Savaşın mikrobik tarihi – IV

Yazan
Erdem Ergen
Yazının Okunma Süresi
22 dakika

Ülkemizde, akademik açıdan, üzerinde yeterli çalışmanın yapılmadığını düşündüğümüz biyolojik savaşı ele aldığımız yazı dizimizin sonuncu makalesiyle birlikteyiz. Kuşkusuz bu dizi, farklı noktaları temel alarak daha farklı bir içerikle de tasarlanabilirdi. Bizim yazılarımızı kaleme alırken temel amacımız; komplo teorilerinin daha çok göze çarptığı ülkemizin bu alandaki yazılı kültürüne bilimsel yaklaşım sergileyen bir çalışma meydana getirmekti. Temel sınırlılığımız ise meselenin tarihsel gelişimine kuş bakışı bir göz atmaktı. İlk makalede bahsettiğimiz gibi, meselenin etik boyutları, uluslararası iş birliği ve biyolojik saldırıların önlenmesine dair protokollerin geliştirilmesi, konunun mikrobiyolojik düzeyde teknik analizi, ilgi alanızda değildir, kuşkusuz bu başlıklardan her birisi derinlikli başka dizi yazıları mecbur kılacaktır. Bu alanda çok daha etkili çalışmaların Covid-19 sonrasında ülkemizde de yapılacağını öngörüyoruz.

Bu son makalemizde 8 ülkenin geliştirdikleri biyolojik savaş programlarına yer veriyoruz. 20. yüzyılın başlarından günümüze bu programları, savaş alanlarındaki uygulamalarını mercek altına alıyoruz.

Biyolojik silah programlarının arka planı

Bir önceki yazımızda biyolojik savaş çalışmalarına temel teşkil eden kimi bilimsel ve teknik alanları başlıklar halinde sunmuştuk. Tıp bilimlerinin altında şekillenen ve önemli laboratuvar imkânı gerektiren bu çalışmaların temel ihtiyaçlarını şöyle sıralayabiliriz:

  1. Uzun süreli bilimsel çalışma ve ar-ge faaliyetleri,
  2. Bu çalışmaları yürütebilecek donanımda bilimci ordusu,
  3. Uzun soluklu olan bu çalışmaları kesintisiz olarak fonlayacak devlet bütçesi,
  4. Biyolojik savunmanın ulusal savunmanın önemli bir maddesi olduğu gerçeğinden hareketle ilgili birçok bakanlığın konuyla ilgili kısa, orta ve uzun vadeli tekil çalışmaları ve eşgüdümlü ortaklığı ve her bakanlığın konuyla ilgili üzerine düşen ar-ge çalışmalarını yürütmesi,
  5. Çalışmaların sürdürülebilirliği açısından tam gizlilik ilkesiyle çalışılması, ilgili tesis veya tesislerin gizlenmesi, çalışmalar sonucu elde edilen ürünlerin muhafazası.

Yukarıdaki maddelerin bir tanesinin eksikliğinde biyolojik silah programlarının çalışmaları sağlıklı ve sistemli bir biçimde yürütülemez. Bununla birlikte üstte maddeleştirdiğimiz koşullardan göreceğimiz üzere biyolojik silah programlarına sahip olmak her devletin harcı değildir. Gelişmiş bir ekonomi, bilimsel birikimin yanı sıra teknoloji ve askeri güç gerektirir. Aşağıda biyolojik silah programları ve uygulamaları hakkında bilgiler sunacağımız devletler bu işin nasıl bir ligde yapılabildiği konusunda daha net fikre sahip olmamızı sağlayacaktır.

Bugüne kadar yapılan araştırmalar sayıları on civarında devletin ciddi biyolojik silah programına sahip olduğu yönündedir. Almanya, İngiltere, Fransa, ABD, SSCB, Kanada, İsrail, Japonya sürdürdükleri biyolojik silah programlarıyla ilk akla gelen ülkelerdir.

