “aydınlanmacı” toprak sahibi portresi çiziyor. Kadınlara korse taktırıp Rus köylüsüne Alman pantolonu giydirerek ülkede bilimin gelişeceğine, ticaretin artacağına inanan bu karakter, Çiçikov’u bile hayrete düşürüyor. Kuşkusuz, 1825 yılında Napolyon Savaşı’nda önemli başarılar kazanmış, soylu ailelerden gelen genç subayların başlattığı Dekabrist Hareketi’nin (Aralıkçılar İsyanı) başarısızlıkla sonuçlanması, toplumun genelinde bir baskı ve karamsarlık havası yaratmıştır. Dekabristler, başta anayasanın ilanı olmak üzere, basın özgürlüğü, inanç özgürlüğü, köleliğin kaldırılması gibi temel toplumsal reformları dile getirmişlerdi. Gogol’ün alaycı bir dille eleştirdiği, bu programı kendi “küçük” hayatlarında yaşatmaya çalışan insanların eksikleri ve zaaflarından çok bu programa muhafazakâr bir tavırla temelden karşı çıkmasıdır.

Özellikle toprak sahibi Kostanjoglo ile bu muhafazakâr tavır ortaya konmaktadır:

Rus karakterinin bozulması dokunuyor bana. Rus insanın kişiliğinde, şimdiye kadar hiç olmamış bir Don Kişotluk başladı. Aydınlanma uğruna Don Kişot olmayı soktu. Aptalın aklına gelmeyecek okullar açmaya başladı... tek özellikleri sarhoşluk olan insanlar çıkıyor. İnsanseverlik uğruna Don Kişot oluyorlar.”(17)

Kuşkusuz, Kostanjoglo karakterini daha da önemli kılansa Gogol’ün muhafazakâr ütopyasını, Çiçikov’un Kostanjoglo’nun köyünde bulup büyülenmesidir:“ Buradaki köylüler, şarkıda sözü edilen ‘gümüş belle tarla belleyen’ köylüler olsa gerek”(18) Kostanjoglo, ilerleyen sayfalarda gerçek ahlakın yolunu gösteriyor okura:

Kitap, ‘toprağı terinle ıslat’ demektedir. Yüzyılların deneyimiyle; toprakla uğraşan insanın daha iyi ahlaklı, daha temiz, daha soylu, daha yüce olduğu kanıtlamıştır.”(19)

Çevirdiği bütün kirli dolaplar ortaya çıkınca hapishaneye atılan Çiçikov’u ziyarete gelen toprak sahibi Muzorov, öğütleriyle, kitaptaki “aristokratik ruhu” tamamlayan dinsel ahlakı dile getirir. Muzorov’un iyi bir insan olmak için Ciçikov’a sunduğu yeni hayat “kiliseye sığınmış, gerçek bir dindar gibi ailesini kurmuş, kanaatkâr” bir hayattır. Ne yazık ki kahramanımız Çiçikov “İyiye, insanı doğaya ve iyiliğe yönelten din uğruna çalışmaya, bu tür alışkanlıklara karşı sevgim de yok isteğim de”(20) diyerek bu “yüksek ahlaka” diz çökmeyi kabul etmez!

Var olan toplumsal sorunları cesur bir şekilde dile getiren, burjuvazinin insanı içten içe kemiren değerlerine karşı cepheden tavır alan birçok gerçekçi yazar; gerek kitlelere olan güvensizlikleri gerekse radikal- demokratik fikirlere olan inançsızlıkları nedeniyle muhafazakâr ütopyalara sürüklenmiştir:

Balzac, toplumsal sorunları ele aldığında, kapitalist ilerlemenin olumsuz sonuçlarıyla nasıl başa çıkabileceğini hesaplarken, ahlaksal din değerlerine dayanan bir aristokrasi iktidarının, kurulu mülkiyet ilişkilerini yıkmaksızın, frenleyerek ve özel mülkiyet ilkesini ortadan kaldırmadan, toplumsal refahı getirebileceğini öne sürdü... Gogol ile Dostoyevski’nin başına gelen şey Balzac’ın da başına gelmişti. Bu üçü de toplumun kapitalist yoldan gelişmesini reddederken, dünyayı daha iyiye doğru geliştirmenin bir yöntemi olarak devrim fikrini kabul etmeye yanaşmayınca, burjuva bencilliğine karşı yapılacak mücadele ister istemez, otoritenin gücüne Hıristiyan ahlakının desteğine başvurmak zorunda kalmışlardı.”(21)

Sonuç olarak Çiçikov, Raskolnikov gibi dizlerinin üstüne çöküp af dilemese de, Gogol, entelektüel hayatının sonralarına doğru, ne yazık ki, diz çökecekti.

 

Dipnotlar

(1)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 236, çev: Ergin Atay, İletişim Yayınevi

(2)Yaygın anlayışın aksine, ‘aydın’ (Polonya’nın dili olan Lehçede ‘inteligencja’) terimi ilk olarak 1860’larda Rusya’da değil, 1840’larda Polonya’da kullanılmıştır. bkz. Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi, çev: Alaeddin Şenel, İletişim Yayınları

(3)Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi, s. 14

(4)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 145

(5)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 263

(6)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 240

(7)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 257

(8)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 346

(9)Vladimir Nabokov, Nikolay Gogol, s. 71, çev: Yiğit Yavuz, İletişim Yayınları

(10)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 117

(11)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 183

(12) Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 184

(13)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 148

(14)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 151

(15)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 260

(16)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 284

(17)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 331

(18)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 321

(19)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 332

(20)Nikolay Gogol, Ölü Canlar, s. 381

(21)Boris Suçkov, Gerçekçiliğin Tarihi, s. 120-121, çev: Aziz Çalışlar, Doruk Yayımcılık

Ferhan BAYIR
Marmara Üni. İktisat Tarihi Yüksek Lisans Öğrencisi

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın aralık 2015 sayısında yayımlanmıştır.

 

Edebiyat