Başlık çok iddialı gözükebilir ancak bu durum insanoğlunun en büyük buluşunun yazı olduğu gerçeğini değiştirmez. Çoğu insan gibi bilgisayarları ya da robotları muhteşem buluşlar olarak görebiliriz, hayatımızın ortasında yer alan tüm bu buluşların temelinde yatan gelişimin yazı olduğunu unutmamamız gerekir. İnsan evrim sürecinin ilk başlarında ayaklarını çok iyi kullanamasa da ellerini kullanabiliyor, diğer canlılardan farklı olarak elleriyle aletler yapabiliyor ve bu aletleri nerede ve nasıl kullanacağının bilincini taşıyordu. Beyin kapasitesindeki gelişim ile birlikte kendisinden daha küçük canlılara karşı savunma olarak kullanmayı öğrendiği yüksek ses çıkarma becerisi evrimsel süreç ardından insanoğlunun kendi türü ile iletişim kurabileceği sessel bir gelişimi getirdi. Elbette diğer canlılar kendi türleri ile iletişim kurabilme becerisini insanoğlundan önce biliyordu. Özellikle çiftleşme dönemlerinde, tehlikeli durumlarda canlı türleri kendi türleri ile iletişim haline geçebiliyor. Son çalışmalarda ağaçların köklerini kullanarak birbiri ile iletişim halinde olduğu gerçeğini öğrendik. İlerleyen çalışmalarda çok daha şaşırtıcı bilgiler karşımıza çıkacaktır. İnsanoğlunun yazıyı icat etme serüvenine dönecek olursak diğer canlılardan büyük bir farkla insanoğlu vokal organlarını nasıl kullanacağını öğrendi. Zaman içerisinde ise konuşma yetisi, dilsel ayrışmaları ve sosyal yaşamını kolaylaştırabilmesi adına yazıya uzanan süreci başlatmış oldu. İnsanlar uzun süre konuşabilme ve yazı yeteneklerinin tanrılar tarafından kendilerine hediye edildiği düşüncesini taşıdılar. Aslında onların gözünde hayatlarındaki her şey tanrıların hediyesiydi. Mısırlılar yazının Osiris’in kız kardeşi İsis tarafından öğretildiğine, Babilliler Marduk oğlu Nebo tarafından öğretildiğine, Yunanlılar ise tanrı Hermes tarafından öğretildiğine inandılar. Ancak bilgi ve fikirleri açığa çıkarabilmeyi sağlayan vokal organlarımızın gelişimi beyin gelişimimize bağlı sürecin sonuçlarındandır. İlkel atalarımız konuşma yetisine diğer canlıları taklit ederek başlamış olmalılar. Aslında insan bebeklerin duydukları sesleri taklit etmeleri bu durumu anlamamızı sağlıyor. İnsanoğlu diğer canlıların çıkardıkları sesleri ve jestleri taklit ederek kendi dilsel gelişimini hızlandırmış da oldu. Yerleşik hayata geçişle birlikte kendi türündekilerden korunmak için organize hareket edebilmeleri gerekiyordu. Bu organizasyon için sessel bir ileti aracına ihtiyaç duymuş olmalılar. Başka bir deyişle kendisiyle birlikte hareket etmeyen ancak kendi türünde olan bu insan grubuyla ortak bir iletişim yolu bulmaları zorunlu hale gelmiş ve bu zorunluluk sonucu konuşma becerisi gelişim göstermiştir. Beyin kapasitesindeki gelişimle birlikte insanoğlunun doğal çevre ile olan ilişkisinde değişimler başlamıştır. Kendi yaşam alanını belirlemeye ve beyin gelişiminin izin verdiği derecede kabiliyetlerini kullanmaya başlamıştır. İnsanoğlunun temel ihtiyaçları olan barınma ve beslenmeye dair edindiği tecrübeleri kendi türündeki insanlara aktarabilmek için şu anki iletişim araçlarına oranla ilkel olarak tanımlayabileceğimiz iletişim tekniklerini keşfetmiştir. Bu iletişim teknikleri yaşanılan bölgelerin fiziki coğrafyasına göre değişiklik