Gerçeğin sanatında gerçeğin ustasını aramak: Marksizm sinemalarda

Burjuvazinin feodalizmi yere sermede kullandığı silahlar, şimdi burjuvazinin kendisine yönelmiş durumda… Marx’ın Komünist Partisi Manifestosu’ndan bu bölüm okunduğunda Fransız bayrağı önünde kameraya bakan çocuğun bize diktiği gözleri görürüz. Genç Karl Marx (2017) filmi bu sahneyle son bulur ya da yönetmenin bize anlattığı gibi aslında her şey yeni başlar ve bir umut büyümeye devam eder. Arkadaşlık ve uyum dünyasının, yoksulluğun içindeki o yaratıcı ve itici gücüyle oluşacağını anlatan bir umut...

Raoul Peck, çok önemli bir vurguyla filmi bitiriyordu aynı zamanda: Marx Kapital’i yazmaya devam etti, sistemi eleştiren çalışması yarım kaldı; çünkü eleştirdiği nokta hareket halindeydi… Yönetmenin bu müthiş tespitiyle anlattığı Marx’a bir başlangıç ve bir son çizilemeyeceğiydi.

Marx, kitlelerin önüne, demokratik devrimlerin mirasına ve bilime dayanarak, bilimin doruğuna tırmanan bir felsefe, yöntem, teori ve eylem kılavuzu koydu. Marx’ın tahlil ettiği gerçeklik ve eleştiriler tarihseldi. Bu yüzden doğruydu ve bu yüzden Marx eşsiz birikimi, bilimsel ve tarihsel mirasıyla bugün hâlâ dayanılan güç olarak kitlelerin bilincindeki yerini koruyor.

Genç Karl Marx’a kadar Marx bir karakter olarak sinemada neredeyse hiç yer bulamamıştı. Ancak Marx’ın birikimi, kitlelerin eylem kılavuzu olarak ve temsil ettiği birikimin derinliğiyle elbette sanatta karşılığını buldu, bulmaya devam ediyor. Bunun en derinden ve açık hissedildiği alan da sinema oldu. Hatta öyle ki sinema tarihinde en önemli belirleyiciler tartışmasız Marx’ın felsefesi ve teorisi ile o teoriye yapılan katkılar oldu. Bütün bunların esasında yatan ana fikir ise gerçeği kavramak ve onu dönüştürmekti.

İşte sinemanın tarihi de sınıfların konumlarına göre değişen gerçekle kurulan ilişki, onun kavranışı, dönüştürülmesi ve bu pratiğin yönüne göre belirlendi.

Gerçeğin ustası Marx’ı, gerçeğin kitlelerin elinde devrimci bir silaha dönüştüğü Marx sonrası dönemde, sinema tarihinde arayacağız yazımızda. Bunun için de öncelikle gerçekçiliğin hangi miras üzerinde yükseldiğini anlamak gerek.

Kuşkusuz gerçeğin bir kavram olarak ele alınışının tarihi insanlık tarihi kadar eski bir tartışma. İnsanlık tarihi bir açıdan gerçek ve gerçekliğin tarifi ve gerçeklikle kurulan ilişki üzerinde şekillendi ve ilerledi.

Öte yandan gerçek ve gerçekçilik, burjuvazinin yüzyıllara yayılan kültür devrimi içinde gelişti, burjuva demokratik devrimlerinin dinamiği ile atılım yapan bilimle aydınlandı ve görünür hale geldi. Yüzyıllar boyu aranan gerçek, göklerden yere -ama önce burjuvazinin aklına ve avuçlarına- düştü.

Gerçeğin izlediği tarihsel yol, gerçeğin tarihsel görünümü gibi bir yandan birikim olarak sürekliliği beraberinde getirirken bir yandan da atılım anlamıyla bir sıçrayışı ve kopuşu içinde barındırıyordu. Kuşkusuz bu kopuşu hızlandıran sıçramalar da yine on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılı sarsan hızlı dönüşüm ve toplumsal hareketler zemininde gerçekleşti.

