Marx, J. Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektupta modern toplumda sınıfların varlığını ve sınıf mücadelesini keşfetme onurunun kendisine ait olmadığını belirtir. Burjuva tarihçileri Marx’tan çok önce sınıf savaşının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları ise sınıfların ekonomik yapısını açıkça ortaya koymuşlardı.
Marx, aynı mektupta kendi katkısını üç maddede özetler: Sınıfsal yapıların üretimin gelişim evresindeki belirli tarihî aşamalarla yakın ilişki içinde olduğunu göstermiş; sınıf mücadelesinin zorunlu olarak “proletarya diktatörlüğüne varayacağı”nı saptamış; bu diktatörlüğün bütün sınıfların ortadan kalkacağı sınıfsız bir topluma geçiş sürecini başlatacağını öngörmüştü.
Bu katkıyı biraz daha genişletmek gerekirse, Marx’ın kapitalist mülkiyet sistemini incelediğini; kapitalist sistemde üretimin nihai amacını kâr olarak saptadığını; bir emek-değer teorisi geliştirdiğini; Kapital’de soyut bir kapitalist üretim tarzı modeli oluşturduğunu; rekabetçi bir piyasa ekonomisinin işleyişini incelediğini; kapitalist ekonominin bütün özelliklerinin iktisadi ve toplumsal içerimlerini (implications) betimlediğini; kapitalist sistemdeki mülkiyet ilişkilerinin nasıl yeniden üretildiğine ilişkin sosyolojik bir görüş geliştirdiğini; bu mülkiyet ilişkilerinin prekapitalist toplumda nasıl oluştuğuna dair tarihsel bir değerlendirme yaptığını ve nihayet, işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşullarını betimlediğini görürüz.
Marx, toplumsal sistemlerin kendi yapılarından kaynaklanan yaratıcı potansiyellerini tüketmedikçe, tarih sahnesinden çekilmeyeceklerini düşünüyordu. Ancak bir toplumsal sistemin kendini yenileyerek varlığını sürdürme potansiyelini tüketmesi, böylece tarih sahnesinden çekilmesi sadece üretim araçları ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin keskinleşmesine bağlı değildi. Bu dönüşümlerde zor kullanımı, mevcut üretim ilişkilerine sığmayan potansiyel hâkim sınıfın şiddet yöntemlerine başvurması, hızlandırıcı bir etki yaratmıştı. Feodalizmden kapitalizme geçişte de 1640 İngiliz ve 1789 Fransız devrimleri üretim araçlarının gelişme sürecinin önünde engel oluşturan sınıfları ve yönetim katmanlarını tasfiye ederek yeni bir toplumsal sistemin önünü açmıştı.
Demek ki Marx’a göre kapitalizmden “proletarya diktatörlüğü” yoluyla sosyalizme ve sonunda komünist topluma geçişte zorun, mevcut hâkim sınıfın hukuk sistemini şiddet yoluyla ortadan kaldıran devrimlerin belirleyici bir rolü vardı. Marx bu rolü, “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir; zor, bizatihi iktisadî bir güçtür” sözleriyle ifade etti.
Marx, yaşadığı dönemin iktisadi ve siyasî koşulları içinde toplumsal sistemin zorunlu ve zorla dönüşümünün tamamen işçi sınıfına bağlı olduğu sonucuna vardı; zira bu sınıf kendisini kapitalist sisteme isyan etmeye zorlayan bütün uyarıcıları ve dürtüleri içinde yaşadığı hayat koşullarında buluyordu. O halde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki proletaryanın örgütlenmesi, bu örgütler arasında dayanışma, haberleşme ve deneyim aktarımının sağlanması; bunun için de işçilerin sadece ulusal sınırlar içinde değil, uluslararası alanda da örgütlenmesi gerekiyordu.
Marx ve Engels bu düşüncelerle Komünist Parti Manifestosu’nun sonunda kapitalist sisteme meydana okumuşlardır:
“Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça ilan ederler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Fakat kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”
İşçilerin vatanı ve sömürge sorunu
Komünist Manifesto, işçi sınıfını çok keskin hatlarla burjuvazinin karşısına yerleştirir. Ulusal olan sınıf burjuvazidir. “İşçilerin vatanı yoktur.” İşçi sınıfının kendisini ulusal sınıf düzeyine getirmesi, kendisini “ulus yapması” için siyasî iktidarı ele geçirmesi gerekir.
Lev Troçki, “Komünist Manifesto’nun Doksanıncı Yıldönümü” başlıklı yazısında (1937), “İki genç yazarın ortak ürünlerinin … yol gösterici olmaya devam ettiğini görüyoruz” dedikten sonra, Manifesto’da bazı düzeltme ve eklemeler yapmak gerektiğini belirtir (“Devrimci düşüncenin kişilere tapmakla hiçbir ortak yanı yoktur”) ve şöyle der: “Tarihî deneyimin de gösterdiği gibi, bu düzeltme ve eklemeler, ancak Manifesto’nun temelini oluşturan yöntemle uyum içinde yürünürse başarılı olabilir.” Troçki, Marx ve Engels’in kapitalizmin krizleri aşma konusunda taşıdığı potansiyeli göremediklerini ve yaşadıkları dönemde proletaryanın devrimci olgunluğunu abarttıklarını; küçük ve orta burjuvazi, zanaatkârlar ve esnaf gibi ara sınıfların hızla proleterleşeceği düşüncesinde ise yanıldıklarını belirtir.
Yazının tamamı Bilim ve Ütopya'nın mayıs 2018 sayısında!
Yavuz ALOGAN
Çevirmen - Yazar