Bir güzîde şehir: İstanbul

Yazan
Prof. Dr. Mehmet ÖZDOĞAN
Söyleşi: Melih Okyay
Yazının Okunma Süresi
18 dakika

Sevgili okurlarımız, bu söyleşide Mehmet Özdoğan hocamızla beraber İstanbul arkeolojisinin tarihsel sürecini hatırlayarak günümüz kurtarma kazılarının mevcut durumuna mercek tuttuk. Hocamızın cevapları sayesinde, kurtarma kazılarıyla beraber İstanbul’un ve diğer kültür coğrafyalarının geçmişine dair edinilen arkeolojik verilerin artması ve bu kazılarla beraber güzide şehrimizin tarih öncesi kökenlerinin aydınlanması konusunda farkındalığımız daha da arttı. Söyleşimizi keyifle okumanız dileğiyle…

 

Bilim ve Ütopya: Mehmet Hocam, İstanbul’da yürütülen arkeolojik kazı çalışmaları şu anda ne durumda? Hâlihazırda yapılan kazı çalışmaları var mı?

 

Mehmet ÖZDOĞAN: Sorunuza beklenen yanıtın günümüzdeki durumun değerlendirmesi olduğunun ayırdındayım. Ancak vereceğimiz yanıtın doğru anlaşılması için İstanbul arkeolojisinin tarihsel sürecini, günümüze nasıl gelindiğini özetleyen uzun bir girişe gerek olduğu düşüncesindeyim.

İstanbul’un kültür tarihi açısından taşıdığı önemi anlamak için basit bir haritaya bakmak bile yeterlidir. Kent büyük kültür coğrafyalarının kesişme noktası üzerinde, uygarlık tarihinin anlaşılması için en hassas nokta üzerinde kurularak gelişmiştir. Balkanlar-Avrupa ile Anadolu-Yakındoğu coğrafyalarının birbirine yaklaştığı dokunak ile Karadeniz ile Ege-Akdeniz arasındaki deniz yolu ulaşımının darboğazı üzerindedir. Bu konumdaki bir bölgenin uygarlık tarihi içindeki yerine, bir üst bakış ile baktığımızda iki farklı özelliği taşıdığını görürüz. Bunların ilki Yakındoğu, Ege benzeri diğer kültür coğrafyalarının dışında, tümünün taşrası konumundadır. Ancak bu coğrafyaların tümüne hâkim bir imparatorluk kurulduğunda da merkez olma özelliği taşır. İkinci özelliği ise, uzak bölgeler arasındaki bilgi, mal, kültür aktarımı ya da göç yolu üzerindedir, bu nedenle kültürel yapılanması sık sık değişir, sürekli olarak farklı bölgelerin özelliklerini yansıtır. İstanbul’a bu gözle bakmak gerekir. Ne var ki 2004 yılında Marmaray-Metro kurtarma kazıları başlayıncaya kadar İstanbul’un tarihöncesi kültürleri ile ilgili bilgilerimiz yok denecek kadar azdı. İstanbul’un geçmişi, Byzantion ve Calcedon gibi Yunan kolonileri ile M.Ö. 1. bin yıl ile başlatılmaktaydı. Oysaki daha 20. yüzyılın başlarında Fikirtepe, Pendik ve İç Erenköy gibi Neolitik yerleşimler ile Yarımburgaz Mağarası Paleolitik Çağ buluntu yerleri bilinmekteydi. İstanbul’un bir Yunan kolonisi olarak kurulduğu inancı öylesine köklü olarak yerleşmişti ki, kentin içi sayılacak yerdeki Fikirtepe, Pendik, Yarımburgaz kazıları kentlilerin sosyal hafızası ile bir araya gelemiyordu.

İstanbul Arkeoloji Müzelerinin de çabası, Tarihi Yarımada olarak tanımlanan Bizans-Osmanlı İstanbul’u ile Galata üzerinde yoğunlaşmıştı. Çevrede, birkaç istisna dışında ne kapsamlı bir yüzey taraması, ne de kazı çalışması yapılmıştı. Başka bir deyişle tarihi çekirdeğin dışı, üniversitenin yaptığı yüzey araştırmalarına karşın geçmişi olmayan boş arazi olarak görülmekteydi.  