Saldırgan biyolojik madde programları

Biyolojik ajanlarla yapılan çalışmalar, saldırı ve savunma amaçlı olmak üzere iki yönlüdür. Bu alanda özel çalışma yapan ülkelerin uğraştıkları teorik veya pratik faaliyetler aşağıda sıralayacağımız maddelere göre saldırgan veya savunmacı ve barışçıl olarak nitelenirler. Bizler saldırgan (ofansif) çalışmanın niteliklerini sergilemekle yetineceğiz:

  1. Savaş ajanları geliştirmek veya var olanların etkisini artırmak için yapılan ar-ge çalışmaları,
  2. Belirli savaş ajanları için geliştirilmiş üretim tekniklerinin ilerletilmesi,
  3. Ajanların, genişçe bir çevreye dağılabilmeleri için en uygun hale getirilmeleri,
  4. Belirli savaş ajanlarının sürekli olarak üretimi ve bu ajanların silahlaştırılmaları veya
  5. Mevcut operasyonel silahların modellerinin sürekli geliştirilmesi, bu silahlarda kullanılan mühimmatların fazla miktarlarda depolanması.

ABD’nin biyolojik silah programı

  1. Dünya Savaşı süresince Almanya’nın savaşta biyolojik silahlar kullandığı iddiası yaygındı. O dönemde yeni Kurulan Milletler Cemiyeti’nin konu üzerinde kapsamlı bir yol haritasının olmaması sebebiyle bu iddiaların gerçekliği ispat edilemedi.  Amerika Birleşik Devletleri açısından da 1930’lara gelene kadar biyolojik silah programına tanık olmuyoruz.[1][2]

1930’lu yılların sonlarındaysa Japonya’nın bu alandaki faaliyetleri ABD açısından kaygı uyandıracak seviyeye gelmişti. Çin anakarasında bulunan Mançurya’yı işgal eden Japon güçleri burada örneğine az rastlanır bir biyolojik silah çalışması yürütmüştü. Tüm bu gelişmeler üzerine düğmeye basan ABD, dönemin savaş bakanı Henry Stimson’un başkanlığında biyolojik silah çalışmalarını başlatır.

1943 yılında, Maryland’de bulunan Fort Detrick Askeri Üssü artık bu çalışmaların merkezidir.[3] Haziran 1944’te ABD’nin savunma amaçlı az miktarda botulinum toksin ve şarbonlu büyükbaş hayvan yemi stokladığı iddia edildi.[4][5] ABD’nin bu alanda savaş yıllarında geliştirdiği en önemli teknolojiyse; iri ve ufak patojen partiküllerin aerosol yöntemle yayılması oldu. ABD’nin bu alandaki çalışmaların temel gerekçesinin ise Almanya ve Japonya’nın biyolojik silah faaliyetleri olduğu ileri sürülüyor.

1950 yılında ABD, Kore Savaşı’nda Sovyet ordusuna karşı kullanmak amacıyla buğday pası isimli silahı tasarladı. 1954 yılındaysa, Arkansas eyaletinde bulunan Pine Bluff Arsenal Askeri Üssü’nde ilk bakteri ajan üretim tesisini açtı. Brusella suis üzerinde çalışan tesis ayda 650 ton üretim kapasitesine sahipti.[6] ABD’nin biyolojik silah programı, 1950-1960 arası dönemde daha da gelişir. 3400 personel ve birçok tesisi kapsayan program çerçevesinde, Bacillus anthracis, Francisella tularensis, Brucella suis, Coxiella burnetti, Venezuela at ensefaliti (VEE) virüsü, sarı humma virüsü, botulin (bozuk gıda zehiri), staphylococcal enterotoxin, ve tarım ürünlerine zarar veren Pyricularia oryzae ve Puccinia graminis ajanları üzerinde çalışılmıştır.[7]

1969 yılındaysa. ABD Başkanı Richard Nixon önemli bir karara imza atarak biyolojik savaş programını resmi olarak durdurdu. İlgili tesislerdeyse biyolojik savunma ve barış hedefli çalışmalar yapılacağı duyuruldu. ABD cephesinden yapılan resmî açıklamada, biyolojik silahlara sahip olma arzusundaki ülkelerin ABD açısından yaratacağı riskin altı çizildi. Bu konuda önemli bir motivasyon unsurunun da biyolojik silahların kullanımını yasaklayan Biyolojik ve Toksin Silah Konvansiyonu’nun kurulmasında alınan mesafe olduğu kaydediliyor. ABD bu konuda son olarak 1997 yılında Küba tarafından yapılan, trips palmi maddesi kullanımıyla ilgili suçlamayla maruz kalmışsa da bu iddialar kanıtlanamamıştır.[8]

Japonya’nın biyolojik silah programı

1930’larda biyolojik silah çalışmalarına başlayan Japonya, 1945 yılına gelindiğinde önemli mesafe kat etmiştir.[9] Biyolojik silahlanma programına diğer ülkelere kıyasla geriden başlayan Japonya, yoğun çalışma temposuyla aradaki farkı kısa sürede kapatmıştır. Japon silahlı kuvvetlerinin denetimindeki akademisyenler ve doktorların başını çektikleri programın temel amacı; Japon ordusunun vuruş gücünün artırılmasıydı.