göstermektedir. İletişim tekniklerinde ilk olarak hayvan seslerini taklit ederek çıkardıkları sesler, ıslık sesi çıkarma, kendilerince oluşturdukları haykırmalar, herhangi bir nesneye bir başka nesne yardımıyla vurarak çıkarılan sesler, ateş ve duman gibi görsel iletişim tekniklerini kullanmışlardır. Daha çok işitsel iletişim yöntemleri kullanmaları yerini, iklimsel şartların insanoğlunun yaşayabileceği seviyeye gelmesi ile yerleşik hayata geçilmiştir, iletişim tekniklerinde görsel sistemlere bırakmıştır. Yazı öncesi görsel iletişim unsurları prehistorik dönem mağara duvarlarında karşımıza çıkmaktadır. Mağara duvarlarına çizilen semboller, insan vücutları, güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar gibi, ilk görsel iletişim unsurlarıdır. Birlikte kalıcı bir yaşama geçişin ardından temel ihtiyaçları karşılayabilmek için toplu hareket edebilmek gerekiyordu, bu toplu hareketi belirleyen ve düzenleyen işitsel ve görsel iletişim aslında temel ihtiyaçların getirisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çivi yazısının doğumu
Yazı, ağızdan çıkan seslerin gözle görülebilen bazen de dokunulabilen işaretler veya semboller halinde biçimlendirilerek kaydedilmesini sağlayan bir iletişim aracıdır. İnsanoğlu duygu ve düşüncelerini başkaları ile paylaşabilmek için çok çeşitli iletişim yolları bulmuştur ancak bu iletişim unsurları kalıcı değildir, mesajı verdikten sonra kaybolurlar ve tekrar edilmedikleri sürece tekrar görülme imkânları yoktur. Alan ve zaman kısıtlaması olmadan iletişim kurmanın yollarını arayan insanoğlu çeşitli nesnelerin belirli bir sıraya göre yan yana dizilmesinden oluşan nesne yazısını, hayvancılıkta kullanılan sayma çubukları, belirli aralıklarla düğümlenmiş quipu düğüm yazısı, kayalar üzerine yazılan pektogramlar ve petroglifler bu duruma örnek verilebilir. Eski Önasya dünyasında geniş yayılım alanı içerisinde kullanılan fikir yazısı ise tokenler ya da hesap taşları olarak adlandırılan ve kil üzerine çizilen daha çok sembol olarak nitelendirebileceğimiz iletişim unsuru yazıya geçiş sürecinde oldukça önemlidir. Kilden yapılan ve pişirilerek sertleştirilen, üzerleri şekillerle ayrılmış çeşitli formlarda üretilen bu hesap taşlarının her biri farklı bir nesneye karşılık geliyordu. Ticareti yapılan malların türleri ve ölçüleri hakkında bilgi veriyorlardı. Hesap taşları uzak mesafelerde yapılan ticarette oldukça kullanışlıydılar ve yazıya geçilen dönemlerde de kullanımlarına devam edilmiştir. İfade edilmek istenen kavramlarda var olan kayıt sistemlerinin yetersiz kalması yazının gelişmesinde oldukça önemlidir. Kullanılan dilin aktif bir şekilde yazıya aktarılması toplu yaşamanın sonuçlarından biridir. Güncel bilgilerimize göre yazı ilk olarak Sumer Uygarlığı’nda yani Güney Mezopotamya’da icat edilmiş ve Önasya dünyasında işlerlik kazanmıştır. Sumer dilinin çoğunlukla tek heceli kelimelerden oluşması yazının gelişimini etkilemiştir. Yazı kilden yapılan tabletlere, kumaş parçalarına, tahta parçaları üzerine yazılmıştır. Doğada çabuk tahrip olmaları nedeniyle ilk yazı malzemeleri yerini kil tabletlere bırakmıştır. İşaretler kil yüzeyi düz hale getirilmiş ve üzerine stylus adı verilen üçgen kamışların bastırılması ile oluşturulmuştur.