Bu bağlamda 2004 yılında başlayan Marmaray ve Metro çalışmaları sözün tam anlamıyla dönüm noktası olmuştur. Bu büyük yatırım projelerinin kurtarma kazıları için sağladığı olanak İstanbul Arkeoloji Müzelerine sözleşmeli arkeologlardan oluşan bir ekiple kapsamlı kurtarma kazısı yapma erkini ve olanağını sağlamış, bu süreci İstanbul Arkeoloji Müzeleri müdürleri olan İsmail Karamut, Zeynep Kızıltan ve Rahmi Asal çok başarılı bir şekilde yönetmişlerdir.

Yenikapı kazılarında bilimsel önemi kadar görsel çekiciliği de olan batık gemiler ile Neolitik döneme ait iskelet ve ayak izlerinin çıkması İstanbulluları gerçek anlamda heyecanlandırmış ve ilk kez kentin tarihöncesi kökleri gündeme gelebilmiştir.

Yenikapı çalışmalarının yarattığı heyecan, İstanbul Arkeoloji Müzelerinin kurtarma projelerini sahiplenerek gerçekleştirmesi için gerekli olan politik ortamı sağlamış, böylelikle, başta Üsküdar Meydanı, Sirkeci, Pendik olmak üzere İstanbul’un hemen her yerinde kurtarma kazıları gerçekleştirilebilmiştir. 2004 yılında sağlanan ivme, hızını yitirmeden günümüze kadar onlarca kazı çalışması ile gelebilmiştir. Genellikle “kurtarma kazısı” yanlış anlamalara yol açmaktadır; kurtarma kazısı, kazı ve belgeleme yöntemleri açısından bilimsel kazılardan farksızdır, tek farkı zaman ile yarışıyor olmasıdır. Üniversitelerin yaptığı kazılar, akademik programa bağlı olarak kısa süreli olarak çalışan kazılardır. Buna karşılık kurtarma kazıları kesintisiz olarak, bazen tatil günleri de dâhil sürmek durumundadır; önemli olan arazi ve belgeleme ekibinin niteliğidir. İstanbul Arkeoloji müzeleri 2004’ten bu yana çok deneyimli kazı ekipleri kurmuş, yalnızca İstanbul’un içinde değil, Silivri Cambaztepe örneğinde olduğu gibi il genelinde çok sayıda kurtarma kazısını başarı ile sürdürmüş ve tamamlamıştır. Bu süreçte bayındırlık çalışmalarının gecikmesine neden olmadan, kazının bilimsel niteliğini en üst düzeyde tutulabilmiş olması yadsınmayacak bir başarıdır. Bir başka deyişle İstanbul Metro ve Marmaray çalışmaları gibi büyük ölçekli bir uygulama, bilgi kaybı olmadan gerçekleşebilmiştir.

Bu çalışmalar İstanbul’un tarihi süreç içinde ne denli önemli olduğunu, bulunduğu coğrafya ile nasıl bütünleştiğini göstermiş, önceden bilmediğimiz birçok yeni veri ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bilgi yalnızca İstanbul’un geçmişini değil, yukarıda değindiğimiz gibi ilişkili olduğu tüm kültür coğrafyalarını da içeren bir bilgi arşividir. Bu bağlamda söylenmesi gerekli olan söz, “2004 yılına kadar neleri kaybettik?” olmalıdır.

Esas sorunuza, “halen İstanbul’da sürdürülen kazılar nelerdir?”e gelecek olursak; uzun bir süredir arazide, İstanbul dışında olduğum için tam olarak bilmiyorum. Ancak Beşiktaş, Haydarpaşa gibi çok önemli iki kazının halen sürmekte olduğunu, bunların yanı sıra İstanbul’un hemen her yerinde çok sayıda kurtarma kazısının da yapılmakta olduğunu, o kazılarda çalışan arkadaşlardan aldığımız duyumlardan öğrenmekte ve sevinçle karşılamaktayız. Bunlardan Haydarpaşa kazıları, tam olarak tren istasyonunun olduğu yerde İlk Çağa ait önemli bir yerleşim yerini ortaya çıkardı. Buna şaşmamak gerek. Haydarpaşa koyu, yakınından geçen dere ve Boğaz gibi stratejik bir deniz yolunun girişindeki konumu ile birlikte düşünüldüğünde, yerleşim için o bölgedeki en uygun yerlerden biri. Burada bir antik yerleşim olmasına şaşmamak gerekirdi. Gene sorun, neden daha önce ortaya çıkmamıştı? Onca altyapı çalışması yapılan bir yerde…