Japonya’nın biyolojik silahlanma programının öncüsü Shiro Ishii’dir. 1930-1942 yılları arasında bu faaliyetleri yöneten Ishii, 1930 öncesinde, biyolojik silah çalışmaları hakkında bilgilenmek maksadıyla iki yıl yurtdışında temaslarda bulunmuştur. ABD’deki laboratuvarları inceleyen Ishii, gezi dönüşü ülkesindeki yetkili mercilere biyolojik silah programının ülkesi silahlı kuvvetleri açısından taşıyacağı öneme dikkat çeken bir rapor kaleme aldı. Ülkenin karar mercilerinin onayının ardından 1930’da Tokyo Askeri Tıp Okulu bünyesinde kurulan İmmünoloji bölümünün başına atandı. Ishii’nin Japonya’nın biyolojik silah çalışmalarının ilk safhasını burada yönetti.

Japonların Mançurya’yı işgalinden sonra Çin’e gelen Ishii, burada önce 1932’de Harbin’de ardından 1933’de Beiyinhe’de Zhong Ma kampında sivil halk üzerinde biyolojik silahlarını denedi. 1939 yılında Ping Fan’a taşınan tesis, 5 ek tesisin yanı sıra içlerinde mikrobiyolog, entomolojist (böcek bilimci), botanikçi, fizikçi ve teknisyenlerin de bulunduğu 150 bina içinde çalışan 3000 personel ile faaliyetlerini sürdürmüş, 1941 yılında Unit 731 (731. Birlik) adı altında çalışmalarına devam etmiştir.[10][11]

Japonya’nın ilk sistemli biyolojik savaş tesisi 1932 yılında Çin Cumhuriyeti toprağı olan Mançurya’da kurduğu Harbin’dir, Harbin 1933 yılında, Ishii’nin deneylerinde insanları kullandığı Zhong Ma kampının bulunduğu Beiyinhe’ye nakledilmiştir. Daha sonra 1939’da Ping Fan’a taşındı. 1941 yılında Unit 731 adını alacak olan bu birlik, insanlık açısından Nazilerinkine benzer iz bırakmıştır. Ancak bu suç makinesinin tasarımcıları, faaliyetlerinin püf noktalarını ABD’ye öğretmek amacıyla bu sefer de Camp Detrick’e taşındılar ve hayatlarının sonuna değin insanlığa karşı işledikleri suçlarından yargılanmak şöyle dursun, gayet rahat bir ömür sürdüler. Japonya’nın biyolojik silah programı Mançurya’da konuşlu üç birlikten beslenmiştir. Bunlardan ilki Çançun’daki 100. Birlik’tir. Burada 731. Birlik tarafından geliştirilen biyolojik ajanlar, insan, hayvan ve bitki toplulukları üzerinde kullanılacak biyolojik silahlara dönüştürülüyordu. Bu tesiste geliştirilen; bacillus anthracis, clostridium botulinum, clostridium perfringens, neisseria meningitides, shigella spp., vibrio cholera ve yersinia pestis maddeleri cezaevinde 10.000 civarında Çin’li mahkum üzerinde denenerek onların ölümlerine sebebiyet verdi.[12][13][14][15]

Söz konusu cezaevinde denek olmaya direnenler öldürülerek, bu sefer ajanların bedenleri üzerindeki etkileri incelendi. Programda bulunan Japon askerleri, bu deneyler sırasında tek bir Çin’linin dahi yaşamasına izin verilmediğini belirttiler.[16]

İkinci birlik, Kitano Misaji komutasında Mukden’deki birliktir.

Ei-1644 adlı üçüncü birlik ise Nanking’de bulunan Çin’e ait bir hastanede faaliyetlerine devam etti. Burada insanlar üzerinde kullanılmak üzere toksin araştırmaları yapılıyordu.[17][18]

Japon biyolojik savaş programının ikinci lideri ise Kitano Misaji’dir. Misaji 1943-1945 yıllarında programın yürütücüsü olarak görev almıştır.