Değiştirmeye çalışanın kendi de o süreç içinde değişir. Sanat da bundan bağımsız olmadı.

 

Marx ve gerçekçilik

İşte burada da karşımıza Marx öncesi ve sonrası olarak ayrılan bir dönem ortaya çıkıyor. Marx ve Engels, kapitalizmin onu yıkacak olan iç çelişmelerini tespit ettiler. Toplumsal değişim ve ilerlemelerin, daha açık ifadeyle tarihin maddesinin açıklaması ile yapılan bilimsel katkının, işçi sınıfının ayaklanma ve iktidar denemeleri dönemine denk düşmesi anlamlıdır. Marx’ın felsefeyle

toplumsal pratiği birleştirmesini sağlayan, onun işçi sınıfının örgütlenme ve ayaklanma denemelerine tanıklığı, bu deneyimlerin yarattığı ortamın etkileri ile burjuva düşünür ve iktisatçılarıydı. Bu bağlamda onun Shakespeare, Cervantes gibi gerçekçiliğe ilk şeklini veren kaynaklara olan ilgisi ve döneminin burjuva gerçekçilerinin estetiği ve sanatına olan yakınlığın ötesine varan duygudaşlığı ve düşünsel ortaklığı oldukça anlamlıdır. Aynı şekilde Marx’ın Balzac’ın “Gizli Başyapıt” kitabına olan ilgisi de dikkat çekicidir.

Marx’ın sanat ve estetik ile ilgili yaklaşımını doğrudan yazdığı bir kaynak bulunmuyor. Eserlerinde bunlara ilişkin nüveler varsa da bütünlüklü ve açık bir değerlendirmeye rastlamıyoruz.

Marx’ın kendinden sonra sanatı ama özellikle de sinemayı bu derece etkilemesinin de kuşkusuz tarihsel bir anlamı var. Sinema Marx’ın ölümünden yıllar sonra ortaya çıkabilmişti. Hayatında hiç film izlememiş olan Marx, hem farklı akımların özündeki anlayışlar açısından hem de tekniğin kavranışı ve uygulanışıyla ilgili akımlar arasında hararetli tartışmaların tam ortasında bulunuyordu.

Marx sanat ve estetiği yorumlamadı, yorumlayamadı. Burjuvazinin sanat ve estetik birikimi ile kültür devrimi yüzyıllara yayılan deneyimi ve üretimi dikkate alındığında toplumsal pratiği ve birikimi sınırlı işçi sınıfının bu estetiğin üzerine çıkması henüz mümkün değildi. Kaldı ki işçi sınıfı ile köylülük arasındaki kopukluk ve işçi sınıfının ittifaklardan yoksunluğu Paris Komünü’nün yıkılmasını doğuracak kadar derindi. Burjuvazinin köylülükle ittifakının da bütünüyle dağıldığı söylenemezdi. Köylülüğün pratiği de burjuva sanatına hâlâ yansımaktaydı. Bu birikimle yarışacak bir sınıf kültürü ve bunun üretimi söz konusu değildi. Nitekim Marx’ın da dâhil olduğu aydınlar tarafından burjuva sanatının değerleri, ilerici yönleriyle bir mirastan öte güncel bir değer olarak kabul gördü.

Bu yönüyle bir kopukluktan bahsetmek söz konusu değil.

Marx, bilimsel sosyalizmin bir toplumsal pratik haline dönüşmesinin başarısız girişimlerine tanık olsa da emekçi iktidarını göremedi. Öyle ki Marx emekçilerin tarihsel pratiğiyle ancak ileride var olacak bir kültüre felsefesiyle katkı sağladı. Öte yandan emekçilerin yani geleceğin sanat felsefesi, emekçi pratiğin yoğunlaştığı ve egemen olduğu koşullarda var olabildi. Marx’ın estetiği de yirminci yüzyılda emekçinin pratiği ve iktidarı ile gerçek yerini buldu ve toplumcu nitelemesini kazandı; gerçekçilik ancak emekçinin ellerinde ve onun sanatında insanlığın değeri olarak hayat buldu.