Beşiktaş kazısı ise her açıdan bir sürpriz. Doğu Marmara bölgesinde hemen hemen hiç bilgimizin olmadığı bir ara döneme, M.Ö.4. bin yıldan 3. bin yıla geçiş sürecine ait büyük bir mezarlık ortaya çıktı. Bu dönemde Batı Anadolu, Trakya ve Ege’ye büyük bir olasılıkla kuzeyden, Avrasya bozkırlarından büyük bir göç dalgasının geldiğini biliyoruz. Ancak ayrıntıları, buraya gelen topluluğun kimliği, kültürel düzeyi ve kökeni çok tartışmalı. Bu bağlamda Beşiktaş kazıları çok büyük bir önem taşımaktadır. Mezarlar kuzeyin kurgan geleneğini yansıtmakta, mezarların bazıları kremasyon, yani yakma mezar. Onlar da steplerin geleneğidir. Buna karşılık bulunan kap kacak kısmen Bulgaristan, kısmen de Ege kültürleri ile benzeşmekte; mezarlığın oldukça uzun bir süre kullanılmış olması da olası. Mezarlardan alınan DNA örnekleri ve iskeletlerin değerlendirilmesi tamamlandığında çok daha ilginç sonuçların ortaya çıkması beklenmektedir. Bir başka ilginç olay da, mezarların bugünkü deniz düzleminin hemen altında olması; bu da Yenikapı gibi Marmara Denizi’nin tarihöncesi dönemlerde ne kadar hareketli olduğunu, daha doğrusu deniz düzlemi inip çıkarken, tektonik olarak da karanın hareketli olduğunu gösteriyor. Bütün bu yeni bulgular, bilgiler içinde yaşadığımız kenti daha iyi anlamamızı sağlayacak. Zaten kazı da tam olarak sonlanmış değil, daha alt tabakalara inmek için bazı ön hazırlıkların yapılması gerekiyor.

 

BÜ: Peki, mevcut kazı çalışmaları ne derece planlı-programlı ve araştırmaya dayalı yürütülmekte? Yoksa İstanbul’un tarihsel mirası, ulaştırma ve altyapı çalışmaları sırasında “denk gelen” yapılar olursa mı aklımıza geliyor?

 

MÖ: Yukarıda ayrıntılandırdığımız gibi İstanbul’daki arkeolojik çalışmaların çok büyük bir kısmı bayındırlık ve yapılaşma ile bağlantılı olarak, belirttiğiniz gibi rastgele bir dağılım gösteriyor. Ancak, bu durum yalnızca İstanbul için geçerli değil. Günümüzde hemen hemen bütün ülkelerdeki arkeolojik kazı çalışmaları, kurtarma kazısı olarak yapılaşma ile bağlantılı olarak gerçekleşmekte. Esasen onların sayısı o kadar çok ki, zaten hemen her yeri kapsamakta ve beklemediğimiz sonuçların elde edilmesi için, Beşiktaş gibi, belki de daha iyi. Tabii gönül, İstanbul gibi her açıdan önemli ve stratejik konumdaki bir kentte bilinçli bir şekilde kenti anlamaya yönelik planlı programlı “kent arkeolojisi” yapılmasını ister. Halen kurtarma kazısı dışında Küçük Yalı ve Küçük Çekmece gibi birkaç istisna çalışma var, ancak onlar da belirli bir döneme yönelik. Kent arkeolojisi, maalesef ülkemizde uygulama alanı bulamadı. Burada şunu da vurgulamakta yarar var, kent arkeolojisi kentin ortasında bir yerde kazı yaparak bilgiyi alıp ortaya çıkanları kentin yaşamını rahatsız edecek şekilde ortada, ‘aman dokunmayın’ diye bırakmak değildir. Kenti anlamak için sistemli kazı yapılması, bilgi alındıktan sonra kent planlamasına uymayanların kapatılması, uygun yerlerde kenti rahatsız etmek bir yana, kenti zenginleştirecek gibi kalıntıların kent yaşamına katılması gerekir. Bizde bu, maalesef hiç olmadı. Bulgaristan’a geçerseniz, örneğin Filibe’de bile çok başarılı örnekleri var. Kentin ana caddesinin altında, kenti rahatsız etmeden Roma Dönemi caddesinde gezebiliyorsunuz. Türkiye’de Bursa, Edirne, Konya gibi köklü tarihi olan kentlerimizin geçmişini anlamak için mutlaka kent arkeolojisi gerekli.

 

BÜ: Tarihsel miras sürekli bir şekilde ulaştırma ve altyapı çalışmalarına kurban edilmekte veya edilmiştir diyebilir miyiz? Elimizde örnekler var mı?

