Aşka değinmeler

Yazan
Cemil Gözel
Bilim ve Ütopya Genel Yayın Yönetmeni
Yazının Okunma Süresi
7 dk.

Proust, Swann’ların Tarafı’nda, aşkla ilgili cümleler sığdırmıştı bir paragrafa. O paragrafı onlarca kez okudum belki. Kitabı okurken uzun süre takılı kaldım, sayfa atlayamadım. Kitap bittikten sonra dönüp baktım. Bazı sohbetlerde eşle, dostla paylaştım. Bağlandım sanki o paragrafa uzun süre, türlü gözlemlerimi onunla sınadım. Nedenini de düşündüm çok. Belki geçmişimde, unutmak istediğim bir zaman dilimine denk düşmüştü. –Faruk Duman, unuttuğun şeylerin öldüğünü sanıyordun, diye yazmıştı bir öyküsünde– Öldüğünü sandığım kimi duygularımı beslemişti; belki de hareket ettirmişti. Çözebildiğim bir problem değil bu. Kesin olan bir şey varsa o da şu, takıntı hâline geldi o paragraf bende.

Proust, karşılıklı olmasını pek önemsemediğimiz, sırf âşık olmanın zevki için âşık olmakla yetindiğimiz bir yaştan bahsediyor. İlk gençlik çağları olmalı. Çünkü gençlikte iki kalp arası yakınlaşma aşkın kaçınılmaz olarak yöneldiği bir hedef Proust’a göre. Ve böyle bir yakınlaşma aşktan önce ortaya çıkarsa aşkın nedeni hâline de gelebilir diyor.

Haksız mı? Sanmıyorum. Sırf o duyguyu yaşamak için, hayatının bir evresinde, kim kendisini çıkamayacağı kuyulara atmamıştır? Kim nice gecelerini boş bir kâğıt parçasının üzerinde harcamamıştır. “Sizden uykusuz geceler boyunca içtiğim sigara paketlerinin acısını alacağım”, diye yazmıştı Enver Gökçe. Kim ağzında nikotin acılığını gelmek bilmeyen sabahlara taşımamıştır?

“Gençlikte, âşık olduğumuz kadının kalbine sahip olmayı hayal ederiz; daha ileri yaşlarda, bir kadının kalbine sahip olduğumuzu hissetmek, ona âşık olmamıza yetebilir.” Bu önerme, Proust’a göre, aşkta öznel hazzın göstergesi. Zaten Proust, başından beri, insan hayatının evrelerine göre değişkenlik gösteren aşkın öznel bir haz olduğunu kanıtlamaya çalışıyor sanki. Aksi hâlde, aşkın “şaşkın ve edilgen kalbimizin karşısında tek başına, kendi meçhul ve kaçınılmaz yasalarına göre” ilerlediğini savunurdu. Oysa o tam tersini savunuyor. Aşkı ilerleten biziz; hafızamızın yardımı ve telkinlerle onu biz besleriz. Hafızamızın burada önemli bir işlevi vardır çünkü hayatımızda aşka birçok kez maruz kalmışızdır. Ve başımıza tekrar geldiği zaman, içimizde zaten kayıtlı olan aşkın şarkısını ezbere bildiğimiz için, âşık olduğumuz kadının onu baştan söylemesine gerek duymayız.

Aşkta öznel haz benim için haklı bir saptama… Sonuçta aynı yaşamıyor kimse aynı şeyi. Thomas Nagel’in, “diğer zihinler” üzerine düşünürken, “Fiziksel uyarımlarla tecrübeler arasında gözlemleyebileceğiniz yegâne uyum sadece kendi tecrübenizle sınırlı olanıdır.” cümlesi geldi aklıma şimdi. Öyleyse, ezbere bildiğimiz o şarkının bile, en azından ritmiyle, değiştiğini söylemeliyiz. Bu yüzden belki de aşk sözcüğü, yani onun ifade ettiği duygu durumu, bütünsel bir tanımla ifade edilemiyor. Bu konuya kafa yoran, düşünen, yazan, çizen ve en önemlisi yaşayan herkesin kendi duygu dünyasından ürettiği bir tanımı var. Ve çoğunlukla bu tanımlar tutmuyor birbirini. Çünkü Nagel’in dediği gibi, “Zihin, davranış, anatomi ve fiziksel durumlar arasında bir korelasyon olduğu konusunda şimdiye kadar doğrudan gözlemlediği”miz tek örnek kendimiziz. Yine de hepsinin ortak bir kümesini çıkarmak mümkün aşk konusunda; bağdaşanların salt çoğunluğunun saptandığı bir üst küme… Ama burada bir bütünsellik ve özdeş saptamalar beklemenin olumsuz bir karşılığı olurdu. Bu, aşkın tanımıyla ilgili olmamalı; her bir âşığın duygu dünyasını ne ile ördüğü, yaşam tecrübesini, görgüsünü neyin beslediği, hatta dünya görüşünün ne kadar tutarlı olduğu bile bu konuda yadsınmamalı. Bütün insanlığın ortak duygu dünyasını yansıtan bir kavram olarak aşk, özünde her bir insanın ayrı ayrı duygu dünyasını yansıtan bir kavram. Çelişki değil bu, aksine, tutarlılık; bütünsellik, özdeşlik tam da burada, bu noktada. Aşkta çelişki başka…