Ishii’nin yönetimindeki Japonların, 1932-1945 yılları arasında Çinliler üzerinde yaptıkları biyolojik silah deneyleri sonucu on binlerce Çinlinin yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.[19] Ayrıca bu biyolojik savaş ünitelerine yakın bölgelerdeki on binlerce Çinli, su kaynaklarının tifoyla kirletilmesi, gıda kaynaklarının sabote edilmesi, vb. yöntemlerle saldırıya maruz kalmış ve çoğu veba sebebiyle on binlerce masum sivil, Japon biyolojik savaş mekanizmasının saldırısı altında sistemli bir biçimde yok edilmiştir. Uluslararası toplumda, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının haklı duyarlılığı bugün de paylaşılıyor. Ancak bu duyarlılığa Mançurya’da yaşanan trajedinin hâlâ eklenmemiş olmasının ise adalet duygusuyla açıklanır bir yanı yoktur.

İnsanlık, Japonya’nın biyolojik savaş programına ilişkin, 2. Dünya Savaşı bitimine değin fazlaca bir şey öğrenememiştir. Bunun 2 sebebi vardır:

Bunlardan ilki, Savaş sonrası pek çok ülke tarafından savaş suçlusu olarak yargılanmak istenen Japon biyolojik savaş programının üyesi bilim adamları, bilgilerini ABD hükümetiyle paylaşmışlar ve bu sayede elde ettikleri dokunulmazlıkla hayatlarının kalan kısmını serbestçe ancak gözlerden uzak sürdürmüşlerdir. Ishii ve Misaji’nin de içinde olduğu biyolojik savaş ekibi, ABD’nin Maryland eyaletinde bulunan Askeri Tıp Komutanlığı Camp Detrick’e gelmişlerdir. İkinci bir gerekçe SSCB’nin savaş sonunda yakaladığı Japon biyolojik savaş programı üyesi bilim adamlarından gerekli bilgileri almak amacıyla onları SSCB’ye götürmüş olmasıdır. Japonya’nın biyolojik silah programının ayrıntılı kayıtları ya yakılmış veya başka suretlerle yok edilmiş, halka hiçbir zaman açıklanmamıştır.

Almanya’nın biyolojik savaş programı

Almanya, müttefik kuvvetlerce 2. Dünya Savaşı’nda gelişkin biyolojik silahlara sahip olmakla suçlandı. Ancak daha sonrasında yapılan araştırmalar, Almanya’nın bu alanda sınırlı düzeyde birikimi olduğunu gösterdi.[20][21]

Almanya’nın saldırı amaçlı biyolojik silah programı, 1933 yılında başlatılmıştır. 1934 yılında The Times’in editörü ve dönemin saygın gazetecisi Henry Wickham Steed’in yazdığı Almanya’nın biyolojik silah faaliyetlerini ele alan makalesi, sansasyon yaratmanın ötesinde Almanya’nın bu alandaki programını az da olsa göz önüne serdi. Steed yazısında, Serratia marcescens adlı ajanın Paris Metrosu’nun havalandırmasının kullanılarak metroya bulaştırıldığını iddia etmişti. Bu iddianın yanı sıra, 1936-1937 yıllarında Berlin’de bulunan Askeri Bakteriyoloji Enstitüsü’nce hayvanları hedef alan şarbon denemeleri yapıldığı farklı kaynaklarda ifade edildi.[22]

Fakat buna rağmen toplanan veriler, Almanya’nın biyolojik silah çalışmalarının merkezi düzeyde yürütüldüğünü ispat etmekten uzaktır. Bunun yanında, Adolf Hitler’in 1939’da biyolojik silah programını yasakladığı da bilinmektedir.[23][24]

Almanların, 2. Dünya Savaşı sırasında tutuklular üzerinde Rickettsia prowazekii, Rickettsia mooseri patojenleri yanı sıra hepatit A virüsü ve malaryaya yol açan bazı virüsleri denedikleri bilinmekle birlikte söz konusu denemelerin silah geliştirme amacıyla yapılmadığı ortaya çıkmıştır. Savaş sonrasındaysa Almanya’nın biyolojik silah programına sahip olduğu belgelenememiştir.[25]

