19. yüzyılda sosyolojinin kurucu babalarının en önemli sorunlarının başında modernleşme adı verilen büyük dönüşümün açıklanması ve buradan hareketle toplumsal değişmenin kanunlarının keşfedilmesi gelmekteydi. Comte’tan Spercer’e, Weber’den Durkheim’a kadar modernleşmenin birinci kuşak teorisyenleri olan ilk sosyologlar, batı toplumlarının yaşadığı toplumsal dönüşümün, dünyanın geri kalanı için de geçerli evrensel bir toplumsal değişme kanununu keşfetmeyi mümkün kılacağını düşünüyorlardı. Fakat batılı toplumların yaşadığı altüst oluşun analizinde ya –en klasik örneğini Comte’ta gördüğümüz üzere- düşüncelerin değişimine öncelik tanıdılar ya da -Durkheim’da olduğu gibi- bu büyük dönüşümü değer sisteminin köklü değişiminden doğan bir ahlaki kriz olarak okudular. Bu tür yaklaşımlardan farklı olarak Marx’ın teorisinin üzerine kurulduğu ekonomi-politik temeller ve metodunu oluşturan diyalektik materyalist mantıksal çerçeve, insanların bilincini belirleyen maddi koşullara vurgu yaparak sosyolojinin kuruluşuna katkıda bulunmuştu. Bu makalede Marx’ın moderniteyi nasıl ele aldığından hareketle, son on yıllarda modernitenin krizine ilişkin tartışmalarla Marx’ın görüşleri arasındaki ilişkiye değinilmektedir.
Marx’ın modernite tartışmasında ironik bir boyut var gibidir. Modernitenin yükselişini coşkuyla karşılayan ve bu anlamda bir ‘modernist’ olan Marx, aynı zamanda modernitenin radikal bir eleştirmeni olarak karşımıza çıkar. Ancak Marx’ın moderniteyi okuma tarzı, onun aşılması potansiyelini de gösterdiği için yani tam da moderniteye yönelik eleştirel yaklaşımından dolayı, burjuvazinin, kendi eserinin kültürel temellerine sırtını dönmeye başladığı koşullarda Marx, modernitenin radikal eleştirisi üzerinden, terk edilen modernite mirasının en hakiki sahiplenicisine dönüşür.
Marx’ın modernite okuması
Marx’ın modernleşme sürecine yönelik ilk görüşlerini derli toplu biçimde bulabileceğimiz kaynak hiç şüphesiz Komünist Partisi Manifestosu’dur. Burada burjuvazinin öncülüğünde yükselen kapitalizm, ortaya çıkan muazzam ölçekli toplumsal dönüşümün temelindeki kaynak olarak işaret edilir. Bu açıdan Marx’ın optiğinden modernleşme süreci özünde kapitalizmin kurumsallaşmasıdır ve onun üstyapısı burjuva uygarlığını tamamlar.
Modern burjuva uygarlığına giden yol coğrafi keşifler ve sömürgeleştirme yoluyla açılmıştı. Keşfedilen ve ele geçirilen yeni pazarlar ticaret, denizcilik ve sanayinin o güne kadarkinden çok daha büyük bir hacme ulaşması için baskı oluşturdu. Sömürgelerden batıya akan ucuz hammadde hem batılı ülkelerin iç piyasalarında bir ticari genişlemeye yol açıyor hem de sömürgeler yeni pazar imkânları sağlıyordu. Kısa bir süre içinde feodalite dönemi boyunca sanayi üretimini sınırlı bir düzeyde tutmaya odaklı kapalı lonca yapısı, gelişen ticaret ve sanayi talebini karşılayamaz hale geldi ve çözülmeye başladı. Burjuvazi, dünyayı modern ekonomik sistemin içine adım adım alır küreselleştirirken, diğer taraftan yüzlerce yıllık üretim tarzı ve bu tarzın üzerinde yükselen ilişkileri dönüştürmeye başlamıştı. Kendi çıkarlarını maksimize etmeye dönük hareketi esnasında burjuvazi bütün toplumsal ilişkilerin üzerine kurulu olduğu üretim tarzını dönüştürdüğü, bir başka deyişle feodal toplumun yerine kapitalist toplumu geçirmeye yöneldiği için modernitenin kurucusu olan sınıftır. Burjuvazi ekonomik ve giderek siyasi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde sıkı toplumsal denetim, düşük bireyselleşme, geleneklerin ve kaderciliğin insan yaşamı üzerindeki egemenliği vb. kırsal hayata özgü ilişkilere son verdi. Böylece kapitalist modernite feodal toplumun karakteristik bir özelliği olan insanlar arasındaki dini, siyasi, toplumsal, cinsel ve ekonomik bağımlılık ilişkilerine son vererek bireyi özgürleştirdi. Bu bakımdan burjuvazi son derece devrimci bir tarihsel rol oynadı. Marx’a göre modernite, arkada kalan binyıllar boyunca yaratılmış olanlardan daha üstün bir maddi ve teknik ilerleme sergiledi. Mısır piramitlerinden, katedrallerden ve Roma’nın eserlerinden kat kat üstün harikalar yarattı.
Marx, moderniteyi karakterize eden en önemli özelliklerden birinin, tarihte emsali görülmemiş bir değişme hızı olduğuna işaret etmişti:
“Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun bütün ilişkilerini durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz. Oysa eski üretim biçimlerinin olduğu gibi korunması, daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varlık koşuluydu. Üretimin durmadan devrimcileştirilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız altüst oluşu ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırt eder. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler, arkaları sıra gelen köhne ve saygıdeğer önyargılar ve düşüncelerle birlikte silinip gider, yeni oluşanlarsa daha kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir.”
Günümüzde dillere pelesenk olmuş olan değişmeyen tek şey değişimdir sözü, modern kapitalizmin yapısal mantığı ile yakından ilişkilidir. Burada önemli olan nokta, değişmenin bir defaya mahsus olmaması, aksine kapitalist modernleşmenin ‘katı olan her şeyi buharlaştıran’ bir değişim sürekliliği ile karakterize olmasıdır.
Yazının tamamı Bilim ve Ütopya'nın mayıs 2018 sayısında!
Yrd. Doç. Dr. Atakan HATİPOĞLU