Sanat, insanın beslenme, barınma, üreme gibi doğal gereksinimlerinin giderilmesi ve yeniden üretilmesi sürecinde, bir toplumsal gereksinme ve ilişki biçimi olarak anlaşma zorunluluğundan doğan güzellik yönelimidir. Bu nedenle insanın toplumsal ve kültürel varoluşu zenginleştikçe sanatın kaynağı görünmez olduysa bile, kök hücresi maddî yaşamın derinliklerinde capcanlı süregelmiştir. İnsan oluşun iki karşıt ama zorunlu kutbu olarak doğallık ve toplumsallık, yaşam diyalektiğinin vazgeçilmez öğeleridir. İkisi arasındaki akışım durduğu anda, insan, insanî tümlüğünü yitirmeye başlar. Başka deyişle, sanat ve kültür nötrleştiğinde, insanın doğal varlığı da toplumsal olandan yalıtılarak içgüdüsel sınırlara, yani insan oluş gerçeğinin gerisine çekilir.
Marx’ın Kapital’deki Babbage eleştirilerinde gösterdiği gibi, emperyalizm, sermayenin egemenliğini sürdürebilmesini sağlamak üzere, insana yalnızca üreten ve tüketen varlık olma konumunu dayatır; insanı içgüdüsel varlığına geri tıkarak emek-sermaye gerilimini sürdürülebilir bir aşamada sürekli denetlemek, çelişkileri tek kutupta biçimlendirmek için teknolojiyi seferber eder. Postmodernizm, işte bu amaca uygun bir ideolojik yapılanma doğrultusunda, insanın tarih boyunca var ettiği toplumsal değerleri, bilim, felsefe ve sanat sacayağı üzerindeki bütün kültürel ürünleriyle tarihin sonunda kapitalizmin dışkısına dönüştürme işine girişir. Böylece gerçekliğin yanı sıra bilinç ve imgelem alanımızı da teknolojik olanaklarıyla mülk edinerek kendi amaçları için tasarlayıp biçimlendirir.
“Gerçek, devrimcidir”
Lenin, tarihin en büyük toplumsal devrimini başarmış bu önder, gelmiş geçmiş tüm isyan, örgütlenme, devrim biçimlerini, taktik ve stratejileri içselleştiren devasa kuramsal girişimini –olağanüstü zamanlama yeteneği ve görülmemiş bir ayaklanmayla devlet aygıtını da ele geçirerek– devrimci iç savaş sürecinde adım adım yaşama geçirdiğinde, gerçekliği yeniden tanımlama ve örmeye yönelik Marksist savaşım da ivmelenir. “Gerçek, devrimcidir”:
Lenin, emperyalizme karşı yürüttüğü bütünlüklü savaşta ideolojik mücadelenin ertelenemeyeceğini görür; devrimin hazırlandığı çetin koşullarda, nice güncel görevin ortasında, gerçekliği sözde bilimsel, cilalı ve sabun köpüğü anlatımlarla bulanıklaştırma çabası içindeki burjuva felsefesinin asıl yüzünü sergiler. Dahası, gerçekliğin çağdaş ayrıntılar yumağı içinde yitirilmeksizin imgelendiği yalın söyleyişe dayalı, devrimin aynası olabilen bir düşlemi savunur. Cafcaflı boş sözler, yalanlar ve safsatayla kitleleri bombardımana uğratan dar kafalılığı yerle bir eder.