 

MÖ: Bu bağlamda “kurban edildi” sözcüğü çok doğru bir tanımlama değil. Her kazısı yapılan yeri açıkta bırakıp koruyamayız. O zaman bütün dünyayı bir müze ya da açık hava müzesine çevirip bugünü yaşamamamız gerekir. Günümüzün de gereği gibi yaşanması gerekir. Önemli olan geçmişe yapılan her müdahalede, yani her kazıda bilginin eksiksiz ve tavizsiz olarak alınmasıdır. Bu bilgi, ne kadar önemsiz görülen bir yerden olursa olsun, insanlığın ortak mirası, ortak hafızası, bilgi arşividir.  Nelerin yerinde korunarak sergileneceği ise akılcı bir planlama ile çözülecek bir iştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, her şeyi koruyamazsınız, olası da değildir, gerekli ve gerçekçi de değildir. Ancak mutlaka korunması, toplumun görsel belleğine kazandırılması gerekli olanlar vardır, onların da günümüzü rahatsız etmeden, zenginleştirmesi, katkı yapacak şekilde korunup sergilenmesi, yaşama katılması gerekir. Her şeyden önce akılcı bir planlama gerektirir. Ancak, bir kez daha vurgulamakta yarar görmekteyiz, bilginin mutlaka en ayrıntılı şekilde alınması, eserlerin müze ya da inceleyecek kurumlara aktarılması gerekir. İstanbul örneğinde, örneğin Yenikapı’da çıkan Neolitik kulübelerin ya da iskeletlerin yerinde korunması olanaksızdı, bunlar planlanan Yenikapı müzesinde, ya da kent müzesinde sergilenebilir, bazı bulgular metronun içinde bile sergilenebilir.

 

BÜ: Şimdiye kadar doğrudan şehrin tarihine katkıda bulunan, yani bildiklerimizi ters yüz eden bulgulardan öne çıkanlar hangileri? Ya da her bulgu, bizi bildiklerimiz konusunda şaşırtmaya devam mı ediyor?

 

MÖ: Kuşkusuz yapılan her bir yeni araştırma bilgimize katkıda bulunan, bakış açımız kadar düşünce sistemimizi de zenginleştiren bir çalışmadır; genel olarak “bildiklerimizin sağlamasını” yapar diyebiliriz. Örneğin Yenikapı’da kazıyla açığa çıkartılan kültürlerin tümünü, gerek Fikirtepe, gerek Toptepe, gerek Yarımburgaz ve de Bizans, Osmanlı, bunların varlığını önceden biliyorduk. Ancak Yenikapı kazıları her yeni çalışmada olduğu gibi bize, bu kültürlerin daha önceden bilmediğimiz ayrıntılarını verdi. Örneğin Fikirtepe kültüründe kremasyon-yakma mezar geleneği olduğunu bilmiyorduk. Bizans’ın gemilerini biliyorduk, oldukça ayrıntılı olarak da biliyorduk. Ancak Yenikapı batıkları bilgilerimizi çeşitlendirdi, ayrıntılandırdı. Marmara Denizi’nin tatlısu gölünden tuzlu ortama değiştiğini daha önce yapılan çalışmalarla, gerek doğa bilimcilerin, gerekse biz arkeologların çalışmaları ile biliyorduk. Ancak Yenikapı’da ilk kez doğadaki değişimleri kültür tarihi ile eşleştirme olanağı bulundu ve değişen doğal çevrenin kültürü nasıl etkilediğini, kültürlerin değişen çevreye nasıl uyum sağladığını gördük.  Bunlar bilgimizin çeşitlenerek zenginleşmesidir. Bunun dışında, yeni kazılar toplumu etkileyen görsel simgeler de verir, bilinmeyeni değil, bilim dünyasının bilip, topluma gereğince aktaramadıklarını sunar. Gene Yenikapı’dan örnek verecek olursak, Neolitik dönem ayak izleri… İnsanların ayakları olduğunu, yürüdüklerini biliyorduk. Ancak somut olarak ayak izlerinin varlığı, toplumu, sözel bilgiden çok daha fazla etkileyen bir bulgudur. Bilim dünyasının ortaya çıkarttığı bilginin topluma kazandırılması için bu tür simgesel bulgulara her zaman gerek vardır.