Yazının elimize geçen ilk örnekleri aşağı Fırat bölgesinde günümüz adı Warka olan Sumer kenti Uruk kazılarında IV A tabakasında ortaya çıkarılmıştır. İşaretlerden oluşan yazı sistemin kaynağı ve gelişimini şu şekilde sıralayabiliriz:
Uruk V 3500-3350, ilk tabletler yazıdan daha çok sayı işaretleri gibidir.
Uruk IV 3350-3200, piktogram tabletler görülür.
Uruk ve Ur, Erhanedan I-II dönemi, 2900-2700 ilk sözcük listeleri oluşturulmuştur.
Şuruppak, Erhanedan III dönemi, 2600-2500 Sumerce işaret listeleri oluşturulmuştur.
Umma, Girsu Erhanedan IIIb Sumerce yaygın dil olarak kullanılmaktadır.
Umma, Eski Asur, 1950-1850
Alalah, Mari, Eski Babil, 1900-1600
Orta Asur, Babil, 1400-1100
Ninive, Yeni Asur, yeni Babil, 630-540
Akamenish, Elamca, 540
Ugarit, 1400-1100 harf yazısı
Token, Hesap Taşları
İlk işaretlerin temel özellikleri
Bir nesneyi bütünüyle temsil edebilir, bir nesnenin belirli kısmını temsil edebilir, diğer bazı işaretler daha soyut olsa da anlaşılabilir, iki ya da daha fazla işaretin bir araya getirilmesi ile yeni işaretler oluşturabilir, fikirlerin birleştirilmesi ile oluşturulabilir, çok değerlilik ve belirleyiciler ile yeni anlamlar oluşturulabilir.
Çivi yazısının biçimsel gelişimi, ilk dönemlerde ifade edilmek istenen duygu ve düşüncelerin resimlerinin çizilmesi ile ve yukarıdan aşağıya doğru sıralanması ile aktarılmıştır. İlk aşamada simgeler sağdan sola, yukarıdan aşağıya doğru yazılmıştır. Kolonlar sola doğru doldurulmuştur. İlerleyen süreçte ise karışıklıklar meydana gelmiş ve işaret sistemine geçilmiş ve bu işaretler hem tabletin rahat tutuşuna olan ihtiyaç nedeniyle hem de işaretlerin silinmemesi nedeniyle sola yatırılmıştır. Böylece Sumerce soldan sağa ve yukarıdan aşağıya doğru yazılan bir yazı sistemine dönüşmüştür. Çivi yazısı yatay, dikey, köşe çengeli ve çapraz olmak üzere 4 temel işaretin çoğaltılması ile oluşmaktadır. Vokal, konson, vokal+konson, konson+vokal, vokal+konson+vokal, konson+vokal+konson olarak çivi yazısı kullanıma girmiştir.
Çivi yazısının çözümü
Çivi yazısının çözümü ise Rönesans’ı izleyen Keşif Çağı’ndan sonra Avrupalı gezginlerin Pers coğrafyasını ziyaret etmeleri ile başlamıştır. Ahamenid sülalesinin krallarının kayalara oyulmuş kabartma ve yazıtları çivi yazsının çözümüne ışık tutmuştur. 1621’de İtalyan gezgin Pietro Della Valle kopya ettiği 5 çivi işareti Napoli’ye bir arkadaşına göndermiştir. Çivi yazısı ile ilgili bir şeyler yapan ilk kişi Valle olmuştur; aynı zamanda çivi yazısının soldan sağa yazıldığını fark eden ilk kişidir. 1666’da Jean Chardin Persepolis’i ve diğer yerleşimleri ziyaret etmiş ve burada kopya ettiği Eski Persçe, elamca ve Babilce olan üç dilli kısa yazıtı kopya etmiş ve ardından Nakş-i Rüstem yazıtlarını yayınlamıştır. 1686’da Engelbert Kämpfer Latince cuneatae yani çivi biçimli benzetmesini yapmıştır. 1765’de Persopolis’e gelen Carsten Niebuhr kopyaladığı yazıtların üç farklı dille yazılmış olduğunu dile getiren ilk kişi olmuştur. Niebuhr’un kopyalarını kullanan O. Gerhard Tysehsen Eski Persçe’de kullanıldığını bildiğimiz bir yatay çivi işaretin kelime ayracı olarak kullanıldığını ve yazım sisteminin üç ayrı dili içerdiğini fark etmiştir. 