Anbean içinde bulunduğu iki devrim arasındaki dönem boyunca (1905-1917) savaşıma sanatsal düzlemde açılım getiren “Tolstoy, Rus İnkılâbının Aynasıdır” yazısı, derinlikli kavrayış ve sanat eleştirisinin anıtlaşmış örneğidir. Tolstoy’u vaazcı bir mistik olarak hor gören kimi sol aydınlara karşı şöyle yazdı:
“Toprak köleliğini tutanlarca ezilen ülkelerden birindeki inkılâba hazırlık dönemi, Tolstoy’un dahice tasviri sayesinde, bütün insanlığın sanat gelişmesinde ileri doğru atılmış bir adım olarak ortaya çıktı.” (Sanat ve Edebiyat, V. İ. Lenin, haz.: Jean Freville, çev.: Payel Y., Şubat 1968, s. 148)
Görkemli yapıtındaki çelişkiler dolayısıyla gerçekçiliğin en büyük devini küçümseyen edebiyat çevrelerini, Tolstoy’un bu tutumunun gerçeğe sadakatten kaynaklandığı yönünde uyardı: “Tolstoy’un görüşlerindeki ... zıtlıklar, Islahat sonrası, ama İnkılâp öncesi Rus toplumundaki türlü sınıf ve tabakaların psikolojisini belirleyen son derece karmaşık ve birbirine zıt tarihî geleneklerin, toplumsal koşulların ve etkilerin yankısıdır.” (agy, s. 150)
Lenin, sayfalar boyunca (139-172) süren ama son derece özlü tahlillerinde şu sonuca varır: “Tolstoy’un öğretisi, hiç hilafsız, hayalci; muhtevası ile de sözcüğün tam anlamıyla gericidir. Ama bundan hiç de ‘bu doktrin sosyalist değildir’ manası, ‘bu doktrin ileri sınıfların eğitim ve öğrenimi için değerli malzemeler verebilecek birçok tenkit unsurlarını ihtiva etmiyor’ manası çıkarılamaz.” (agy, s. 171)
Marx’ın Shakespeare ve Balzac değerlendirmelerindeki açık uçlu yaklaşıma bitişen ve onu gerçekliğin emperyalist dünyadaki devrimci yorumlanışıyla esnetip güncelleyen Lenin, edebiyat eleştirisinin çıkış ilmeklerini de vermiş olur. Gerçekçi tutum, şu cümlelere en sade anlatımıyla, vurucu bir söylemle yansır:
“En derin yerlerine kadar kaynaşmakta olan halk ummanı hem bütün zaaflarıyle hem de bütün kuvvetiyle Tolstoy’un öğretisinde yansımıştır. L. Tolstoy’un sanat eserlerini incelemekle Rus işçi sınıfı nasıl kendi düşmanlarını daha iyi tanımayı öğreniyorsa, bütün Rus halkı da kendi kurtuluşunu sonuna kadar götürmesine engel olan kendi zaafının neden ileri geldiğini öğrenecektir.” (agy, s. 157) Bu belirleme, edebiyat kuramının yanı sıra devrimci siyasal ittifaklar sorununu, devrimci demokrasinin hedefleri ile sosyalist cumhuriyet arasındaki ardışık ilişkiyi de ima eden son derece güçlü ve aşkın bir öneriyi hayata geçiriyor.
Devraldığı miras
Lenin bu açık ve keskin belirlemeye gelirken Rus devrimci demokrat düşüncesinden çok şey almış, bu düşünce üzerinde güçlenen edebiyat geleneği onun tutarlı bakış açısı oluşturmasında etkili olmuştu. Geleneğin doruktaki adlarından Aleksandr Herzen, edebiyatın toplumsal yerini şöyle belirler: “Siyasi hürriyetten yoksun bir halk için edebiyat, öfkesinin ve vicdanının çığlıklarını duyacağı biricik kürsüdür.” (agy, s. 10)
Çernişevski’nin Rus köylüsüne baktıkça attığı çığlıklar, tüm devrimci demokrat aydınları derinden etkilemişti: “Hazin millet, kölelerden ibaret millet, baştan aşağı hepsi köle olan millet...” (agy, s. 70)
fiçedrin, hem halkı küçümseyip hem de Beckett’in Godot’yu Beklerken’deki tipleri misali, devrimi bekleyenlere şunu söylemişti: “Devrimciler yoksa devrim de yok!” (agy, s. 75) Devrimin bir öznesi olmak zorundadır çünkü. Devrim bir eylemdir, iştir, sonuçtur. Öznesi ise, halkıyla kaynaşıp onu örgütleyen öncülerden öğrenerek devrime hazırlanan halktır.