İsrail’in biyolojik silah programı

İsrail’in konvansiyonel olmayan silah geçmişinin ülkenin kuruluşuna dek uzandığı biliniyor. İsrail devletinin, 1948 yılında ele geçirdiği Arap yerleşim birimlerini tekrar kaybetmemek amacıyla biyolojik ajanlar kullandığı yolunda sağlam temellere dayalı iddialar hep gündemde kalmıştır.[26] Bu saldırılarda dizanteri ve tifo salgınlarına yol açan bakterilerin kullanıldığı vurgulanmıştır. Ancak Filistin’de yaşayan bazı İsrail yerleşimcilerinin henüz İsrail devleti kurulmadan önce bu faaliyetleri sürdürdüğü İsrail devletince de kabul edilen bir gerçekliktir. Ayrıca, Mısır’da 1947 yılı kasım ayında meydana gelen ve Suriye – Filistin sınırında 1948 yılı şubat ayında meydana gelen kolera salgınları yine İsrail’in biyolojik silah programlarına bağlanmıştır.[27] Dikkat edilecek olursa İsrail’in resmi kuruluş günü olan 14 Mayıs 1948 tarihinden evvel meydana gelen kimi olaylardan da İsrail sorumlu tutulmuştur. Çünkü Filistin’de yaşayan bazı İsrail yerleşimcilerinin henüz İsrail devleti kurulmadan önce bu faaliyetleri sürdürdüğü İsrail devletince de kabul edilen bir gerçekliktir.[28] Biyolojik silah programı üzerinde çalışan “Hemed Beit” 1948 başlarında İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin bilim kıtasına bağlı birlik olarak örgütlendi ve ilk çalışmalarına Yafa’daki tesisinde başladı.[29] Tesis 1948 Savaşı sonrasında, İsrail’in orta kesiminde küçük bir şehir olan Ness Ziona’nın kenar mahallelerinden birisine taşındı. Yeniden yapılandırılan kurum, askeri bir birim olmaktan silahlı kuvvetlerin desteklediği bir araştırma enstitüsüne dönüştürüldü. 1952 yılında İsrail Savunma Bakanlığı bünyesindeki başka bir örgütle birleşen kurum İsrail Biyolojik Araştırmalar Enstitüsü (IIBR) adını aldı.[30]

İsrail’in komşularıyla olan kötü ilişkilerinin, bu ülkenin 1950’li yıllar boyunca biyolojik ve kimyasal silah programlarını yalnızca geliştirmekle kalmayıp büyük oranlarda depolamasının da temel sebebi olduğu düşünülüyor. Bu dönemde biyolojik silah programına dışarıdan açıktan destek de bulan İsrail’in çalışmalarında, ABD önemli bir sponsor olarak görünüyor. ABD’nin Kudüs’te bulunan Hebrew Üniversitesi kanalıyla İsrail’in bu alandaki çalışmalarına açık katkılarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

  • ABD Tarım Bakanlığı’nca “Brucella hücre duvarının bağışıklık yapıcı etkisi” konulu proje desteği,
  • ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü’nce, “Vaccinia virüsünün replikasyonunda moleküler olaylar” konolu proje desteği,
  • ABD Silahlı Kuvvetleri’nce “Arbovirüslerin yaygınlığı ve dağılımı” konulu proje desteği.

IIBR’nin kuruluşunun ardından özellikle ülkenin lideri Ben-Gurion konvansiyonel silahları ülkenin stratejik öneme sahip ihtiyaçları arasında değerlendirmiştir, kızı Dr. Renana Leshem de bu laboratuvarlarda 20 sene mikrobiyolog olarak çalışmıştır. Biyoteknoloji çalışmalarında önemli bir mesafe ket etmiş olan İsrail’in 2010 yılındaki biyoteknoloji kazancının 3 milyar $ olduğu belirtilmektedir. İsrailli bilimciler her yıl savunma amaçlı onlarca biyolojik çalışmayı da dünya bilim çevresinin dikkatine sunmaktadır.

Özet olarak

Konuyu fazla dağıtmamak için bu dört örnek ülke özelinde biyolojik çalışmaların genel niteliğini bir kez daha vurgulamış olduk. Aslında son derece farklı boyutları olan biyolojik silah programlarının denetlenmesi, sınırlandırılması konularında uluslararası kamuoyunun girişimleri, konunun etik boyutu, biyolojik saldırıya karşı devletlerin alması gereken çeşitli kademelerdeki tedbirler, biyolojik saldırılara karşı toplumsal sistemin örgütlenmesi, teknik altyapının hazırlanması, terör ve terörizmle mücadele, küreselleşme gibi birçok ek başlıkla birlikte yapılacak yeni çalışmalar yepyeni ufuklar açacaktır.