1082’de Friedrich Münter üç dilli yazıtların Ahamenid krallarına ait olduğu fark etmiştir. Münter aynı zamanda bu üç dilli yazıtların ilk versiyonunun alfabetik, ikinci versiyonunun hece sistemi, üçüncü versiyonunun ise ideografik olduğunu fark etmiştir. Aynı zamanda bu üç dilli yazıtın üç versiyonunun da aynı konudan bahsettiğini belirtmiştir. Tüm bu çözümlemeleri ise bölgede oldukça yaygın olan Zerdüşt dininin kutsal kitabı Zent-Avesta dili ile ilgili olup olmadığına bakarak yapmıştır. Bu kutsal kitap çivi yazısının çözümlenmesinde oldukça önemlidir. Münter “Kral, kralların kralı” ifadesini okuyabilmiştir. Lise öğretmeni olan Georg Friedrich Grotofend 1802’de Eski Persçe üzerinde çalışmaya başlamıştır. Eski Perçe’nin diğer iki dilden daha az işaret içeriyor olmasından yola çıkarak, burada işaret değil harf kullanıldığını düşünmüş ve Pehlevi metinlerinde geçen “X kral, büyük kral, kralların kralı, İran ve İran dışı ülkelerin kralı” cümlesinden yola çıkarak alfabetik olan ilk versiyonun Ahamenid dilinde yazıldığını düşünmüştür. Grotefend bu nedenle Sasaniler’in Ahamenid geleneğini devam ettirmiş olabilecekleri üzerinde durarak Sasani yazıtında kullanılan bir kalıbın benzerini kullanarak ve aynı zamanda antik Yunan kaynaklarını da inceleyerek yazıtta geçen kral isimlerini bulmuştur. Darius, Xerxes, Hystaspes gibi kral isimlerini okuyabilmiştir. Grotefend çalışmalarını Göttingen Akademisi’nde sunmuş ancak bu çalışmaları yeterli ilgiyi görmemiştir. Ancak çalışmaları 40 yıl sonra 1835’de İran’da askeri danışman olarak görev olan albay Henry Rawlinson tarafından kullanılmıştır. Rawlinson Darius’un kaya anıtını Bisutun’u keşfetmiştir. Eski Persçe, Elamca ve Babilce olan bu üç dilli yazıt yerden 1500 mt. yükseklikte olan bir kayaya hakedilmiştir. Rawlinson eski Perçe kısmı 414 satırı on yılda kopyalamıştır. Yunan tarihinden yaptığı karşılaştırmalarla Darius’un egemenliği altındaki halkların ve kralların isimlerini metinde saptamıştır. Avesta dili ve Sanskrit dili ile Eski Perçe dilinin gramatik özelliklerini karşılaştırarak kelimelerin anlamlarını çözümlemiştir. 1846’da Bisutun’nun Eski Persçe versiyonunu tamamen çözümlemiştir. 1844-47 yılları arasında ise Elamca ve Babilce versiyonlarını kopyalamıştır. Bir başka uzman Edward Hincks ile birlikte Babilce versiyonun üzerinde yoğunlaşmıştır. 1855’de iki uzman dilin bir kısmını çözümleyebilmiştir, metinde geçen yaklaşık 90 özel ismi saptamışlardır. Dillerin fonetik yapılarındaki değişkenlikler çözümlemelerde zorluğa neden olmuştur. 1845’te Isidor Löwenstein dilin semitik olabileceğini belirtmiştir. Löwenstein vokal seslerin önem taşımadığını, bir sistemle karşı karşıya olduğunu düşünerek yanlış bir saptama yapmıştır. Hincks 1850’de ab, da, ba gibi hecelerin yanında mur, kan, pal gibi hecelerin de olduğunu ifade etmiştir ve bunların bazılarının determinatif (belirteç) olarak kullanılmış olabileceğini belirtmiştir. Korsabad’da Sargon’nun sarayının kazısını yürüten Botta elindeki malzeme grubunu kullanarak logografik kelimelerin gerçek okunuşlarını saptamıştır. Bu bilgi ile Rawlinson bir hecenin birden fazla hece değerine sahip olabileceğini fark etmiş ve 1851’de Babilce versiyonu çözümleyerek yayımlamıştır. Rawlinson’nun Babilce versiyonlu çalışmalarında saptadığı işaret değerlerinin çoğu bugün de geçerlidir.