Lenin, okumakla yetinmeyip onlardan alıntılarla kendi yazılarını da besliyor, onları yıldızlar topluluğu olarak herkese öneriyordu: “Okuyucu, Rus sosyal demokrasisinin Herzen, Belinski, Çernişevski gibi öncülerini ve 1870-80 yılları arasında yetişmiş o parlak inkılapçı yıldızlar kümesini hatırlamalı, Rus edebiyatının bugün dünyada kazandığı büyük önemi düşünmeli...” (agy, s. 92)
Şiirlerini her fırsatta değerlendirdiği Nekrasof, yurtsever şair kimliğinin her çağda özgür sesi olmanın ilkesini, devrimci Fransız halk ozanı Béranger’yle eşzamanlı olarak haykırdı:
Sazımı hiçbir zaman satmadım ama Amansız bir kader beni korkutunca Sazımdan falsolu bir ses çıkmadı da Diyemem açıkça... (agy, s. 79)
Gerçekçi ve demokrat öncüler kuşağının öğrettiklerinden yola çıkarak, Lenin, yeni bir toplum ve kültür oluşturmanın zorunlu koşulu olan şu nesnel gerçeği sürekli vurguladı: “Burjuva dünyasının bize bıraktığı malzemelerle bir bina yapmak elinizden gelmiyorsa, hiçbir şey kuramayacaksınız demektir; öyleyse siz komünist değilsiniz, birtakım laf ebelerisiniz.” (agy, s. 174)
Nitekim bu vurguyu şu sözlerle daha da pekiştirir: “Kapitalizmin ezilmesiyle iş bitmez. Kapitalizmin bıraktığı bütün kültürü almak ve sosyalizmi bu kültürle kurmak ister. İlmin, tekniğin, bilgilerin, sanatın hepsini almak ister. Bunu yapmadıkça sosyalist toplumu kuramayız.” (agy, s. 176)
Gerçekçilik ve sanatsal sığlık
Devrimden sonraki altüst oluş sürecinde kültürü boyacı küpüne sokar gibi değiştireceklerini sanan genç sanatçıları özellikle uyarır: “Kültür meselelerinde acele etmek ve işi haddinden fazla geniş tutmak hepsinden daha zararlıdır. Genç edebiyatçılarımızın ve komünistlerimizin çoğu bunu hiç akıldan çıkarmazsa iyi eder.” (agy, s. 188)
Lenin, özentiyle yerli yersiz yabancı sözcük kullanan aydınların züppeliğini eleştirirken, yalnızca edebî dilin yozlaşmasına değil, günlük dilin bozulmasına da karşı durmaktadır: “Rus dilini berbat ediyoruz. Hiç lüzumu olmayan birtakım yabancı kelimeler kullanıyoruz. Bu kullandıklarımızı da doğru dürüst kullanmasını bilmiyoruz.” (agy, s. 195)
Onun yalın gerçekçilikten anladığı şey sanatsal sığlık değildi; tersine, halkın gerçek sanatsal derinliğe ulaşarak ufkunun genişlemesinden yanaydı: “Sanat halkın malıdır. İşçilerimiz ve köylülerimiz tiyatro, sinema, opera, bale seyretmeye herkesten daha fazla layıktır. Gerçek sanat, büyük sanat onların hakkıdır.” (agy, s. 45 ve 218)
Mayakovski’yi yer yer aşırıya kaçan yenilikçi tutumundan ötürü eleştirmekten geri durmuyorsa da gerçekçi tutumunu işlevsel yönden başarılı bulduğunda övgüsünü esirgemiyor: “Mayakovski, şiirinde, toplantılarla hiç acımadan alay ediyor, toplantı üstüne toplantı yapmayı iş edinen, bundan başka da bir şey yapmayan komünistlerle eğleniyor. fiiir hakkında ne düşünülür, bilmiyorum, ama siyaset tarafından alacak olursak, göğsümü gere gere söyleyebilirim ki, söylediği tamamıyla doğru ve haklı.” (agy, s. 202)