Sorunuzun bir diğer parçası “beklenmedik bulgular-sürprizler.” Bu çok ama çok ender bir durumdur. Son yıllarda bunu, yukarıda değindiğimiz gibi Beşiktaş yaptı. Beşiktaş Meydanı iki derenin denize döküldüğü küçük bir vadi; bu konumdaki bir yerde her döneme ait izlerin bulunması olağan, ancak son birkaç yıldır yapılan kazılar ile ortaya çıkan onlarca kurgan türü mezar, beklemediğimiz bir kültürü yansıtarak bizi şaşırtmanın yanı sıra, “niye bunlar burada?” sorusunu da gündeme getirdi. Büyük bir olasılıkla eski topoğrafya günümüzdekinden çok daha farklıydı ve Boğaz da bugün olduğu yerde ve seviyede değildi. Sorunuza bir kez daha dönecek olursak, sürpriz olma olasılığı az olabilir, ancak daha önemlisi sürpriz olmayan bulguların kazanılmasıdır. Tabii Beşiktaş gibi sürprizler bizi de etkiler ama sürpriz bulacağız diye çalışma olmaz.

 

BÜ: Peki, İstanbul’un güzîdeliğini de tehlikeye sokan mega şehir olma özelliği karşısında toprak altında yatan arkeolojik miras ne şekilde korunabilir? Sizce bayındırlık çalışmaları da bir mecburiyetken, tüm arkeolojik zenginliği koruyabilmek mümkün mü?

 

MÖ: Gene Yenikapı örneğine dönersek, elimizde, müzede, üniversitelerde, çeşitli laboratuvarlarda o kadar önemli ve ilginç malzeme toplandı ki… Bunlar yalnızca İstanbul’un kültürel geçmişini değil, doğal çevre ortamının değişimini, deniz düzlemlerini, iklim salınımlarını, Bayrampaşa Deresinin debisinin değişimini, depresleri, değişen bitki örtüsünü, Marmara’nın balık ve yumuşakça türlerinin değişimini ve bütün bunlar ile o bölgede yaşayan insanların ilişkisini, birlikteliğini yansıtmakta. Yani, kalıntıların yerinde olmaması çok önemli değil bu gibi durumlarda, bilginin elde edilmesi ve o bilginin topluma nasıl kazandırıldığı önemli.

İstanbul’da yapılan kurtarma kazılarının çok başarılı olduğunu vurgulamıştık; bilgiden kayıp vermeden gerçekleştiler. Bu çok ama çok önemli bir başarı; müzedeki arkadaşları, müze yönetimini kutlamak gerek. Ancak bu aşamadan sonra gelmesi gerekli iki adım daha var ki bunlar maalesef eksik: Bunların sergilenmesi, yani topluma kazandırılması gerek, yalnızca vitrine konan eserler olarak değil, insanların belleğini, düşünce sistemini zenginleştirecek, anlamlandıracak gibi sergilenmesi, kentliye, kent bilincini verebilmesi gerek. Bunu yapamadık, yapamıyoruz. Müze demek artık ne eserler dizisi, ne de son zamanlarda yapıldığı gibi dijital görseller ile çekici gibi görülen oyalamalar değil. Bilim insanlarının ortaya çıkarttığı bilgiyi topluma, toplumu sıkmadan ancak deforme de etmeden aktarabilmek demek. Yenikapı kazılarından sonra, ortaya çıkan malzeme ve bilginin çeşitliliği, zenginliği ve önemi karşısında, bunların en iyi bir şekilde sergilenerek topluma kazandırılması için uluslararası bir müze yarışması açıldı. Dünyanın önde gelen mimarları katıldı. Proje yarışması bitti, birinci olan Amerikalı mimar ödülünü aldı. Projenin yapılacağı alan iptal edildi, miting alanı yapıldı. Proje bitti.  İkinci husus yayındır. Ortaya çıkan bilgi bir yandan topluma kazandırılırken öte yandan bilim dünyasına da aktarılması gerekir. O kadar özenle yapılan kazı çalışmaları ile ortaya çıkan bulgu ve verilerin mutlaka en ayrıntılı şekilde yayımlanması gerekir Bu da maalesef yapılamadı.

Özetlersek arkeolojik kazının beş bileşeni vardır: Bilim, toplum, turizm, bürokrasi ve gelecek kuşaklara aktarım. Bu beş bileşenin kendi dengesi içinde gerçekleşmesi gerekir. Kazı ve belgelemelerin çok başarılı olması yeterli değildir, topluma ve bilim dünyasına da kazandırılması gerekir.

 

Bu söyleşi Bilim ve Ütopya'nın Eylül 2019 sayısında yayımlanmıştır.

Arkeoloji