Bu yazıyı Covid-19 salgını döneminde yazmamızın esas amacı toplumun salgın hastalıklara karşı duyarlılığının tepe noktasında olduğu bugünlerde işin bir bölümüne bilimin öncülüğünde ışık tutabilmektir. Başarabildiysek ne mutlu.

[1] Jacobs, M.K. (2004). The history of biological warfare and bioterrorism. Dermatologic Clinics, 22, s.234.

[2] Smart J. K. History of chemical and biological warfare: an American perspective. In: Sidell F. R., Takafuji E. T., Franz D. R., ed. Medical aspects of chemical and biological warfare. Washington, DC: Borden Institute; 1997. s. 9-86.

[3] Roffey R., Tegnell A. & Elgh F. (2002). Biological warfare in a historical perspective. European Society of Clinical Microbiology and Infectious Diseases, CMI, 8, s. 451.

[4] Mobley J. A. Biological warfare in the twentieth century: lessons from the past, challenges for the future. Mil. Med. 1995;160(11): s. 547-553.

[5] Robertson A. G., From asps to allegations: biological warfare in history. Mil Med. 1995;160(8): s. 369-373.

[6] Roffey R., Tegnell A. & Elgh F. (2002). age. s. 451.

[7] Leitenberg M. Biological weapons in twentieth century: A review and analysis. Crit Rev Microbiol 2001;27: s. 267-320.

[8] Leitenberg M. age. s. 267-320.

[9] Jacobs, age. s.235.

[10] Williams P., Wallace D. Unit 731: Japan’s secret biological warfarein World War II. New York: The Free Press; 1989. s. 3-12

[11] Harris S. H. Factories of death: Japanese biological warfare, 1932-1945, and the American cover-up. New York: Routledge; 2002. s. 3-112.

[12] Christopher, G. W., et al. age. s. 412-417

[13] Lesho E., Dorsey D., Bunner D. Feces, dead horses, and fleas: evolution of the hostile use of biological agents. West J. Med 1998;168:512-516.

[14] Eitzen E. M., Takafuji E. T. Historical overview of biological warfare. In: Sidell F. R., Takafuji E. T., Franz D. R., ed. Medical aspects of chemical and biological warfare. Washington, DC: Borden Institute; 1997. s. 415-423.

[15] Geissler E. Biological warfare activities in Germany, 1923-1945. In: Geissler E, van Courtland Moon J. E., ed. Biological and toxin weapons: research, development and use from the Middle Ages to 1945. New York: Oxford University Press; 1999. s. 91-126.

[16] Mobley J. A. (1995) age. s. 547-553.

[17] Eitzen E. M., et al. (1997). s.

[18] Harris S., Japanese biological warfare research on humans: a case study of microbiology and ethics. Ann NY Acad Sci 1992;666:21-52.

[19] Harris S. H. Age. (2002). s. 3-112.

[20] Christopher, G. W., et al., (1997). s. 412-417.

[21] Geissler E. age. (1999). s. 91-126.

[22] Robertson A. G.,(1995). age. s. 369-373.

[23] Robertson A. G.,(1995). age. s. 369-373

[24] Geissler E. age. (1999). s. 91-126.

[25] Eitzen E. M., et al., age. (1997). s. 415-423.

[26] Cohen A, ‘Israel and Chemical/Biological Weapons: History, Deterrence, and Arms Control’, The

Nonproliferation Review, Fall-Winter 2001, c. 8, No. 3.

[27]  Hamilton TJ, New York Times,  24 July 1948.

[28] Israel Ministry of Foreign Affairs, Science & Technology (2004 edition), URL

<http://www.mfa.gov.il/MFA/Facts+About+Israel/Science+-

+Technology/SCIENCE+AND+TECHNOLOGY.htm>

[29] Cohen A, ‘Israel and Chemical/Biological Weapons: History, Deterrence, and Arms Control’, The Nonproliferation Review , Fall-Winter 2001, vol. 8, No. 3.

[30] Age.

Tarih