Lenin kapitalizmin pazar baskısına olduğu kadar, siyasal baskıya karşı da yaratma özgürlüğünün güvencesi olarak sanatın örgütlenmesini öneriyor, Parti edebiyatı kavramını ortaya atıyordu. Gerçekten de ona göre bağlanma ve özgürlük birbirini gerektiren ve içeren kavramlardı. İdeolojik ve örgütsel bağlanma, yani omurgası olmak, kapitalizm karşısında tek başına kalmayı istemeyen sanatçı için zorunluydu. Egemen sınıf ideolojisiyle uzlaşmazlık yazarın asıl özelliğiydi. İşçi sınıfının ve Parti’nin ideolojik tutumunu benimsemeyi, yapıtlarında ondan esinlenmeyi yazar için daraltıcı bulanlar, gerçekte sorunu dar düşünenlerdir. Esinlenme, yazarın ufkunu sınırlama anlamına gelmez. Tam tersine, ideolojiyi ve yaratıcı yeteneği, var olan ideolojik ufkun ötesine taşıma yetenek ve dehasına güvence sağlamak anlamını taşır:
“Sanatçı yaratması meselelerinde en iyi yargıç siz kendinizsiniz ve kendi sanat tecrübenizden ve idealist de olsa, bir felsefeden bu türlü görüşler çıkararak, İşçi Partisi’ne [RSDİP] son derece faydalı olacak birtakım sonuçlara varabilirsiniz.” (agy, s. 112)
Nitekim yaratma özgürlüğünü güvence altına alan bir örgütlenme anlayışı, sanatsal yaratıcılığın ivme kazanmasını ve yaşamı kuşatmasını hızlandıracaktır. Lenin bu yaklaşımıyla, içerik ve biçim arasındaki diyalektiği de ilkesel bir açıklığa kavuşturur ve tanımlar: “Yeni bir sanat, muhtevasına uygun şekli de yaratacak, gerçek büyük bir yeni sanat, sosyalist bir sanat bitecektir.” (agy, s. 222)
Lenin, sanat için getirdiği “Gerçek, devrimcidir” ilkesiyle, yalnız geçmiş yüzyılların sanatını biçim ve içerik yönünden sağlıklı değerlendirme yönünde en güçlü manivelayı yaratmakla kalmamış, modern sanat eğilim ve akımlarına pergellerinin sabit ayağını gerçek’te bulundurmaları uyarısını yapmıştır. Yanı sıra, sosyalist gerçekçi tutumun gerçekliğe sıkı sıkıya bağlanmak yerine, olumlu kahraman tiplemesiyle toplumu dönüştürme niyet ve çabalarına sanatsal ivme getirme girişiminin yanlışlığını da ima etmiştir. Başka deyişle, gerçekliğin evrilme yönüne ve sarmalına bakmaksızın onu sözüm ona kimi yapıcı niyetlerle bozarak anlatmak, olsa olsa yanılsamayla sonuçlanır. Oysa Shakespeare’in, Balzac’ın, Tolstoy’un yapıtlarının evrensel uzanımının köklerinde, ne pahasına olursa olsun vazgeçmedikleri gerçeği anlatma ilkesi var...
Derin felsefi birikim ve çabasını sanata ilişkin saptamalarla zenginleştiren Lenin, “Gerçek, devrimcidir” ilkesiyle, devrimci sanat için en kalıcı kök hücreyi göstermiştir.
Seyyit Nezir
Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği Başkanı