Çivi yazısının çözümlenmesinde, çift, üç ya da daha fazla dilde yazılmış tabletler ve okunabilen dilin başka dillerle olan akrabalık ilişkilerinin ortaya çıkarılması oldukça önemlidir. Londra Royal Asiatic Society çözüm sisteminin geçerliliğini kanıtlamak için Rawlinson, Hincks, Oppert ve Talbot isimli uzmanlara 793 satırlı olan I. Tiglath-pileser’e ait olan sekiz yüzlü kil prizmayı kullanarak çözümleme yapmalarını istemiştir. Dört uzman da hemen hemen benzer bir çözümleme sunmuşlar ve böylece çivi yazı sistemi bilim alanına dâhil edilmiştir.
Mısır'ın hiyeroglifleri
Mısır hiyeroglif yazısı da tıpkı diğer ölü diller gibi kullanım dışında kalmıştır.
Hiyeroglif
Mısır hiyeroglif yazısının çözümlenmesi Fransa imparatoru Napolyon’un askerlerinin 1799 yılında üç dilli bir yazıt olan Rosetta Taşı’nı bulmaları ile başlamıştır. Reşit Kasabası yakınlarında bulunan taş 118 cm yüksekliğinde, 70 cm eninde, 30 cm kalınlığındadır. Üstte eski hiyeroglif, ortada demotik (halkın kullandığı yazı), altta ise Yunanca yazılar yer almaktadır. Rosetta Taşı 1802’de Londra’ya taşınmıştır ve bu tarihten itibaren taş İngiliz Müzesi’nde sergilenmektedir.
Rosetta Taşı (Rosetta Stone)
MÖ 196’ya tarihlendirilen Rosetta Taşı siyah bazaltta yapılmıştır, içeriği ise V. Ptolemy’e karşı isyanı ve bu isyanın bastırılışına dair bilgileri, vergilerin azaltılmasını ve Ptolemy’i destekleyen rahiplerin toplantısını özetleyen bilgilerdir. Yazıtın çözümünde İngilizler ve Fransızlar arasında bir çekişme başlamıştır. Taşı bulan Fransızlardır ancak İngilizler dönemin siyasi şartlarında güçlü durumlarından dolayı taşı İngiliz Müzesi’ne götürmüşlerdir. 1802’de Yunanca metni İngiliz rahip S. Weston tercüme etti, 1802’de demotik metnin tercümesini Fransız S. de Sacy yaptı. Hiyeroglif kısmın tercümesi ise bir süre beklemek zorunda kaldı. S. de Sacy hiyeroglif yazısının çözümünü öğrencisi Jean-Francois Champollion’a bırakmıştır. Bunun öncesinde İngiliz Thomas Young 1814’te hiyeroglif yazısında bazı isimlerin kartuş adı verilen bir yöntemle (kartuş, özel isimlerin etrafı elips şeklinde çizilmesidir.) yazıldığını ortaya koymuştur. Champollion Ramses adını okuyabilmiştir, hiyeroglifteki sembollerin heceyi temsil ettiğini ve yazının fonetik olduğunu netleştirmiştir. Sonraki dönemlerde Champollion, 1822-1824 yılları arasında hiyeroglifin gramer yapısı ile ilgili bilimsel makaleler yayınlamıştır.
Okuma tavsiyeleri
Leonard Cottrell, Reading The Past.
Selen Hırçın, Çivi Yazısı.