 

Sovyet Devrimi ve sinema

Her ne kadar sinema ABD’de ve Fransa’da ortaya çıkmışsa da sinemaya esas değerini veren onun Sovyet Devrimi’nin içinde biçimlenmesi oldu. Yani sinema, kitlelerin sanatı, kitlelere yönelen bir sanat olduğunda ve daha önemlisi gerçeğin keşfine soyunduğunda bir sanat haline geldi.

Ekim Devrimi’nden sadece haftalar sonra Leningrad’da Sinema Komisyonu kurulurken yine aynı yıl içinde sinema işçileri, OKO (Dağıtımcı, Gösterimci ve Yapımcılar Federasyonu), Sinema Sanatı İşçileri Birliği ve Sinema-Tiyatro İşçileri Birliği gibi örgütlere kavuşmuştu.

Emekçi iktidarının sinemayı örgütlemeye başlaması ile sinemacıların iktidardan ayrı olarak da örgütlenmesi devrimci dinamizm bir sanatsal ufka ve derinliğe dönüştü. Sovyet sinemasının montaj keşifleri, üretimleri ve hatta gerçeğin nasıl sunulacağı, gerçekle nasıl ilişki kurulacağı, bu kavrayışın hangi biçim ve yönteme uygun düştüğü gibi tartışmalar ve arayışlar, sinemaya dünya çapında damga vurdu. Sovyetlerin ilk on yılı içinde üretilen filmler ve ortaya konan teknik sıçramanın sinema tarihine açtığı kapı 60’lı yıllara kadar uzanan pratiğin ve hatta bugüne kadar çağdaş sinemanın hareket noktası oldu.

Sovyet arşivlerinde çalışan ilk Batılı tarihçi Marc Ferro’nun da altını çizdiği gibi Sovyet iktidarı, sinemacılık mesleğini “öteki yazar ve sanatçı gruplarıyla eşit olarak meşru kılan tarihin ilk rejimi” idi.

Sinema Çarlık döneminde Rusya’ya girmişti. Bu dönemde yapım şirketleri kurulmuş ve devrime kadar geçen on yılı aşkın sürede filmler de üretilmişti; ancak o filmlerin hiçbiri sinema tarihinde bir yer tutmadı. Sinema soyluların elinde melankoli ve nihilizme bulanmış basit aşk filmlerinden öteye gidememişti.

Ekim Devrimi’yle kazanılan o dinamizmin devrim sinemasını yaratma çabası, sinemada da bir devrimi beraberinde getirdi. Bu karşılıklı ilişkinin yaratılmasında devrimin önderliğinin etkisi esastı.

Henüz iç savaş koşullarındayken Lenin, 27 Ağustos 1919 tarihli ve “Fotoğraf ve Sinema Ticaret ve Sanayiinin Narkompros’a (RSFRS Halk Komiserleri Konseyi) Devredilmesine İlişkin Kararname” ile sinemayı kamulaştırdı. Bu kararnameden sadece günler sonra (1 Eylül 1919), dünyanın ilk sinema okulu, Devlet Sinema Enstitüsü (VGIK) kurulacaktı.

Eisenstein, Pudovkin, Bondarçuk, Dovzhenko, Gerasimov gibi pek çoğu sinema tarihine geçmiş yönetmen aynı zamanda bu okulun hocalarıydı. “Şiirsel sinema”sıyla sinemada çığır açan Tarkovski de diğer önemli yönetmenlerle birlikte yine bu okulun mezunudur. Aslında bütün sinema tarihi bir anlamda bu okulun eğitiminden geçmiştir, etkilerini yaşamıştır ya da hâlâ yaşamaktadır desek abartmış olmayız.

Tayfun TAŞLIOĞLU

Yazının tamamı Bilim ve Ütopya'nın mayıs 2018 sayısında!

Kültür