Cemal Süreya, aşkın, kavuşmanın öncesi olduğunu yazmıştı bir yerlerde. Anlatılmaya değer olan da oydu, kavuşmanın öncesiydi, vuslat için çekilen çileydi. Kavuşmanın anlatılmaya değer bir yanı yoktu. Çünkü kavuşma durumu, hikâyeyi, herkes için aynı seviyeye çekerdi. Örneğin masallar, âşıklar kavuşunca biterdi. Çünkü sonrasında anlatılacak bir şey bulunmuyordu. Gökten üç elma düşüyordu, o kadar… Aşk kavuşamazsan olurdu. Aklıma yatmadı benim hiçbir zaman bu çileci bakış açısı. Ben kavuşmanın sonrasının anlatılmaya değer olduğuna inandım hep. Herkes için aynı olan çile evresiydi bana göre. Çile, anlatılmaya değerse, sırf sonrasında gelecek olan güzellikler içindi. Kavuşmayı es geçen, çileyi yücelten, aşkı çileyle tarif eden her etken, aşkı olanaksızlaştırıyor, yasaklıyor aslında; aşkın önüne engeller çıkarıyor, barikatlar dikiyor. Platonik denilen aşkları da bu yüzden sevemedim hiçbir zaman. Uzak durdum hep Leyla ile Mecnun’dan, Kerem ile Aslı’dan. Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmek değildi bana göre; Tahir ile Zühre’yi aşabilmekti. Çileyle yetinmemek, o çilenin üzerine bina kurabilmekti. Çileci bakış açısı aşkı yasaklamanın bir biçimine dönüşüyor sonunda. Bunları yazarken vardım farkına, Proust’un o paragrafına, beni bağlayan kök buradan besleniyor.

Aşkın kavuşma öncesiyle ilgili bir duygu durumu olmadığını, kavuşmayı ve sonrasını da kapsayan bir süreç olduğunu düşünen bir tek ben değilim. Nermi Uygur da benzer düşünüyor: “Gerçek sevgi her şeyi kaplar…”

Nermi Uygur’la aramda derin bir bağ olduğunu söylemek zorundayım. Onu ustalarımdan bildim, ondan çok şey öğrendim, kitaplarıyla çok uğraştım, çok didiştim, tartıştım; yenildim çoğu kez, utanmadım yenildiğime, yenildikçe yeniden döndüm ona, ne zaman sıkılsa canım, kitaplarının başında buldum kendimi.

İşte şimdi kitaplarının başındayım yine.

Nermi Uygur, birleştirmeyen, hiç olmazsa uzaktan birleştirmeye yönelmeyen sevgiyi, sevgiden saymıyor. Daha doğrusu, sevgi olmadığını söylüyor onun. Sevgiyi, sevilenin ya da sevmenin kölesi olmak diye düşünenler ya gerçekten sevmiyorlar ya da sevgiyi çarpık yorumluyorlar ona göre. Sevgi, sevilenle yücelmektir, öyle söylüyor Nermi Uygur, içten içe sevinmektir, özlem gidermektir, sevilende yok olmaktır.

Nermi Uygur’un sevgiye bakışı Hegel’le bir paralellik taşıyor; sevilende yok olmak ve sevginin seveni var etmesi, Hegel’de aşkın iki öğesi. Hem Nermi Uygur’da da sevgi, sonunda, sevenden kalkan ve yine sevene dönen bir sıradüzen; sevgi, ben’in ben’i; “ötesi rastgele bir ilinek…” İşte böylece üçüncü öğe de kapımızı çalıyor.  

Hegel’de aşkın öğelerinden birisi, belki de en önemlisi, sevenin “ben varım” demesi; yani sevenin önce kendi benliğini, varlığını kavraması, özünü bulması ve olumlamasıdır. Seven, özünü bulduktan sonra, onu sevilende unutmalıdır. Bu süreç, sevenin olumlanan özünün sevilende olumsuzlanmasıdır Hegel’e göre. İş bununla bitse iyi, seven, sevilende unuttuğu özünü, daha derin bir anlamda yeniden bulmalıdır. Bu, hakiki özüdür aşkın. Yani sevenin, özünü unutarak yeniden bulmasıdır... Bir yabancılaşma durumu olarak anlaşılabilir bu süreç. Oysa Hegel’in kurduğu mantıkta olumlanan sav, karşı savla olumsuzlanmakta ve buradan daha yüksek bir sav doğmaktadır.

Hegel özünde, sevilenin, sevenin karşıtı olmadığını, sevenin özüyle özdeşleştiğini söylüyor. Yani sevince, sevdiğimizde kendimizi görürüz ya da buluruz ama ne sevdiğimiz bizdir ne de biz sevdiğimizizdir. Çünkü başa, daha yüksek bir anlamla ilk öğeye döneriz: Ama artık ben ilk hâlim değilimdir. Kul Himmet’in, kusurumu gördüm kendi özümden demesince, aşkı gördüm kendi özümden ama sevdiğimin özünde unuttuktan sonra daha yüksek bir anlamda bularak gördüm. Çileci bakış açısına ne kadar ters fikirler… Kuşkusuz iki yaklaşımda da seven ve sevilen vazgeçilmez iki bileşendir ama çilecilikte üçüncü bileşen çileyken Hegel’de bu sevgidir.

John Berger’e göre sevilen kişi tek, belirgin ve ayrı bir varlıktır. İnsan sevdiğini genel geçer değerlerin ötesinde, ne kadar yakından tanımlamaya çalışırsa, o kadar yakından sever. Hegel’in izlerini taşıyor bu saptamalar da. Ama beni asıl büyüleyen ve Hegel’in öğeleriyle daha yüksek bir bütünsellik içeren, “Manhattan” hakkında yazdığı o kısa fakat çarpıcı makalesindeki birkaç cümledir. Berger, sevenin sevileni yaratmak için kendi varlığını ortadan kaldırdığını ve bu durumda, amaca ulaşmak için kişinin önüne çıkan her engelin ona bir darbe gibi geldiğini yazmıştır. Kendi varlığını ortadan kaldıran kişi, varlığını yeniden ve yüksek bir düzeyden kuşanmadığı müddetçe, her türlü darbeye açık hâle geliyor demek ki. Ama varlığını kuşanmak için koşuyor da bir yandan. Öyleyse aşkın o muhteşem dizgesinde bir sapma mı bu? Aşka inancın kırık dökük hikâyesinin bulanık yüzü mü? Değil elbette. İnsanın, en çıplak, en savunmasız hâlinde, en küçük engelde bile, bir darbe etkisi araması kadar normal ne olabilir? Çünkü bütün engeller hemen aşılmak istenmektedir. Çünkü seven sevilende varlığına koşmaktadır. Aşkın inancı işte buradan taşıyor. Ve Berger, entropi yasasına karşı çıkabileceğimiz tek şeyin aşkın inancı olduğunu söylüyor.

İrfan Yalçın’la yaptığımız uzun şöyleşilerden birinin izleğiydi aşk. Ben sohbeti “toplumsal aşk” diyebileceğimiz bir konuya ısrarla sürüklemeye çalıştıkça kızmıştı. “Bireysel aşk”ı küçümsediğimi söylemişti. Küçümsüyor muydum? Sadece “bireysel aşk”ta uzun uzun konuşulacak bir şey olmadığını düşünmüş olmayım o zamanlar. Oysa söyleşi ilerledikçe, İrfan Yalçın’ın aşk hakkındaki görüşlerinin berraklığına çarpıldım. Aşkın Yedi Rengi kitabını da yeni okumuştum. Üç bölümden oluşan romanın birinci bölümünde iki gencin aşklarının doğumuna tanıklık ettirmişti bizi usta romancı. Çileden eser yoktu burada, kavuşmanın öncesinde. Aksine, nedenini tarif etmekte zorlandığım bir heyecana sürüklemişti beni; “masal kuşları kadar güzel”di. O heyecan uzun sürmedi ama. İkinci bölümde, yalnızlık, bunalım, ağır ağır kendisini duyumsatan ayrılık gelip çatmıştı. O “ipek zarflı pembe mektuplar”, sanki yüreğime yazılmıştı. Üçüncü bölüm ise bir ağacın beklenmedik bir anda devrilmesi gibiydi üzerime; yaralayıcıydı. “Kanlı günlerden” elime kan bulaştı.

İrfan Yalçın romanının başına iki dize kondurmuştu: “Bir sevda ki sonu hicran/Bir sevda ki hep yalnızlığa uzayan.” Romanın özeti bu iki dizedeydi benim algıma göre. Zaten İrfan Yalçın’ın romanının izleği bir bütün olarak aşk da değildi; romanda, “iki genç insanın, kişiliklerini eğip bükmeden, nesneleşmeden ve nesneleştirmeden, yani hep özne kalarak birbirlerini sevmelerini, kısacası her var olan gibi çelişkiler taşıyan bir sevgiyi odak noktası yapıp bu sevginin optiğinden, içinde yaşadığı(mız) toplumu, insanları, doğayı, yönetimi, giderek dünya düzenini” anlatıyordu. Yine de bu iki dize, aşkın da hikâyesi, tarihinin bir özeti olabilir miydi? Hayır, ben böyle düşünmüyorum. Bu da bir başka yönden çilecilik olurdu.

Aşkın sonunun mutlak hicran olması, hep yalnızlığa uzaması, mutsuzlukla sonlanması gerçeği yansıtmıyor. Evet, aşk çelişkiler taşıyor, düz bir yol izlemiyor. Ama “kim neyi severse sevsin, neye âşık olursa olsun, mutluluk duyuyor”, İrfan Yalçın’ın dediği gibi, “ne kadar seviyorsak o kadar mutluyuz.” Hatta o kadar insanız.

Bu sayı, bu yüzden, ne kadar insan olduğumuzla ilgileniyor.

Çiviyazısı